Büyük Sıçrama Blog

Ahmet Tarık Uzunkaya Söyleşisi

 

“Reaktif enerji denen bir enerji var, boşu boşuna hatları yükleyen bir enerjidir bu. Enerji iletim hatlarını,  dağıtım hatlarını yükleyen;  iş yapmayan bir enerji tipidir. Bunu yok etmek için belli bir tesis kurmanız gerekiyor. Aksi halde reaktif enerji için bedel ödemelisiniz. Sonra insanlar baktılar ki kompanzasyon tesisi kurarlarsa çok kısa zamanda yani 1 seneye varmayan bir süre içerisinde, o kompanzasyon tesisi için ödedikleri parayı amorti ediyorlar. Dolayısıyla böyle ilginç bir pazar açılmıştı. O pazarda Entes de üretim yapmaya başladı.“

 

Türkiye’de endüstriyel elektronik nasıl başladı, nasıl gelişti?  Neler söyleyebilirsiniz?

 

Türkiye’de elektroniğin başlaması aslında radyo amatörlüğüyledir. 1960′lı yıllarda televizyon yoktu. İlk televizyon yayını 68′lerde başladı. Siyah-beyaz televizyonlardı ama 50′lilerin sonrasında ve 60’larda, henüz yarı iletkenler yeni yeni keşfedilirken bir de bütün dünyada yaygın bir şey vardı: radyo amatörlüğü.

 

İnsanlar bununla daha çok amatörce ilgilenirlerdi. Ama radyo amatörlüğü Türkiye’de yasaktı, çünkü telsiz yapmak yasaktı. Böyle verici işlerine çok fazla girerseniz, kendinizi hapiste bulurdunuz. Çünkü kuzey ülkelerine bilgi aktarmak gibi bir risk vardı. Bir de telefon denilen bir alet vardı. Bu telefon da evler arasında konuşmayı hatta şehirlerarasında konuşmayı sağlayan cihazlardı.

 

Montaj sanayi talimatnamesi işleri hızlandırdı yorumu yapılıyor. 1964′te böyle bir şey olmuş.

 

Evet, o oldukça enteresan bir şeydi. Montaj sanayi talimatnamesi diye bir şey vardı. Çünkü o zamanlar öyle bir şeyi yapmak izin gerektiriyordu. Yani televizyon yapıyorsunuz, bu televizyonun içinde bir osilatör var ama bu osilatör kolaylıkla vericiye dönüşebilir. Radyo yapıyorsunuz ama o radyonun içindeki osilatörü yine vericiye dönüştürebilirsiniz. Bu imalatlarla ilgili düzenlemeler belki de bu tarz paranoyalardan kaynaklanmış olabilir. Ama sonuç olarak iş bir montaj işiydi. Yani tüm kitler yurt dışından gelir,  monte edilir, burada televizyon ve radyo haline getirilirdi.

 

Bu bir sektörü fırlatmak mı yoksa çerçeve çizmek bağlamında mı yapıldı?

 

Çerçeve çizmek. Muvaffak Gözaydın’ın enteresan bir tespiti vardı. Özetle şu; 1980′li yılları, belki 80 öncesini de kapsıyor ama Sanayi Bakanlığı‘nın yerli üretimi geliştirme anlamında bir atağı vardı. Size montaj için izin veriyor. Bütün parçaları yurt dışından getiriyorsunuz, belirli bir ürün yapıyorsunuz ama bir sonrakini istediğiniz gibi getiremiyorsunuz. Sanayi Bakanlığı‘nın izin vermesi gerekiyor. O izinlerden sonra, belli miktarda bir kota tespit ediliyor ve bu kadarını getirebiliyorsunuz.

 

Hangi sene bunlar?

 

1975 sonrası. İthalat yok. Hatta 78′li yıllarda bir petrol krizi de yaşamıştık. Türkiye’nin 70 cent‘e muhtaç olduğu dönemlerdi. Yani hiçbir sanayici kasasında döviz bulunduramazdı, çünkü döviz bulundurmak yasaktı. Dövizi de tahsisle alıp ona göre ithalat yaparlardı ama Merkez Bankası‘nda da döviz yoktu. 70 cent bile yoktu. O zaman kullanılan bir yöntem vardı. Karaborsadan döviz bulunur, götürülür Merkez Bankası‘na yatırılırdı. Ne kadar yatırırsanız o kadar ithalat yapardınız.

