“Herkes globalizmden bahsediyor ama mesela Amerika dünyadaki tüm iyi beyinleri kendi ulusal toprakları içerisine topluyor.
Ama beyin çalışmak ister. Beyin rahat etmek ister. Çalışmak için zamana ihtiyacı var. Kaynağa ihtiyacı var. Niye bizden sanatçı çıkmıyor? Niye olmuyor? Çünkü gebertiyoruz onları, yaşatmıyoruz ki. Yaratım dediğiniz şey hayatınıza pat diye düşen bir şey değil. Vahiyler geliyor da yapılmıyor. Yaratıcılık, buluşçuluk son derece sistematik, deli gibi çalışmayı isteyen şeyler. Yani bütün icatçılara bakın, hepsinin 1000 kere yapamadım, bilmem kaç kere yapamamıştım, şuradan atılmıştım, şuradan kovulmuştum, kaç kere iflas etmiştim falan. Steve Jobs’a bakın yani herkese bakın acayip mücadele var arkalarında. Dolayısıyla bu olmadan o işler olmaz. Bir laf vardır ben çok severim: ‘Hep denedim, hep yenildim. Olsun yine dene, yine yenil daha iyi yenil.’”
1981, ODTÜ Ekonomi mezunuyum. Yani Orta Doğu Teknik Üniversitesi. Ancak hiç ekonomistlik yapmadım. Kısa bir iş deneyiminden sonra bugün bilgisayar, bilişim sektörü dediğimiz, teknoloji sektörü dediğimiz ama o zaman daha ismi cismi olmayan, ürünü de olmayan, hizmeti de olmayan bir sektörde işe başladım. Daha doğrusu 81-82′lerde IBM ilk defa kişisel bilgisayarları lanse ediyordu dünyaya. Onun yanına bir de yazıcı lazımdı. Daha doğrusu lazım diye Seiko Epson Corporation düşünmüş, bir cihaz üretmiş. Ben de o cihazı ithal eden o girişimcilerin şirketinde işe başladım. Satış ve pazarlamada ama ne ürünü bilen var, ne de ne yapılacağını bilen var. Bu çok istikbal vaat eden bir şey diye başlatılmış. Biz de hepimiz eğitime geliyorlar, öğreniyoruz falan harıl harıl ithalat hazırlıkları başladı.
Tabi o arada ne ithal edeceksiniz? Bu ürün nedir? Milli güvenliğe bir şey midir? Faksa bile yeni alışılan ya da yeni öğrenilen yıllardayız. Hatta faks ithal edenlerin devlet güvenlik mahkemesine gidip ifade verdiği yıllardı bunlar. Bu ne cihazı? Ne yapılıyor falan diye. Neyse biz de yazıcıyı ithal edeceğiz. Gümrük tarife pozisyonu yok. Hiç bir kuralı, kaydı bir şeyi yok. Makina yedek parçası, bu bilgisayarı almışlar bir şekilde ithalat izni alınmış. Bu da onun parçası. Makina yedek parçası diye o tarifelerden içeri sokulmaya çalışılıyor ve form kağıtları dolduruluyor. Çocuklar geldiler, Ufuk Hanım imzalar mısınız ithalat kağıtları, dediler. Ne yazıyor? Buna Computer kağıdı dediysek bu da bilgi yazacak. Ürün nedir? İsim yazmak lazım. Printer olmuyor, yazılmıyor. Tam imzalıyordum. Ya dedim bunun adı bilgisayar, buna bilgiyazar derken ithalatta işlemi yanlış yaparlar, el hatası, yazım hatası olur, uğraşırız. Bunu biz ayıralım. Dümdüz yazıcı diyelim dedim ve o ürünün adı artık yazıcı oldu.
Yani işin bu kadar başında girdim ve bu çekimi yaptığım yıllar 30 senenin üstünde zaman geçti . 30 senede teknolojinin işi, yaşamı her şeyi nasıl değiştirdiğini böyle neredeyse adım adım gözleyebildim çünkü teknoloji sektöründen hiç kopmadım.
İnternet çıktı, üstüne GSM çıktı. Her kademede büyük zorluklar yaşadık ama şimdi öyle değil. Çok ileri gidiyoruz. Türkiye çok önemli dijital oyunculardan bir tanesi. Bu güzel tabi. Bilgiye erişim. Cihazları kullanmak. Onlarla diğer ülke insanları gibi her şeye eşit zamanda ulaşmak çok memnuniyet verici. Fakat hala işin daha çok tüketim tarafında olmak, teknoloji icat eden ya da tasarımlar icat eden, yazılım gibi bu alanlarda üretim yapamıyor olmak çok rahatsız ediyor. Hiç değilse kullanıcı tarafında, dijital dünya tarafında önemli bir oyuncu olarak yer almak da mutlu ediyor.
Özal’la ilgili çok fazla yorum yapıldı röportajda. Mesela telekomünikasyon olsun, televizyon olsun teşviklerle bayağı bir desteklenmiş. Aynı şey bilişim sektörüne verilmedi mi?
Hayır. Hiç verilmedi aksine güçlükler de çok fazla oldu. Bir kere o yıllar, bu bilgisayar sektörünün geliştiği yıllar Türkiye’nin en türbülanslı yıllarıydı. Çok ağır krizlerden çıktı. Bir de tamamı ithalata dayalı bir sektördü. Sürekli döviz krizleri, ekonomik krizler… Mesela şeyi hatırlıyorum, 2000-01 krizinde, biz yabancılarla bir toplantıdaydık ve satışlarımızı nasıl arttırırız diye konuşurken bir anda, o zaman cep telefonları vardı, mesajlar gelmeyi başladı şirketlerimizden bize. Türkiye’de büyük devalüasyon oldu. Bir anda sektör %70 küçüldü. Düşünebiliyor musunuz? 100 tane ürün satarım, 100 lira kazanırım diye başladığınız bir işte artık 70 lirası yok demeye geliyorsunuz bir ertesi gün. Ticari alanda da hiç kolaylaştırıcılık yoktu, teknolojik alanda da. Bu bir tarafından tutulmaz ki. Eğitiminin ona göre yani akademik alanın ona göre hazırlanması lazım, şirketlerin çalışma kolaylıklarının olması lazım.
Şu anda biz hala bilişime yetişmeye, bilişimde iyiyiz diye övünmeye çalışırsak yine çok atlarız. Ben mesela bazen görüyorum bilişim sektörünün cirosu bilmem kaç milyara çıktı diye raporlar ya da açıklamalar okuyoruz. Bir bakıyorsun yine %80′i telekomünikasyondan geliyor. Bunun yazılım tarafı işte söylediğimiz diğer yeni alanlara, nano ve genetikten alanlara geçişinin hazırlanması… Bir sürü şey var. Augmented Reality, Artificial Intellegence var, hologramlar gelişiyor. Çocukları tabletle okutuyoruz kısmı bizi çok çözmez. Yeni nesil sahiden deli gibi dijital kafalı olur ama onun ötesine, onlara iş yaratamazsak, onların kafalarını açamazsak yine lütfen herkes tabirimi mazur görsün, nal toplarız. Dijital nal toplarız bu sefer. Eskiden çip topluyorduk şimdi dijit toplarız. Bu da çok güzel olmaz. Olabilir mi? Hala çok fırsat var.
Var, var. Sıfır değiliz ama kesinlikle olmamız gereken yerde değiliz. Yani kesinlikle değiliz. Bir kere akademik ortam çok zayıf. Bu konuda, bu insan gücünü yetiştirecek olan, insan kaynaklarını yetiştirecek olan akademik içeriklerimiz, müfredat müthiş yetersiz. Tabi ki iyi örnekler var, olmaz mı ama bunlar çok az.
Çok atılımlar yapılıyor, yapılmak isteniyor, yetersiz. Mesela girişimci çıkmıyor bu alanda. Çıkamaz çünkü bu insanların, bu alanlara girmesi için 3-5 seneye ihtiyaçları var. Rahat kafaları ile çalışmaları lazım. Tasarım dediğiniz iş, kodlama dediğiniz iş, bunlardan sonuç çıkararak projelerin yapılması çok emek ister.
Bu emeği tahsis etmeye hevesli de çok insan var. Girişimcilik bilinci ve bu alanların önemli olduğuna dair bilinç gelişti ama bunlara destek verilmezse nefesleri yetmiyor. Neticede bir yemesi içmesi lazım. Bu ay içerisinde katıldığım bir çok toplantıda pek çok parlak profil hevesle girdiler. Şirketlerinden ayrıldılar. İşte biz şu projeyi yapacağız, şu yazılımı üreteceğiz, şu uygulamayı yapacağız, şu sisteme yardım edeceğiz, denildi. Çocuklar 1-2 sene debeleniyorlar. Her projeleri de tabi ki başarılı olmuyor.
Yatırımcılar da sıraya girip beklemiyor bunları. O zaman ne oluyor? Hepsinden şunu duyuyorum, çok hevesli, çok mutluyum ama yemek içmek de lazım, eve de para götürmek lazım. Şimdi buralarda çok iyileştirilecek yerlerimiz var. Ben olsun istiyorum. Geleceğimiz için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela sen şimdi genç bir girişimci olarak uğraşıp duruyorsun. Halbuki ne kadar kıymetli bir iş yapıyorsun.
Girişimcilik konusunda aileler nasıl yaklaşıyor?
Hep şey söyleniyor, bu girişimcilik için ailelerin kafa yapısı müsait değil. Herkes çocuklarının girip bir yerde çalışmasını istiyorlar. Türkler memur kafalı. Doğru. Bir, en çok söylenen bu. İkincisi de Türklerde girişimci sermaye yok. O da doğru. Türkler bir de yaratıcı değil. İcat çıkarma ile büyümüş bir nesiliz. Bizden yaratıcı da çıkmaz. Oldu, bunları alıp oturalım o zaman. Öyle bir şey yok. Bunu ne zaman değiştireceğiz. Şimdi her şey çok daha kolay. Bilgiye erişmek, girişmek. Bunlarla ilgili bir takım şeyleri geliştirmek. Bunlar olmazsa sermaye de birikmez, ailelerin kafası da değişmez. Yaratıcı zekalar da gelişmez. O yüzden ben bu mazeretlerin arkasına saklanılmadan ilerlenmesi için her bir ferdin çok çalışması gerektiğini düşünüyorum fakat bunlar gerçekten çok büyük meseleler. Yani dünya çapında rekabet edebilmek ve oralarda kendine yer yapabilmek içinde muhakkak ve muhakkak devletin desteğinin olması lazım.
Şimdi burada ne demek istiyorum? Devletten yardım dilenen bir tonda söylemiyorum. Devletin o desteği vermesini sağlayan fonlar da hepimizin. Hepimiz de vergilerimizle, çabalarımızla, emeklerimizle o tahsis edici kaynakları yaratıyoruz. Ben o kaynakların tahsisatına karışmak istiyorum. O kaynakların tahsisatı için ricada bulunuyorum. Bunları lütfen gözle gördüğümüz, elle tuttuğumuz gelişim alanlarına tahsis edelim artık. Bu konuda daha cesur, daha deli olalım ve birkaç tane de deli örnekle kendimizi avutmayalım. Hiç öyle çok acayip şeyler yapıyor değiliz. Yani 2-3 tane firmanın çıkması hiç önemli değil. İnsanlar yeniden deli gibi uzay çalışıyorlar, deli gibi genetik çalışıyorlar, nano çalışıyorlar, giyilebilir teknolojiler çalışıyorlar. Biz tabletle çocuklarımızı eğiteceğiz diye oturursak 5-10 sene sonra bugüne gelmemizden önceki sıkıntıların daha beter seviyesine düşebiliriz. Bunu kendimize yapmamamız lazım.
Ufuk Hanım benim merak ettiğim Arçelik, Vestel gibi çok oturmuş, geliri çok yüksek firmaların niye böyle hayal mahsulü şeylere yönelen timleri yani fantezi timleri yok?
Şu anda bu inovatif şirketler dediğimiz şirketlerimiz var. Hala bakın, sanayi kuruluşlarımız var. Bu şirketlerin başında oturanların çoğu artık kuşakları öğrendi. X, Y, Z diyoruz ya X jenerasyonu veya Babyboomer’a doğru adım atmış kişiler. Bu kişilerin dijital algısını çok zayıf görüyorum. Yani dünyanın resmen bir dijital devrim yaşadığını, bir robot devrimi yaşadığını… Eskiden devrimler böyle 50 senelerde, 100 senelerde falan oluyormuş ama bakılacak olursa bu hale gelmemizi tetikleyen en son dönüm noktası bugün bilgisayar, yani IT sektörü oldu. Neyle başladı? Bilgisayarla başladı, kişisel bilgisayarla. Sonra üstüne internet koyduk.
Sonra GSM’i koyduk ve buraya kadar geldik. Yani bilgisayar devrimi bizi buraya getirdi koydu.
Şimdi buradan dijital devrime ve robot devrimine ilerliyoruz. İçerisinde yaşadığımız devrimi bilerek ve hissederek gidiyoruz ama bunu farkında olsalar da bu konuda, yapılması gerekenler konusunda cesur adımlar atması gereken insanlar. Mutlaka onların yapması lazım çünkü karar verici noktalar da onlar. Bunların yaşları işte 50′ler, 60′lar civarında yani 40 üzerindeki insanların risk alma adalesi çok düşmüş vaziyette. Üstelik hiç anlamadıkları, çok tehlikeli buldukları alanlarda dönüşüm geçirmeleri gerecek.
Oralarda dijital çevikliğin, dijital aklın, dijital cesaretin çok düşük olduğunu görüyorum. O yüzden de kaynakları da onlar tahsis ettiği için en çok zorluk orada. Orada bir sıkışmış, Y jenerasyon dediğimiz arkasından onları iteleyen Z jenerasyonu yani tabletle büyüyen… Ben ilk işe başladığımda 16 Kb bilgisayarı, 16 Kb şu anda söylerken bile tuhaf geliyor, 4.000 dolara falan satmaya çalışıyorduk. 16 Kb bilgisayarın içine ne konuyordu acaba? Bir şey koyamıyorduk herhalde. Satmaya çalıştığımız müşteri de şey diyordu, hiç unutmuyorum da bir tanesi, ne atlattımsa ikna olmadı, kızım bari bir bilgi saydır da onu göreyim şu ne işe yarıyor, gibi. Öyle şeylerden şu anda 30 senecik bir zamanda içeriden annesine, anne iPad parmağım kanıyor, diye gelen çocukların olduğu bir zamana geldik. Onun için bu Z’ler parmağını tablet için zanneden bebeklerin olduğu Z’ler ile -onlar 11-12′ye kadar olunca Z diyoruz- onun üstündeki Y’lere, X’lere müthiş baskı yapıyor esasında. Çünkü firmaların müşterileri onlar olacak.
Yeni nesil müşterileri artık her şeyde ekran görmek isteyecek. Bunlar ekran nesli. O nesli anlamıyor, işlerinin tepe yönetim ve önlerini açmıyor. Ben o konuda şu anda üst düzeyde çalışan bütün karar vericilerin çok ciddi sorumluluk taşıdığını düşünüyorum. Firmalarla irtibatlarımızda görüyorum. Var evet, bu önemli bir şey, yapmak lazım, algısı var fakat eylem yok. Eylem için cesur değiller. O eylemin gerektirdiği yeni yatırımları, yeni dönüşüm dalgalarını göğüsleyebilecek gibi değiller.