 

Sanayi Bakanlığı böyle bir döviz sıkıntısı olunca, yerli oranını her sene artırmak gibi bir gayret içine girmişti. Dolayısıyla yerli üreticiyi bir anlamda teşvik ediyordu. Muvaffak Bey’in söylediği enteresan olan, ufacık bir vidanın Türkiye’de yapılamıyor olmasıydı. Onu dışarıdan getiriyorlardı ama Sanayi Bakanlığı o vidanın Türkiye’de yapılması için de ısrar ediyordu.

 

Bir zamanlar telefon hattı müracaatı…

 

Şimdi elimizde ufacık bir cep telefonu var ve her şeyi onunla yapabiliyoruz. O zamanlar bir espri yapılırdı. Evlenmeden önce doğacak çocuk için ki daha evlenmemişsiniz, nikah dairesi başvurularını yapıyorsunuz, espri olarak da doğmamış çocuğunuz için gidip PTT’ye telefon başvurusunu yapardınız. PTT, başvurduğunuz telefonu çocuğunuz ancak 18 yaşına geldiği zamanlarda karşılayabiliyordu. Her isteyen telefon alamıyordu. Dolayısıyla ayrı bir sektör doğmuştu. Bir telefon borsası ve ayrıca telefon satıcıları da vardı. Onlar bu hakları birinden satın alıp bir başkasına satarlardı.

 

O zamanlar ile karşılaştırdığınızda Türkiye dünya ile aynı anda, aynı teknolojileri kullanıyor. Peki aradaki fark nasıldı? Avrupalılar 60′larda, 70′lerde çevir sesi beklemiyor muydu?

 

Teknolojik olarak İstanbul Teknik Üniversitesi veriyordu bu elektronik ve haberleşme mühendisliği dediğim eğitimi. Bu haberleşme mühendisliğinin bir tarafı telekomünikasyon, yani haberleşme demek. Telekomünikasyon Kürsüsü Başkanı da bizim yine efsanevi rektörümüz Ordinaryüs Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu‘ydu.

 

Fransızca’dan tercüme edilen, elektromekanik santral, Rotary santral denilen santraller dersi verilirdi. Ondan daha evvel de manuel olan, ellerle kumanda edilen santral vardı. Yani evdeyken açıyorsunuz telefonu, yan tarafında magneto var, onu çeviriyorsunuz ve hattın ucunda bir klape düşüyor. Operatör kalkıyor, şuna bağla kızım diyorsunuz, bağlıyor. Avrupa’da da böyleydi bu ama biz Türkiye’de biraz gecikerek izliyorduk teknolojiyi.

Fakat 75′li yıllarda Türkiye’ye yeni teknoloji eğitiminde yapılan, yine elektromekanik Crossbar teknolojisi geldi. Bu Crossbar’ı Netaş üretiyordu.  Bütün bunlar eylemi hızlandırdı ama yine çevir sesi beklemek vardı. Abonenin talebine göre makine koyamıyorsunuz. Koyamayınca o makineler ancak birine servisi bittikten sonra öbürüne çevir sesi sağlıyordu. İstanbul gibi bir metropolde, özellikle iş saatlerinde telefon edildiğinde, mesela Karaköy,  Eminönü gibi yoğun yerlerde 15 dakika değil, çok daha uzun süre çevir sesi beklendiği oluyordu. 1980 sonrasında ilk sayısal elektronik santraller, dijital santraller daha sonra geldi ama birden bire telefon bollaştı. İnsanlar artık evlerine ikişer, üçer tane telefon alır hale gelmişlerdi.

 

Şimdi farklı bir durum var. Cep telefonu artık ev telefonunun yerini aldı. Hatta ev telefonu hizmetini sürdürebilmek için Türk Telekom‘un bazı saatlerde bedava hizmeti var.