Siz peki X ve Y neslinin teknoloji alanında girişimcilik özelliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Girişimcilik özellikleri, X’lerde tabi çok fazla yok. Onlar daha güvenli alanlarda, konfor alanlarında çok rahatlar. Bir de tabi Türkiye şimdi gelişme sürecinde falan onun için konfor alanı meselesi önemli bir engel. Girişimcilik de böyle konfor alanı tanımıyor. Onun için tabi ki büyüklerin adalesi çok yok. Gençler yapsın. Onlar hep gençler bu gelecek sizin, siz girişimci olun, biz yapamadık siz yapın gibi bir sürü topu atıyorlar gençlerin önüne ama attıkları topu önünde bulan gençlerle bir kere o kafayla yetişmemişler. Birden bire girişimci olmaları söyleniyor onlara. Tamam, girişimci olalım ama önlerinde yeterli kaynak yok. Hadi, diyelim yeni bir şirket kurdu aynen trilyonluk şirketin muhatap olduğu bütün ticari koşullara o da muhatap oluyor. Çocuk daha ne işletme bilmiyorken, o vergiyi ver, şunu öğren. Bu girişeceği fikri bırakıp paçasını kurtarmaya karnını doyurmaya odaklanıyor. Onun için girişimci olmak şart konusu netleşti. Daha algı yüksek çünkü iş bulunamıyor. Zaten ya iş bulunamıyor, genç işsiz oranı da en yüksek ülkelerden biriyiz. Üniversiteli işsiz oranı en yüksek ülkelerden biriyiz. Hani biz rakamları süsleyip bakmasını seviyoruz ama derin kırılımlar da baktığımızda rahatsız olabileceğimiz tablolar da var. Onların bir tanesi de genç işsizlerimiz. Bunlar iş bulamıyorlar.
Bizim zamanımızda mesela özel sektör gelişiyordu. İşte Özal zamanında özel sektörle tanıştık. Ben de aslında Özal’dan sonra gelişen özel sektörün ilk mamullerinden bir tanesiyim. Uzun süre kurumsallaşan ve globalleşen dünyada iş hayatımın büyük bir kısmı kurumsal çalışan olarak geçti. Sonra 2006′da kendi şirketimi kurdum, girişimci oldum. O yaştan sonra ve 2 alanı da çok net karşılaştırabiliyorum. Yeni gençlerin, yeni neslin, yeni çağın isteklerini ve zorluklarını da algılayabiliyorum.
Şimdi çok farklı şeyler var. Bir kere üniversiteye arzu çoğaldı. İçi dolu mu onun? Değil. Yani kalitesi artarak, nitelikleri artarak bir arz yok. Sayısal olarak çok büyük artış var ama gerçek dünyanın istediği şeyler çok fazla. Onların, iş hayatının, gelişmenin, yeni çağın istediği yetkinlikler çok yüksek. Bir kere orada bir açık var. Tamam, arz var, aslında talep de var fakat nitelik, yetkinlikler kısa kalıyor. Öbür tarafta da zaten hiçbir zaman mezun sayısı kadar iş imkanı yaratılamıyor. Bundan sonra hiç yaratılamayacak çünkü robotik sistemlere geçiyoruz artık. Internet of Things diyoruz mesela. Akıllı sistemler diyoruz. Robotlar ve insanlar birleşiyor nerdeyse. Burada insanların yaptığı bir sürü iş zaten teknolojiye transfer oluyor. O yüzden de çalışma olanağı daralacak. Çalışma olanağı olan yere Qualification yetmiyor, yetkinlik yetmiyor artı bir de onun sayısı sürekli düşüyor. Dolayısıyla üniversite mezunu olmak artık hiçbir şey. Öyle bir kağıt. Bir kere kendini acayip geliştireceksin. Kişisel yetkinlikler çok yükselecek. Mümkünse birkaç tane alanda derin uzmanlığın olacak. Böyle teknoloji ile çok iyi entegre olacaksın. O zaman bir iş bulma ve bir iş istihdam fırsatı olabilir durumda.
Onun için aslında yeni iş modellerinin, çalışma modellerinin, yeni yetkinlik setlerinin çok çalışılması lazım. Nasıl hani bilgisayarlaşmak, bilişim sektörü birçok şeyi tepeden tırnağa değiştirdi, bugün dijitalleşme ve robotik sistemler de tepeden aşağı değiştiriyor. Bunun farkındalığının ben o kadar derin olmadığını görüyorum. O yüzden zaten şu anda yaptığım işi yapıyorum. İşte fütürizmi bir araç olarak kullanarak, geleceğe bakışı daha bilimsel, daha ciddi yapılır hale getirmek istiyorum. Yani şu anda mesela yeni sistemler kuruluncaya kadar hala en makbul çalışma alanlarından biri devlet memurluğu. Bu cevabı kimse beklemez ama şu anda bizim özel sektör gelişirken, devlet memuru da olunur mu canım, denirken şu anda tekrar makbul olmaya başladı.
Aslında fütürizme gelmeden önce biraz o vazgeçen girişimcilerden bahsedelim. Niye vazgeçtiler? Olayları neydi?
Bir kere girişimcilik öğrenilmesi gereken bir çalışma modeli ve ücretli çalışmaktan çok daha meşakkatli. Riski tamamen insanın kendisinin aldığı, her şeyiyle kendisinin kullanması gereken çok farklı bir model. Model bir kere çok zorlayıcı. Türkler ona hiç hazırlanmıyor. Bir kere buna arkadan bir hazırlığın olması lazım bir. İkincisi, diyelim bir cesaret etti. Bu sefer de altyapı ve üst yapı koşulları hazır değil. Onları destekleyen hiçbir şey yok. En büyük desteğin de tabi finansal konularda olması lazım.
Finansal konularda girişimciliği öğretme, öğrenme konusunda olması lazım. Bunlar hiç yapılandırılmış değil. Yani yapılıyor ama çok tesadüfi. Henüz daha çok sistemsiz ve daha işin çok başındayız. Böyle bir kültürümüz, böyle bir kodumuz yok. Onun için ne oluyor? Birçok girişim doğmadan ölüyor. Doğumdan kısa bir süre sonra ölüyor. Tam böyle işi ortaya çıkardıklarında köprü aşaması vardır. Büyümeye dönük bir yatırım alması gerekir. Orada hiç yatırımcı yok. Kimse bunlara inanmıyor. Lafta herkes girişin, girişin, diyor; para sahibi olan, sermaye sahibi olanlar böyle girişimcileri destekliyor mu? Hayır. Daha yeni yeni başladı. Melek yatırımcı falan parmağınızla sayacağınız kadar oldu.
Onların da fonları oldukça küçük. Devletin destekleri çok küçük. Yani özetle bu iş parasız olmuyor. Söylem var eylem yok, olmaz. Onun için çocuklar, insanlar vazgeçiyorlar. Aç kalıyorlar çünkü sürünüyorlar. Onu da biraz denedikten sonra ben yine bari ne yapayım, ücretli alana geçeyim. Yine kenardan kenardan yapmaya çalışırıma dönüyor ki bunlar işleri büyütmüyor.
Bu melek sermayeciler konusunda bilgilendirici çalışmaları var mı? Yoksa genel çalışmaları sadece yatırım bazlı mı?
Girişimcilik kültürünü geliştirmek. Bir kere insanları girişmeye, hem giriştikten sonra etapları hazırlamaya çalışan bir eko sistem, bir habitat yaratmaya çalışan önemli birkaç platform var. Bunlar çok düzenli olarak girişimcilik toplantıları yapıyorlar. Bu eğitimi, bu kültürü, dokuyu oluşturma konusunu üstleniyorlar. Girişimcilerin temelde böyle bir misyonu yok. Onlar bu misyonu, bu tedrisattan geçip hatta işlerini de karlı bir şekilde biraz koşturmaya başlamış kişileri yatırım yapmak üzere yine bu platformlarda girişimci seçiyorlar, daha doğrusu proje seçiyorlar. Var tabi ama son derece yetersiz. Çok bebek adımlar var daha. O pek girişimcilerin üstüne vazife değil. Onun yapması gereken platformların, üniversite sanayi işbirliklerinin çoğalması lazım. Adımlar var. Bebek adımları.
Türkiye’de fütürizm ne zaman başladı? Nasıl gelişti? Şimdi nelerde? Ne gibi etkinlikleri var? Şöyle genel tarihi bir panoramasını alabilir miyiz sizden?
Fütürizmin Türkiye’de resmi dernekleşme olayı 2005′te gerçekleşti. Alphan Manas ile birlikte 2005′te biz ve tabi ki ilk kurucu yönetim kuruluyla faaliyetlere başladık. 2008′e kadar Kanarya Sevenler Derneği gibi gittik. Fütürizm deyince, turizm mi ne? Kimse anlamıyordu. Bunu anlatmak bir vakit aldı. 2008′de biz ilk fütüristler zirvesi yaptık. Dünyanın en önemli fütüristlerinden birini getirdik. Jacque Fresco’yu. Onu getirince ve o olayla bir dönüm noktası yaşadık ve herkesin dikkatini üstümüze çekmeyi başardık. Üye sayımız arttı ve birçok proje geliştirdik. İşte Tekno Kadınlar, Fütürist Shuffle’lar yaptık. Fütürizm okulları açtık hatta ODTÜ’de bir Future Studies dersi koydurmayı başardık. Fütürizm konusunu akademik ortama da soktuk ve birçok genç fütüristler ekibi kurduk. Fütürist elçileri üniversitelerde atadık. Yani haldır haldır fütürizmi anlatmaya çalıştık. Peki, niye bunu yapmaya çalışıyoruz? Ne oluyor yani fütürist olunca ya da olmayınca? Bir kere fütürizmi, hemen onu düzeltelim çünkü genelde öyle bir algı oluyor. Sonunda “izm” var. Siyasi, dini, ticari bir politik tonu olabilir mi? Hayır, katiyen yok. Fütürizm meslekleşecek. Tıpkı tarih gibi insanların vazgeçilmez bakış açılarından, bilgi kaynaklarından, kalibrasyon merkezlerinden bir tanesi olacak. Geleceğe bakmayı öğretiyor aslında. Geleceğe bakıp sonra o gelecek için neler yapılmalı, neler tehlikeli, neler iyi olabiliri çözümlemeye çalışan, senaryolar kurgulayan çok ciddi bilimsel çalışmaların aslında özeti. Bir kelime ama altı çok kalabalık ve bu artık meslek olarak da resmen kullanılmaya başlandı ki bunu kartvizitine meslek olarak yazan ilk kişi benim Türkiye’de. Fütürist dedim ama altında açıklamasını yazmak durumunda kalmıştım. Hala da öyle yazıyor. En iyi gelecek tasarımcısı çünkü fütürizm aslında gelecek tasarımcısı. Nasıl bir gelecek istiyorsak onu bir tasarlayalım ve onu yapmak için çalışalım diyen bir yaklaşım, bir bütün.
Fütüristler firmalarla çalışıyor mu? Firmaların fütürizm departmanları var mı? Olacak mı? Bu ikisi arasındaki ilişki şu an nasıl? Gelecekte nasıl olacak?
Bu tozu herhalde ben IT sektörü başladığında yutmuştum. O zaman hiçbir şey yoktu, şimdi her şey var. Bir sürü meslek doğdu. Bu fütürizm alanında da böyle oluyor. Tabi ki şu anda şirketlerin fütürizm bölümleri yok, henüz fütüristler çalıştırmıyorlar fakat hepsi olacak.
Hepsi olmak durumunda çünkü geleceği kurgulamadan ilerlemek artık hiç mümkün değil. Gelecek kendi haline bırakılacak bir şey değil. Ne yapılacak tarafını da işte bu fütüristlerin, fütürizm bölümlerinin çalışmalarının açması lazım. Yurt dışında bayağı başladı. Yani yurt dışında mesela bu yıl yaptığımız en önemli şey aslında 1 Martları gelecek günü olarak kutlama günü olarak ilan ettik ve tarihi, geçmişteki zaferleri, doğanın ritmik tekrarlarını kutluyoruz. Bahar bayramı gibi. Geleceğe hiç bakan yok. Biz dedik ki, aslında geleceğin kutlanacak çok potansiyeli var. Gelecek hiç olmamış yani bir sürü şey yapabiliriz. Onu kutlayalım, dedik ve bunun için de boş olan bir günü, 1 Mart’ı seçtik ve 2013′te ilkini kutladık. Dünyadan da çok büyük övgü aldık bu anlamda. Şimdi hatta tarih dersi gibi gelecek dersi falan koydurmaya çalışıyoruz. O gelecek günü Keynot Speaker’larından bir tanesi Intel’den geldi ve kartvizitinde Intel Futurist yazıyordu. Yani resmen bordrosunu, maaş almasının sebebi bu mesleği icra etmesi. Onun için şu anda çok yok ama artıyor.
Ben hep şeyi sorguladım. Röportajlarda da sordum. Türkiye bu zamana gelene kadar ya da yakın zamanı diyelim teknolojiyle bir nevi tasarruf sağlamak için yerli katkı payını arttırmaya çalıştı. Artık teknolojiyi biz geliştirelim hırsı var mı? Kompleksli, kıskanç gençler var mıdır? “Sürekli dışarıdan yapılmasını bekliyoruz. iPhone 7 geldi, heyecanlandık. Windows 9 çıktı. Batı ne güzel yapmış.” diyen, böyle gençler görüyor musunuz? Ya da orta yaşlılar?
Böyle biz şunu yapalım, diye deli hevesi olan kimse görmüyorum. Çok kimse görmüyorum çünkü çok üzgünüm bunu söylediğim için ama bizim önce çalışmayı öğrenmemiz lazım. Bir iş nedir? İşe saygı nedir? Yapmak, yaratmak nasıl bir şeydir? Bu konuda gerçekten uzun yıllar yanlış şeyler yapmanın ve ihmal etmenin sıkıntısını çekiyoruz. Onun için gözünden ateşler fışkıran, aman ben de şunu yapayım diyen bir genel halimiz yok. Gençlerde tabi bu hemen hemen hiç yok. Gençler daha iş hayatına başlamadan son derece yorgunlar ve bezginler. Yoruyoruz onları. Zaten gördükleri şeyler onların motivasyonlarını kırıyor.
Önlerinde model olan büyükler o kadar depresif o kadar kavgacı, o kadar gergin, her şeyden yakınan. Ağzını bir şey için aç, olmaz şu yok ki, bizde olmaz, yok orada bir şey olmaz, yapamazsın diye seni sustururlar. Her şeye olumsuz bakan böyle büyük modeller, tabi ki böyle gözlerinden ateş fışkıran ben Apple’ın yerine şunu yapayım, şu uygulama ile dünyayı uçurayım, diyen yok. Mış gibi söyleyen çok ama bunun arkasında gereken iyi çalışmalar, hakikaten çok disiplinli yaklaşım yok, artı kaynak da yok. Olmayınca çok görmüyorum açıkçası. Çok görmek istiyorum. Biz fütüristlerin en büyük takıntıları da bu. Niye olmasın ya? Geçmişte olmaması şimdi olmaması manasına gelmez. Hadi bir başlayalım, heyecanımız çok yüksek. Bizim böyle heyecanımıza katılan insanlar var tabi. Hiç, hep laflarını ben hiç sevmem. Az diyelim. Onu da çoğaltmak için var gücümüzle fütürizm kanalından, damarından ilerlemeye çalışıyoruz.