 

Haberleşme sektörü elektroniğin lokomotifiydi. Ve o dönemin Telekom’u (PTT) elektronik sanayiinin gelişiminde ciddi rol oynadı. Yani o zaman Netaş, Teletaş, Siemens sadece santral yapardı. Başka Türk telekomünikasyon endüstrisi de vardı. Fikret Yücel anılarını yazarken bu tip santrallerden, yarı iletkenlerin olmadığı zamanlarda telefon santralleri arasındaki iletişimi sağlayan cihazlardan bahsetmişti. Örneğin Edirne ile İstanbul arasındaki telefon trafiği özel bir takım kablolar ile kablolar üzerinden, tek bir iletkenle birden çok konuşmanın yapılabildiği cihazlarlaydı.

 

Bir de radyo link cihazları dediğimiz, telsizle haberleşmeyi sağlayan cihazlar vardı. Eskiden bunların birçoğu lambalarla -lamba derken aydınlatma lambası değil- elektron tüpleri ile yapılırdı. Bunların soketleri de çok enteresan. Edirne’de anlatırlar, Edirne Santrali‘nin önünden bir kamyon geçtiği zaman cihaz susarmış. Susmasının sebebi bu lambaların soketleri yurt dışından getirilemeyince burada tornacılarda imal edilmiş. O da biraz gevşek olunca, binanın önünden kamyon geçtiği zaman oluşturduğu titreşimle lamba yerinden oynar ve cihazı bozarmış. Böyle anekdotlar anlatılırdı.

 

Bir de kuranportörlük sistemi varmış galiba, o konuda neler söyleyeceksiniz?

 

Kuranportör kelimesinin Türkçe karşılığı taşıyıcı akım ama kökeni Fransızca. O zamanlar Fransızca hakim. Bir haberleşme iletkeni üzerinde, evlere telefon geldiği zaman bir iletken daha doğrusu iki tane kablo gelirdi. Bu iki kabloya da, kaç tane konuşmanın aynı anda yapılmasını isterseniz o sayıda çift tel çekmeniz lazımdı. Bin kişinin aynı anda konuşmasını istiyorsanız o zaman bin tane kablo çekeceksiniz. Tabi karşılıklı iki bin kişi oluyor. Bu iki bin kablo yerine, aynı kablodan, aynı anda birden çok konuşmanın yapılmasını sağlayan sisteme kuranportör denilirdi. Bunlar işte o lambalı cihazlardı o zamanlar. O sistem hala kullanılıyor ama artık yarı iletkenler ve taşıyıcı akımlar var. Havadan yapılarıyla iletkenler içinde yapılan yayınlardır bunlar.

 

 

Netaş’ın, PTT-Arla’nın bu üretimleri başka yan sanayileri tetikledi mi?

 

Tabii etkiledi. Netaş ile ilgili yan sanayi olarak çalışan, geçtiğimiz zamanlarda da, elektronik imalat olmayabilir de taşıcıyı rafların vs. üzerine, etiketler, o rafların yapımı, gibi mekanik şeyler yan sanayi olarak dışarıya verilebiliyordu. Sonra teknoloji ilerleyince bir takım elektronik gereksinimleri de yan sanayi olarak verdiler. Montaj çalıştırma, programlama, program yükleme vs. gibi işlerin de verildiği oluyordu.

 

Peki bize Entes’i anlatır mısınız? Entes öncesinin bir hikayesi var mıdır? Nasıl yansımıştır? Entes nasıl kurulmuştur ve neler olmuştur?

 

Şimdi Entes’in kuruluşu şöyle: Bizler aynı okulda okumuş, okuldan tanışan arkadaşlarız. Çünkü bizim zamanımızda sınıflarda 70′er kişi kayıt olunurdu. İkinci senede bu zorluğundan ötürü 50′ye, 60′a düşerdi. Ekonomik sıkıntılar da olurdu. Birçok arkadaşımız da bu sebepten ayrılmak zorunda kaldı.

 

Bizler de birbirini çok iyi tanıyanlar, tanımasa bile en azından göz aşinalığı olanlar vardı. Böyle bir sistem içinde okuduk. Ondan sonrasında da askerlikten dolayı belirli kopmalar olmuştur ama bir süre sonra baktık ki Entes’in hala çok sevdiğim ortaklarıyla birlikteyiz.