Herkes globalizmden bahsediyor ama mesela Amerika dünyadaki tüm iyi beyinleri kendi ulusal toprakları içerisine topluyor.
Ama beyin çalışmak ister. Beyin rahat etmek ister. Çalışmak için zamana ihtiyacı var. Kaynağa ihtiyacı var. Niye bizden sanatçı çıkmıyor? Niye olmuyor? Çünkü gebertiyoruz onları, yaşatmıyoruz ki. Yaratım dediğiniz şey hayatınıza pat diye düşen bir şey değil.
Vahiyler geliyor da yapılmıyor. Yaratıcılık, buluşçuluk son derece sistematik, deli gibi çalışmayı isteyen şeyler. Yani bütün icatçılara bakın, hepsinin 1000 kere yapamadım, bilmem kaç kere yapamamıştım, şuradan atılmıştım, şuradan kovulmuştum, kaç kere iflas etmiştim falan. Steve Jobs’a bakın yani herkese bakın acayip mücadele var arkalarında. Dolayısıyla bu olmadan o işler olmaz. Bir laf vardır ben çok severim: ‘Hep denedim, hep yenildim. Olsun yine dene, yine yenil daha iyi yenil.
Mesela onlarda bilişim niye gelişiyor? İlk olarak o fikir olacak. O fikrin içerisinden deli gibi koşan çalışan birileri olacak fakat o olduğu anda da onun önünü açacak, onu kolaylaştıracak, o yaptığı şeyin değerli olmasını sağlayacak altyapının da olması lazım. Yani bir bakın bilişimde gelişen bütün ülkeler, durumlarda çok ciddi tahsisatlar var. Ya yerleri verilmiş, ya geri dönüşsüz krediler verilmiş, ya çok ucuza verilmiş. Vergiler alınmamış. Kaliteli insan çalıştırmak lazım bu buluşlarda. Onları nasıl ödeyeceksiniz? Hepsi sıfırdan yetişmez ki birilerini alıp getirmek, ithal etmek, dahil etmek lazım. Bunlar için hep para lazım, hep kaynak, hep destek lazım. Biri olmadan öteki olmuyor. Hem fikir ve atılımcılar lazım, hem de onlar koşarken onların terini silen, önünü açan, kolaylayan kaynaklar lazım. Bunları biliyorsak yaparız, yapabiliriz, diye ben yapı itibariyle hiç umutsuzluğa kapılmayan biriyim. Düştün mü, bir daha kalk. Demin söyledim ya, o sözlere çok inanırım. Buna ulusça da inanıp, inanan insanları çoğaltıp çok iyi şeyler yapacağımıza inancım tam. Karamsar konuşsam da ben genelde son derece umutlu ve son derece pozitif bakıyorum. Hele de geçirdiğimiz süreçle şimdi geldiğimiz noktayı karşılaştırınca.
Kendi kuşağınızı nasıl görüyorsunuz?
Çok ilginç bir şey var. 50′lerden sonra, 60′lardan sonra bir takım yaşamsal; bir kere deneyim, hayat deneyimi, yaşamsal deneyim çok şey katıyor. O yaşlarda ailenin hengamesi, iş hayatının hengamesi birazcık azalmış oluyor ve 50-60′lardan sonra eğer insanlar kendilerini iyi güncellemişlerse yani bu çağın dönüşümleri içinde kendilerini yenileştirebilmişlerse hakikaten hem deneyim, hem yaşam, hem iş deneyimleri, hem de bir de güncelleme ile gençlerden çok daha enerjik ve cesur duruyorlar. Böyle bir kısım da var. Bir kısım var ununu elemiş, eleğini asmış. 50-60′lar civarında da bir kesim var ki aslında belki gençlerde olmasını beklediğimiz atılımcılığa sahipler. O da hoş bir şey belki de denge ile kurtuluşu orada bulacağız. Herkes gençler yapsın diye beklerken eskiden bir vebalimiz de var. Gençlere iyi örnekler olamadık, onları yorduk. Bir grup ileri yaştaki insan belki bu vebali temizleyecek. Onların önünde koşup, onlara iyi örnekler olup, onlarla el ele, kol kola bu makûs talihimizi parlak bir geleceğe dönüştürebilecek diye umuyorum.
Peki teşekkür ediyorum. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mıdır? Ya da bir hikaye, anekdot?
Ben hep bir tane sloganım var. Her yerde bitiş cümlesi olarak onu söylerim. Her şeye rağmen gelecek güzel gelecek. Teşekkürler.
Söyleşi Tarihi : 5 Şubat 2014
“Müşterilerimiz dünyada tanınmış üniversiteler. Dünyanın en iyi ilk 10 üniversitesinden 3 müşterimiz var. Oxford, Harvard, MIT, İlk 100 üniversiteden 15 tane üniversitemiz var. Genelde Türkiye’den bütün üniversitelerden beyin ihraç edilir. Biz burada Türk bilim insanları olarak ürünleri geliştirip onlara yüksek teknoloji ürünü satan bir şirketiz. Sadece optik mikroskop pazarı dünyada 1-2 milyar dolar cirosu olan bir pazar. Çok küçük bir kısmı atomik kuvvet mikroskobuna ayrılmış durumda. Ortalama iyi kaliteli bir mikroskobun fiyatı 15-20 bin dolar civarında. Biz optik mikroskop alabilecek insanlara, atomik kuvvet mikroskobu satabilmeyi umuyoruz. Bunlardan sadece %2’sini böyle satarsak yıllık hedefimizi gerçekleştirmiş bulunacağız.”
1987 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra yeni kurulmuş olan Bilkent Üniversitesi’nde master ve doktora çalışmalarıma devam ettim. 1994 yılında doktoramı bitirdim. Master ve doktora çalışmalarım sırasında o zamanlar yeni Nobel Ödülü almış olan taramalı tünelleme mikroskoplarını ve çeşitlerini Türkiye’de imal ettim. Bunlarla değişik bilimsel araştırmalar yaptım. 94 yılında İngiltere’de, doktora sonrası çalışmalarımı yürütüp, 2,5 yılda Oxford Üniversitesi’nde çalıştım. Oxford Üniversitsi’nde çalışırken son 1 yılda Nano Magnetics Instruments şirketini kurdum. İlk ürünümüzü Japonya’da bir üniversiteye, İngiltere de imal edip, teslim ettik. 1999 yılında Türkiye’ye döndüm. Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak işe başladım. 2008′e kadar Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştım. Daha sonra Sabancı Üniversitesi’ne geçtim. Sonra 5 yıl Sabancı Üniversitesi’nde çalıştım. Şimdi kendi şirketimi yönetiyorum ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulunuyorum.
Peki kendi şirketiniz nasıl kuruldu? Neler yapıyor?
Bu şirket aslında tamamen şans eseri kuruldu. Bir gün Oxford’da laboratuvarda çalışırken birisi aradı: “Sizin yaptığınız işleri duydum, ilgimi çekti. Ben Japonya’da çalışan Britanyalı bir fizikçiyim. Japonya’da böyle bir ürüne ihtiyacım var.