 

Ben şimdiki ortaklarım ile 1978 yılında tanıştım. Elektronik cihaz üreten bir fabrika diyeceğim ama pek elektronik ağırlıklı değildi. Asıl geliri de elektronikten değildi. O zamanlar siyah-beyaz televizyonlar vardı. Evine televizyon alan, şebeke geriliminin dalgalanmasından ötürü televizyon seyredememe ihtimaliyle bir de regülatör almak zorundaydı. Genelde şebeke gerilimi çok düşerdi. Yani yeterli enerji yoktu ve elektrik dağıtım sistemleri uygun değildi.  Televizyon regülatörünü üreten bir fabrikada çalışmaya başladık.

 

O fabrikada enteresan bir biçimde yine elektronik hesap makinesi de yapıyorduk. Elektronik hesap makineleri, bildiğimiz elektronik hesap makineleriydi ama dört işlem yapıyordu. Karekök alıyor muydu, almıyordu. Sonraları yüzde hesaplamaları da yapmaya başladık ama orada bizler elektronik mühendisi olarak Ar-Ge’de çalışıyorduk.

 

Hangi firma da çalışıyordunuz?

 

Profilo’ya bağlı bir şirkette çalışıyordum. Profilo aynı zamanda bir bölümünde televizyon yapıyordu. Bir tane televizyon satılınca bir tane de televizyon regülatörü satılırdı. Bunlar oldukça ağır ve büyük cihazlardı. Bunların tasarımları ve testleri hep bizler tarafından yapılırdı.

 

Bizim çalıştığımız iş yeri Kartal’da Ankara Asfaltı üzerindeydi.  Ankara Asfaltı’nda hep sağlı sollu fabrikalar vardı. Bu fabrikalardan bir tanesi, çelik boru üretiyordu. Orada bir sensör vardı, daha doğrusu metraj ölçen bir cihazdı, elektronik bir cihaz. Bozulurdu, gelirlerdi bizim fabrikaya. Bizim arkadaşlar yardımcı olabilir mi diye. Tabii bundan ne fabrika para kazanır, ne de biz para kazanırdık. Oradaki bozulan cihazlar, yurt dışından gelen elektronik cihazlardı. O zamanlar Türkiye’de üretilmezdi bu. Bir süre sonra biz bir hesap yaptık. Bugün Yönetim Kurulu Başkanımız olan Faik Erem askerlik için ayrıldı. 1980 yılında döndüğünde tekrar girip çalışmak pek hoşuna gitmedi. Biz burada çalışacağımıza gelin televizyon tamir edelim, burada aldığımız parayı alamazsak bile hiç olmazsa serbest iş yaparız, demişti. Biz de bir fizibilite çalışması yaptık. 1970 yılında üretilen siyah-beyaz televizyonların ekran tüpünün ömrü hemen hemen 10 sene kadardı. Bu televizyonların 1980′den sonra tüpleri yavaş yavaş değiştirilmeye başlanacak, biz de bir televizyon tamir dükkanı açalım dedik. O ekran bozulduğu zaman görüntü berbat olur, izlediğiniz şey kapkaranlık olur.

Bir de sadece yanaklar, dişler aydınlık görünüyor. Dolayısıyla ışık kalitesi çok bozulur. Biz tüpleri değiştirip para kazanacağımızı zannettik ama o arada yurt dışından getirilmiş makinelerin sensörlerini de yapmaya başladık.

 

Yaklaşım anahtarları yaptık. İthalat ve para yoktu. Birçok işletme yurt dışından bu parçaları getiremiyordu. Biz de getirilemeyen parçaların yerli ikamesi ile uğraştık.  Altı ay sonra baktık ki televizyon tamirinden para kazanmıyoruz, ama cihazlardan kazanıyoruz. Yani ürettiğimiz bir alet yurt dışından gelse diyelim 100 lira ödenecek, biz onu 10 liraya sattığımız zaman para da kazanıyorduk. Bir süre sonra da bunu seri imalat haline dönüştürdük ve Entes olarak elektroteknik piyasasında yani enerji sistemlerinin koruma ve kontrolü ile ilgili cihazlar üretmeye başladık.