Bize bir prototip yapar mısınız?” dedi. Buyurun gelin konuşalım, dedim. Daha önce İngiltere’de üniversitedeki laboratuvarı, bu işleri ilk yaptığımız laboratuvarı gezdiler. Yaklaşık 6 ay kadar konuştuk. Daha sonra onun danışmanlık yaptığı şirket bu işten vazgeçti. Ama bu arkadaş aslında Japonya’da profesördü. O bu projeyi çok ilginç bulduğundan kendisi bir fon buldu ve öyle bir prototip yaptık. Danışmanlık yaptığı şirket aracılığıyla bu hocaya sattık diyebilirim.
Daha sonra Türkiye’ye döndükten sonra hoca ile beraber bir sürü yayın yaptık. Bizim geliştirdiğimiz cihazlarla bir sürü bilimsel çalışma yaptık. 1999 yılında Türkiye’ye dönmüştüm. Genelde bu tip şeylerde ilk ürünü satmak önemli bir aşama. Daha sonra ne olacağı da önemli bir şey. Yani ilk ürünü yaptınız, sattınız daha sonra ikincisini satabilecek misiniz? Üçüncüsünü satabilecek misiniz? Ondan sonra ne olacak? Hepsi belirsiz şeyler. Bir yandan kendi laboratuvarımı kurmaya çalışıyorum Bilkent Fizik’te. Tabii o zamanlar bilimsel araştırma fonları çok kısıtlıydı. Bazı cihazları hep kendim yapar durumda olduğum için benim de ihtiyacım olan cihazları küçük bütçelerle yapmaya başladım. Türkiye’de de bu şirketin devamını kurdum.
Ankara’da, 99 yılı aralık ayında, Nanomanyetik Bilimsel Cihazlar şirketini, ODTÜ Teknoloji Geliştirme Merkezi’nde kurduk. O zamanlar çalışan kimse yoktu. Her şeyi ben yapıyordum boş zamanlarımda. İlk ürünü de yine aynı şekilde, doktora sonrası çalışmalarımı yaparken işimi aksatmadan yaptım. Sabah 9′dan akşam 6′ya kadar üniversitede çalışıyordum. Ondan sonra gelip yemeğimi yiyip akşam 9′dan gece 03′e, 04′e kadar çalışıyordum. Yaklaşık 6 ay bu şekilde devam etti. Tabii çok yorucu bir süreçti. İlk ürünü satıp, teslim edip, çalıştığını gösterdikten sonra başka bir ürün satabilir miyim diye araştırmalara devam ettim. Daha sonra yine işbirliği yaptığımız Japon şirketi benzer mikroskobun düşük sıcaklıklarda çalışan versiyonunu yapmamızı istedi. Kyoto Üniversitesi’ne geliştirdik. Orada ilk elemanımızı işe aldık. Kendisi hala bizimle çalışıyor. Bu şekilde başladık.
Şirketinizde kaç kişi çalışıyor?
Şu an itibariyle bizimle 23 kişi tam zamanlı çalışıyor. Üç tane doktoralı elemanımız var. Bir tane yabancı elemanımız var. Hindistan doktoralı fizikçiyi işe aldık ve kendisi sekiz aydır bizimle çalışıyor. Amerika’da bir ofisimiz var. Bir tane satış elemanımız Amerika’da çalışıyor. Ayrıca Amerika’da bir distribütörümüz var. Brezilya’da, Meksika’da, Almanya’da, Japonya’da, Hindistan’da, Çin’de distribütörlerimiz var. Bizi temsil eden şirketler var. Bizim yaptığımız atomik kuvvetli mikroskopları, oda sıcaklığında çalışanları, düşük sıcaklıkta çalışanlarını hatta 20 milli kelvine kadar mutlak 0 derecesini 20 milli kelvin üzerinde çalışanlarını bile burada Türk fizikçileri, kimyacıları ve mühendisleri ile beraber yapıyoruz.
Müşterilerimiz dünyada tanınmış üniversiteler. Dünyanın en iyi ilk 10 üniversiteden 3 müşterimiz var. Oxford, Harvard, MIT bunlar müşterilerimiz. İlk 100 üniversiteden 15 tane üniversitemiz var. Genelde Türkiye’den bütün üniversitelerden beyin ihraç edilir. Biz burada Türk bilim insanları olarak ürünleri geliştirip onlara yüksek teknoloji ürünü satan bir şirketiz.
Türkiye’de hep derler ya getirirler, montajını yaparlar, ürün olarak sunarlar. Kimsenin yapmaya cesaret etmediği böyle bir şeyi yapmaya nasıl cesaret ettiniz?
Biraz şartlar gerektirdi. Belki de bu tip işlerde şansım müşteriydi.
İki model var, ya bir müşteri buluyorsunuz, ön ödeme alıyorsunuz ve onunla şirketinizi büyütüyorsunuz ya da ilginç bir fikriniz oluyor ve size inanan bir sermaye sahibi buluyorsunuz. Yaptığınız ürünün iyi bir şey olabileceğini, ürünün satacağını düşünen. O size yatırım yapıyor. Hep böyle değişik bir şeyler yapmak istiyordum. O yüzden bu Japonya’dan gelen teklif ve bir prototip yapma sayesinde başladık. Yani ilk ürünü yapıp ortaya çıkarmak önemli bir aşama ama ondan sonraki aşamalar da en az onun kadar sancılı ve zor. Herhalde kısmen şans. Aslında daha çok şans ama o şansları iyi değerlendirdik. Belki daha da büyüyebilirdik ama Türkiye’de bazı şeyleri istediğiniz hızda yapamıyorsunuz. Sizi sınırlayan dış faktörler var. İş yaptırabileceğiniz başka alt yükleniciler ya da servis aldığınız atölyeler olsun, tasarımcılar olsun uygun bir çanta bile bulamıyorsunuz. Son olarak basit, kolay kullanılabilir, ucuz atomik kuvvet mikroskobu geliştirdik. Onun içine cımbızını, numuneleri koyacağımız düzgün plastik kutuları bulamadık Türkiye’de. Onu koyacağımız büyük, korumalı çantayı bulamadık. Bunların hepsi size enerji ve zaman kaybettiriyor.
Şu anda yan sanayiye ihtiyaç mı var?
Yan sanayiye mutlaka ihtiyacımız oluyor. Başlarda biz hep dışarıya iş yaptırıyorduk. Özellikle mekanik aksam için ama hem yavaş oluyordu hem de kaliteyi istediğimiz gibi tutturamıyorduk. Kaliteyi tuttursak bile fiyat her gittiğimizde %30 artıyordu. Böyle çok basit parçalar düzgün işlenmiyordu. Can suyu kredisiyle 2008′deki kriz sayesinde bir atölye açtık. Hemen hemen bütün mekanik parçalarımızı kendimiz imal etmek durumundayız. Şu an zaten belli bir hacme geldiğimiz için kendi kendini aşağı yukarı amorti ediyor ama hala çok masraflı. Yine de biz kaliteden ve yapabileceğimiz işlerden taviz vermemek için masrafı karşılıyoruz.
Çok hızlı prototip çıkartıp imal edip göndermemiz gerekiyordu. O yüzden servis alamadığımız şeyleri bazen kurmak zorunda kalıyoruz. En son bu yaptığımız üründe boyama sorun oldu. Eloksal kaplama sorun oldu. Bu tip şeylerde çok ciddi sorunlar yaşıyoruz.
Peki, Ahmet Bey mikroskobunuz hangi alanlarda kullanılıyor? Onlardan bahsedebilir misiniz?
Mikroskoplarımızı daha çok fizik, kimya malzeme bölümlerine sunuyoruz. Çok geniş bir kullanım alanı var. Bizim satışlarımız ağırlıkla üniversiteler, araştırma merkezleri ve yüksek teknoloji şirketlerine. Şu ara endüstriye de bunu sağlamaya başladık. En yeni müşterimiz Microsoft Türkiye.
Genelde bir atomik kuvvet mikroskobu 70.000 dolar ile 1 milyon dolara kadar çıkan çeşitlerde ama ortalama fiyat 100.000 dolar civarında diyebiliriz. Bizim o seviyede mikroskoplarımız var ama piyasada bir sürü üretici olduğu, biz dezavantajlı olduğumuz için Türkiye gibi bir yerden bunu yaptığımız için farklı bir açılıma yöneldik. Bu çok basit, kolay kullanılabilir çok ucuz mikroskobu yapalım dedik.
Kullanması çok basit, çok kolay. Küçük bir çanta içine koyuyoruz. Elinizde bile taşıyıp, kullanabiliyorsunuz. Bunu 15.000 dolara satmaya başladık. Satışlarımız fena gitmiyor ama bizim hedefimiz yılda 300 ile 1000 civarında satmak. Bu ürünle daha da büyük bir şirket olmayı hedefliyoruz. Diğer ürünlerimizi ve diğer mikroskoplarımızı geri plana atmadan tabii. Bu atomik kuvvet mikroskobu bir yüzey analizi için yeni bir çığır olacak.
Sadece optik mikroskop pazarı dünyada 1-2 milyar dolar cirosu olan bir pazar. Çok küçük bir kısmı atomik kuvvet mikroskobuna ayrılmış durumda. Ortalama iyi kaliteli bir mikroskobun fiyatı 15-20 bin dolar civarında. Biz optik mikroskop alabilecek insanlara, atomik kuvvet mikroskobu satabilmeyi umuyoruz. Bunlardan sadece %2’sini böyle satarsak yıllık hedefimizi gerçekleştirmiş bulunacağız.
Peki ürettiğiniz mikroskoplar içerisindeki elektronik ve yazılım payından bahsedebilir misiniz?
Aslında bu mikroskoplar için hepsi gerekiyor. Hem elektronik, hem yazılım. Çok ciddi bir optik aksam ve mekanik aksam gerekiyor. Aslında bütün bilim dallarının ve mühendislik dallarının içerisinde olan çok iyi bir mekanik tasarımınızın ve iyi bir optik tasarımınızın olması lazım. Biz bu mikroskobun içine çok kaliteli bir optik mikroskop bile yerleştirdik. Yaklaşık olarak 1,5 -2 mikrometre çözünürlüğü var. Odak ayarını da elektronik olarak yapıyoruz ve çok ucuz bir şekilde üretiyoruz. Elektronik ve yazılım ayrılmaz bir parçası tabii ama bunu bir kuş gibi düşünün. 4 kanatlı bir kuş gibi düşünün ya da çok kanatlı kelebek gibi. Bir kanadı olmazsa kelebek düzgün uçamayacak.
Yani optik kısmı var, mekanik kısmı var, elektronik var ve yazılım var. Bunların hepsini düzgün bir şekilde yapmanız lazım ve birbirleriyle çok uyum içerisinde çalışmaları gerekiyor.
Genelde böyle çok parçalı olduğunda herhangi bir yer çalışmadığında hiç kimse sorunu üstlenmiyor. İşte ya yazılımdadır deniyor, ya elektroniktedir deniyor ya mekaniktedir deniyor. Genelde bir problem olunca kimse üstüne almak istemiyor. En sonunda kafa kafaya verip sorunları aşıyoruz. Zaten artık yazılımsız hiçbir şey çalışmıyor. Bütün cep telefonları, buzdolabı da alsanız, çamaşır makinesi de alsanız içinde mutlaka gömülü bir yazılım var. Elektronik ayrılmaz bir parça.
Bilime ve teknolojiye, özellikle bilime daha çok yatırım yapmamız gerekiyor. Şu ara TUBİTAK ve diğer kuruluşlar çok fazla araştırma desteği veriyorlar ama burada ki bilimsel yani temel bilime ayrılan pay biraz azalıyor. Ve tamamıyla biraz daha geri plana itiliyor. Hem bir bilim adamı hem de bir girişimci olarak bunu bir tehlike olarak seziyorum. Piyasada başarılı olmak için kimsenin yapmadığı bir işi yapmanız lazım, bir yenilik sunmanız lazım. Bizim de 15 yıla ulaşabilmemizin nedeni şirket olarak çok küçük bir pazarda, uzun yıllar kimsenin yapmadığı bir işi yapmış olmamızdı. Sonra yavaş yavaş pazarı büyüttük. Kısmen de başarılı olduk çünkü rakiplerimizden bir tanesi bu ürünü taklit edip yapmaya başladı. Hala pazar çok küçük ama bu arada biz ürün çeşitliliğine gittik. Başka ürünler de geliştirdik. Atmosferde çalışan atomik kuvvet mikroskopları yaptık. Mutlaka ürün çeşitliliğine gitmeniz gerekti. Bunları yapmasaydık sanırım bu büyüklükte kalamazdık.
Ahmet Bey, siz nano teknoloji alanında çalışan bir şirketsiniz, diyebilir miyiz?
Bizim asıl çalışma alanımız nano teknoloji. Aslında çok genel konuştuk. Mikroskoplar ne yapar? Mikroskoplar bir gramofon gibi çalışıyor. Bir pikap gibi çalışıyor. Artık pikaplar da kalmadı. Çok sivri bir iğne var. Bu sivri iğneyi yüzeye yaklaştırıyorsunuz.
İğneyle kuvvetler arasındaki kuvvetleri ölçerek, yüzeye çok hafif değdirerek hatta bazen değdirmeden, yüzeyi hissederek yüzeyi tarıyorsunuz.
Yüzeyin kalitesini nanometre seviyesinde, bazı durumlarda atomik seviyede bile çıkartabiliyorsunuz. Bizim yaptığımız mikroskoplar yüzeyleri nanometre seviyesinde karakterize etmemizi sağlar. Ayrıca bu iğneyi değiştirerek ya da ucundaki sensörü değiştirerek yüzeyin manyetik alan haritasını çıkartabiliyorsunuz. Manyetik alan şiddetini direkt olarak ölçebiliyorsunuz.
Bizim yaptığımız ilk özgün ürün, yüzeyin manyetik alan şiddetini direkt olarak ölçebilen bir mikroskoptu. Uzun yıllar bunu kimse ticari olarak yapmadı. Şimdi Almanya’da bir rakibimiz var. Onlar bunu satmaya başladılar ama biz bu konuda hala dünyada en iyi olan şirketiz. Fakat pazar küçük. Büyümek için diğer ürünlere geçtik. Türkiye’deki atomik kuvvet mikroskobu pazarının yaklaşık olarak %40′ı bizim ürünlerimizden oluşuyor. En büyük oyuncu biziz.
Ülkeye bir başka katkımız da, bizim üretici olarak çok iyi servis vermemiz. Türkiye’de üretici olduğumuz için rekabet sağlayabilmemiz için Türkiye’deki bizi tercih etmeyen bilim insanları da çok daha uygun fiyatlarla mikroskop satın almaya başladılar. Biz pazarda yokken fiyatlar çok daha uçuktu. Şimdi daha makul fiyatlar var.
Peki yazılım burada nerede devreye giriyor?
Yazılım işin her yerinde, hatta mekanik tasarımda da yazılım var. Yazılımı 3 boyutlu tasarlama ve analiz programlarını kullanarak yapıyoruz ki tasarımı hızlı yapalım. Bir de prototip aşamasını hızlı geçelim. Bir ya da iki prototiple geçelim istiyoruz. Genelde beşi buluyoruz ama bu yazılımları kullanmazsak belki de on olacak. Biz aşağı yukarı her ürünümüzde beş kere prototip yapmış oluyoruz. Elektronik aksamları genellikle 2-3 prototiple yapıyoruz. Veriyi toplarken de ciddi bir yazılım var. Yazılım veriyi toplayıp önce saklıyor. Saklarken aynı zamanda bilgisayar ekranında gösteriyor. Veriyi topladıktan sonra değişik işlemler yapıp onu daha filtreliyorsunuz, gürültüden arındırıyorsunuz. Birçok işlem var. Bunları yapan yazılımın hepsini de biz yapıyoruz.