 

 

Peki işiniz nasıl gelişti? Enerji kontrol sistemleriyle mi?

 

Enerji sistemlerini koruma ve kontrolü ile. Şöyle bir şey söyleyeyim. Regülatör üreten bir fabrikadan çıktık. O fabrikanın regülatör üretmesinin sebebi şehir şebekelerinin yetmeyişi ve gerekli aktif enerjiyi iletememesi.

 

Dolayısıyla bir hattın başında bir enerji veriyorsunuz, hat sonra 300-400m ileriye gittiği zaman üzerinde ki gerilimin düşmesinden ötürü kullanılamaz bir seviyeye düşüyor. Onu tekrar kullanılır hale getirebilmek için regülatör takıyorsunuz. Gerilimini yükseltiyorsunuz fakat regülatörün verimi yüzde 50 olduğu için aldığınız enerjinin yarısını da atmosferi ısıtmak için veriyorsunuz. Şebekeye daha fazla yüklüyorsunuz. Daha fazla yükleyince daha fazla gerilim düşüyor ve enerji kalitesi diye bir şey kalmıyor.

 

Reaktif enerji denen bir enerji var, boşu boşuna hatları yükleyen bir enerjidir bu. Enerji iletim hatlarını,  dağıtım hatlarını yükleyen;  iş yapmayan bir enerji tipidir. Bunu yok etmek için belli bir tesis kurmanız gerekiyor. Aksi halde reaktif enerji için bedel ödemelisiniz. Sonra insanlar baktılar ki kompanzasyon tesisi kurarlarsa çok kısa zamanda yani 1 seneye varmayan bir süre içerisinde, o kompanzasyon tesisi için ödedikleri parayı amorti ediyorlar. Dolayısıyla böyle ilginç bir pazar açılmıştı. O pazarda Entes de üretim yapmaya başladı.

 

Başkaları da vardı. Yurt dışından gelenler de vardı.

 

Rakipleriniz kimlerdi?

 

Örneğin Siemens, Frako gibi dünya çapında firmalar olduğu gibi, yerli üreticiler de vardı.

Bu yerli üreticiler içinde de Entes. Şişhane’de bir hanın bir katında üretim yapıyordu ama gerçekten de elimizde çantalarla fabrika fabrika dolaşarak ürünlerimizi tanıttık. Kurulan tüm sistemleri, Türkiye’nin hemen hemen her tarafında devreye aldık. Ürünümüzün her zaman arkasında durduk, sonra da kullanıcıyı memnun ettik.

 

Peki tüm fabrika çeşitlerine uygulanabilecek belli bir ana ürününüz var mıydı?

 

Evet, vardı. Fabrika deyince bir tane pano alıyorsunuz da böyle modüler bir yapı değil bu. İşletmenin gücüne bağlı olarak değişen ama kontrol devresi aynı olan bir yapı. Kontrol devresini biz yapıyorduk.  Elektronik kısmını da biz yapıyorduk. Onun bir takım kablo bağlantı uçları var. O uçlardan çıkan şeyler de sonunda belirli kontaktörleri alarak o kontaktörlerle sisteme komut veriyor ve reaktif enerjiyi kompanze ederek, ileti hatlarından daha fazla aktif enerjinin akmasını sağlıyor. Dolayısıyla o hatlardaki gerilim düşümü dediğimiz enerji kayıpları azaldı. Azalınca inanılmaz bir rahatlama oldu.

 

Bunun anlamı, enerji tasarrufu, verimlilik ve daha fazla üretim midir?

 

Aynen öyle. Hatlardaki gerilim düşüşü aslında kaybolan enerji demek. Yarı yarıya kısmı da uçuyor demek. Yani atmosferi de ısıtıyor demek. Ama onu bir yerde yok ederseniz kayıp olmaz. Olmayınca da istediğiniz kalitedeki enerjiyi üretmek mümkün.

 

Yurt geneline yayıldı öyle mi?  İlk siz mi girdiniz?

 

Yurt dışından gelenlerin fiyatları oldukça yüksekti. Biz de yerli alternatifi, ithal ikamesi denir eski dille. Yurt dışından gelenle aynı şeyi yapan ilk yerli ürünü yaptık. Günümüzde de biz bol miktarda ihraç ediyoruz.

 

Yurt dışına açıldınız mı?

 

Öncelikle pazarımız her dönemde olduğu gibi Türkiye’dir. Türkiye’nin ihtiyaçlarına, Türkiye’nin gerekliliklerine göre ürettiğimiz cihazların bir de yurt dışında nasıl olduğunu da bilmek gerekiyor. Yani gördüğümüz bir takım ithal edilen cihazlar var.

Biz de o seviyede bir ürün tasarlamaya çalışıyorduk. Aynı kalitede. Hem görsel olarak, hem nitelik olarak hem de bir takım standartlara uyması açısından. Sonrasında ise dünyaya da satmak niyetiyle uluslararası fuarlara katıldık.

 

90′lar da mı oluyor?

 

Bu 90′larda oluyor. Hatta 88 diyelim.

 

 

O zamanlar pazarlama stratejiniz nasıldı?

 

Pazarlama teknikleri, taktikleri değişti. Bu bahsettiğim zamanlar faks yoktu. Yani Antep’ten bir müşterimiz İstanbul’a telefon etme imkanı bulursa, ben geliyorum derdi. 15 günde bir İstanbul’a gelirdi. Teleks ile sipariş geçilir. Biz ürünleri o zamanlar kargo yoktu tabii, ambara verirdik. Ürünler giderdi. Şimdi İstanbul’a gelmelerine bile gerek yok.

Zaten bilgisayar üzerinden görüntülü görüşebiliyoruz. Ama uluslararası fuarlara katılınca, standartları da uygulama evresine geldik.

Dolayısıyla uluslararası kalitede bir ürün üretmemizi sağlayan çok ilişki doğdu. O anlamda Türkiye’de de öncü olduk. Oldukça iyi şeyler ürettiğimizi söylüyorlar. Bizde buna inanıyoruz ve o anlamda seviniyoruz.

Şu anda Entes kendi alanında bir  öncü konumunda mı?

 

Bir çok konuda öncü. Reaktif güç kompanzasyonu kontrol cihazlarında ciddi anlamda öncü.

Nedir öncü olması? Kontrol devresi yaptınız. Onun içinde başka bir takım fonksiyonlar da eklediğiniz zaman daha geniş kapsamlı koruma ve kontrol yapan cihaz haline geliyor. Sonra onu bilgisayar ile haberleştiriyorsunuz. Bilgisayar ile haberleşmesiyle dünyanın herhangi bir yerinden bu cihaza ulaşabiliyorsunuz. O cihazın ne yaptığını görüyorsunuz, ne yapması gerektiğini siz cep telefonunuzdan ona aktarabiliyorsunuz.

 

 

Ar-Ge‘nin önemi…

 

Bir ülkede eğer fert başına düşen milli gelirin 10.000 doların üstüne çıkmasını istiyorsanız teknoloji üretmek zorundasınız. Yani Ar-Ge yapmak ve iyi eğitilmiş, Ar-Ge mühendisleri yetiştirmek zorundasınız. Bu böyle bir zincirleme olarak neredeyse bebek beşiğine kadar uzanan bir süreci gerektiriyor. 2023 yılının, Cumhuriyet’in 100. yıl dönemini hedefliyorsak göz açıp kapayıncaya kadar 2023′ün geldiğini göreceğiz. Ama işte orada insanların da refah seviyesinin artması ancak böylesi ürünleri tasarlayarak olacaktır. Elektronik burada öncü. Gerçekten de çok güzel şeyler yapılabilir, yapılıyor da.

 

60′lardan, 70′lerden bu yana Ar-Ge’ye bakış değişti mi?

 

Deneyimli bir mühendis olarak beni üzen bazı şeyler var. Bir zamanlar mesleğe atıldığımız zaman elektronikte geriyiz denirdi. Bu ne demek? Bir tasarım yoktu o zamanlar. Bir siyah-beyaz televizyonun hemen hemen tüm parçaları yurt dışından geliyordu. Örneğin bir yüksek gerilim kısmını tasarlar olduk, bir ses ayırım sistemini tasarlar olduk, onu stereo hale getirmeyi planlar olduk. Yani Ar-Ge öyle gelişti ama yurt dışında örneğin Amerika Birleşik Devletleri -ki en ilerilerinden biri odur- orada amatör radyoculuk inanılmaz bir biçimde yayıldı. Yani orada bacak kadar çocuklar ellerinde bir takım elektronik Component’leri birleştirerek vericiler yaparlar, birbirleri ile haberleşirler. Hatta o zamanlar söylenen bir olay vardı. Radyo yayıncılığı biliyorsunuz atmosferik bir takım koşulları sağlar. Ama atmosferik koşullarda da bant genişlikleri belli haberleşmeler amacıyla paylaştırılmıştır.

 

Mesela askeriye bu banttan haberleşecek. Ticari bant şudur: Amatörlere hep kötü bantlar verilirdi. Amatörler orada çalıştıkları zaman daha değişik frekanslarda yapılan yayınların daha enteresan sonuçlarla, daha güzelliklerle karşılaşabileceğini keşfetmişler. Bu keşfi de örneğin askerler gördükleri zaman yeniden bant sınırlarını değiştirip, hadi siz başka yere gidin deyip, el koyup, kendi araçları ile kullandıkları söylenir. Bunların yolunu açanlar amatörler. Amatörler aynı zamanda bu işten para kazanmanın yollarını buluyorlar. Bulunca da bir takım şeyler gelişiyor.

Sonrasında da amatörlük başka şeylere ilgilendirildi. Radyo amatörlüğü tek amatörlüktü. Şimdi yasaklar kalktı ama radyo amatörlüğüne de gerek kalmadı.

Artık hemen hemen her şey bilgisayarlarla ilgili; arayüzlerin yapılması, bilgisayar programlarıyla daha çok parmak uçlarına geldi her şey. O parmak uçlarından da çok ilginç şeyler çıkıyor. Programcılık mesleği, bilgisayarı programlamak farklı sektörler oluşturuyor dolayısıyla farklı kaynaklar ortaya çıkartıyor.

 

Peki siyasetçilerin bilime, teknolojiye bakışı, katkıları ile ilgili bir şey söyleyebilir misiniz?  

 

Özal enteresan bir siyasetçiydi. Özal, Süleyman Demirel gibi bürokrasiden gelmedir.  Süleyman Demirel yalnız daha erken geldi siyasete. Özal ise 1980 yılına kadar ki Süleyman Demirel ile hemen hemen aynı yaşlardadır. Onun gibi bürokraside bir yerlerde, bu devletin çarklarının nasıl işlediğini, hatta nasıl işlediğini değil de o çarkların nasıl olması gerektiği ve nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda çaba harcayanlardan bir tanesidir.

 

O da bir mühendis. Mühendisliğin getirdiği pratik kestirimlerden söz ederler. Bazı şeyleri kesip atarmış. Dolayısıyla bürokrasiyi azaltıp, hızla sonuca gitme çabası içinde ve yasal düzenlemeleri azaltmak anlamında, yaptığı her şey için onu daha da fazla kaplayan düzenlemeler de yapılmış. Belki onun siyasi teknikleri farklıydı ama 1980 yılları ve sonrası -belki de bu Özal’ın şansıdır- Türkiye’de bir şeylerin önünün açıldığı zamanlardı. İnsanlar birçok şeyi bulamazken, artık onları bulur oldular. Mesela yabancı sigara. Kaçak geliyordu ama üstüne bir bandrol konarak bir şey oldu ve buna devrim denildi. Döviz sıkıntısı kalktı, evlerde telefon kuyrukları kalktı. Renkli televizyon geldi gibi. Böylesi şeyler bir daha çok siyasi tarafı değil de mühendislik tarafı olan şeyler gibiydi.

 

 

Teşekkür ederiz, eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?

 

Ben teşekkür ederim.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Relatived Posts
Prof. Dr. Ahmet Dervişoğlu Söyleşisi ( 28 Sep,2015 )
Muharrem Dörtkaşlı Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Turan Erdoğan Söyleşisi ( 28 Nov,2016 )
Arnold Hornfeld Söyleşisi ( 5 Nov,2015 )
Enver İbek Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Written by