Son 2-3 yılda nano teknoloji çok konuşulan bir alan oldu. Şu anda nano teknolojinin durumunu genel olarak nasıl görüyorsunuz?
Nano teknoloji, temel bilimde ve mühendislikte gelinen noktanın, “Biz boyutları çok küçültmüşüz farklı şeyler var.” diye farkına varılmanın durumu. Aslında çok fazla yeni bir şey yok. Boyutlar küçüldükçe yeni etkiler ortaya çıkıyor. Bir kısmının doğru ve değişik bilim dallarında ve endüstrilerde ciddi etkisi görünmeye başlandı.
Türkiye’de nano teknoloji yurt dışı ile bağlantılı olarak çok önemsenmeye başlandı. Değişik merkezler kuruldu. İlginç şeyler olacak. Tabii nano dünyayı görünür kılan mikroskopların ve tekniklerin başında da, bizim de imal ettiğimiz bu atomik kuvvet mikroskopları ve taramalı uç mikroskopları denen aile geliyor.
Önümüzdeki yıllarda bunun nereye gideceğini göreceğiz. Nano teknoloji ismi çok popüler olduğu için reklam amaçlı da kullanılıyor. İsminde nano olan şirket sayısı 2 yıl önce 60 civarıydı. 3-4 tanesi dışında o şirketler nano teknoloji ile ilgili bir şey yapmıyor.
Peki, gençlere bilim ve teknolojide girişimcilik önerir misiniz?
Mutlaka öneririm ama bir; kimsenin yapmadığı bir şeyi yapsınlar. Türkiye’de taklitçilik çok fazla. Bu değişik işlere, inovasyon ve teşvik programlar var. Yarışmalar var. Türk Twitter’ı, Türk Facebook’u gibi şeyler. Gençlerin kimsenin yapmadığı ilginç şeylere yönelmesi lazım.
Temel bilimlerde çok ciddi bir atılım imkanı var. Kısmi olarak sosyal baskılar yüzünden Türkiye’de çok fazla desteklenmiyor. Gençler iş bulamayacağım, parasız kalacağım diye mühendisliği tercih ediyor.
Ancak bizim başarılı olabilmemiz için, kimsenin yapmadığı yeni şeyleri yapmamız lazım. Başkalarından farklı şeyler yapmamız lazım. Girişimcilik, ilginç. Ben 15 yıldır bu işin içindeyim. Geriye dönüp bakıyorum, çok fazla şey öğrendim ama çok da fazla çalıştım. Pişman mısınız derseniz, hayır ben çok zevk aldım. Çok eğlenceli bir iş.
Bazen günde 18 – 20 saat çalışmanız, bazen uyumadan çalışmanız gerekiyor. Zaten çalışma ile elde ettiğiniz sonuç lineer değil üstel olarak gider. Yani logaritmik.
Ailelerin tutumuna baktığımızda dediğiniz gibi iyi öğrencilerin aileleri genelde büyük şirketlere girmesini teşvik ediyor diye biliyoruz.
Girişimcilik Türkiye’de halen lafla teşvik ediliyor. Türkiye’de girişimciliğin ciddi bir teşviki yok. Yani verilen teşvikler ya da verilen girişimciliği özendiren meslekler de eskiye göre daha iyi ama yurt dışındaki Amerika’daki, Almanya’daki gibi ya da Hollanda’daki gibi rahat değil. Oralarda bizim gibi benzer işler yapmaya çalışan genç bilim insanlarına verilen destek “Al oğlum, bu parayla istediğini yap diyorlar.” diyebilecek kadar yüreklendirici. Türkiye’de gençler öncelikle yabancı şirketlerde çalışmak istiyorlar. İsmi büyük şirketlerde çalışmak istiyorlar ama ismi büyük şirketlerin çoğu kurumsal değil. Tabii bu hem girişimcilik için ciddi bir sorun, hem bizim gibi küçük şirketler için de bir sorun. Bir de böyle aykırı gençler bu tip şirketlerde çok mutlu olmuyorlar. Oralar genelde çok rutin, çok katı bürokrasisi olan, işlerin çok ağır ilerlediği yerler aslında.
Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı Ahmet Bey?
Biz 2013 Mayıs ayında 15.yılımızı kutladık. Geçmişe dönüp baktığımda bu 15 yıl çok eğlenceli geçti. Ben bunları yaptığım için çok mutluyum. Şu an 23 kişi çalışıyor. Onlara istihdam sağlıyoruz. Tabi bu arkadaşlarımın hepsi çok yetenekli kişiler. Biz olmasak da benzer işler yapıyor olacaklardı. Türkiye’de genç arkadaşlarla, pek yapılmayan bir şeyi yaparak burada imal ettiğimiz yüksek teknoloji ürünü cihazları, çok zor rekabet şartları altında, yurt dışına satabilmek ve bunların en iyi üniversitelerde, en iyi laboratuvarlarda olduğunu görmek benim için en büyük gurur kaynağı. Bunların da temelinde benim master ve doktorada yaptığım çalışmalar var. O sırada bütün ayrıntılarını öğrenip yapmasaydım bu seviyeye gelemezdik diye düşünüyorum. Tabii o araştırmaları fonlayan TUBİTAK, çok küçük fonlar harcamışlardı.
TÜBİTAK’tan aldığımız para sanırım 35.000 dolar mertebesinde bir paraydı. Yani temel bilimlere, 1992 yılında yapılan 35.000 dolarlık bir yatırım, şu an 23 kişiye istihdam sağlıyor. Bence temel bilimlere çok daha fazla destek verilmeli.
“Araştırmacılar, bir toplumun ışık kaynakları gibidir. Onlar toplumu aydınlatırlar. Sadece elektrik mühendisi uygulaması konusunda değil. Araştırma konusunda, araştırma kafa yapısına sahip bir insan, her konuda kendisini belli eder. Siz onu hurafelere inandıramazsınız. Ona dogmatik düşünceyi kabul ettiremezsiniz. Ve bunlardan toplumda yeteri kadar varsa, toplum aydınlıktır. Değilse karanlık kalır. Şimdi dolayısıyla, araştırma işi fevkalade önemli.”
Ben 1954’te Elektrik Mühendisliği Bölümü’ne girdiğim zaman, fakültede seksen kadar öğrenciydik. Daha önceleri, daha da azdı; on beş civarıydı. Başka da Elektrik Mühendisliği Bölümü yoktu. Senede 80 kişi giriyorken şimdi senede beş bin kişi giriyor bu bölüme. Bir kere sayı çok azdı o zamanlar. O öğrenciler de mevcut işletmelerden çok ileriye ümit bağlamış durumdaydı. Elektrik mühendisliği ileride hakikaten daha fazla gelişecek ve daha fazla iş yeri olacak diye. Benim tespitlerime göre 1950’lerde Elektrik Mühendisliği Odası kurulduğu zaman Türkiye’deki toplam elektrik mühendisi sayısı beş yüz mertebesindeydi. Radyolar ve haberleşme sistemleri vardı ama sayıları oldukça azdı. Çünkü üretim yerleri yoktu. Uygulama yerleri çok eksikti; devlet radyoları, telekomünikasyon sistemleri gibi.
Elektrik mühendisliğinin benim için cazip taraflarından birisi, matematik ve fizik temellerinin kuvvetli olması. Matematiği ve fiziği çok sevdiğim için onların doğal uzantısı olarak elektrik mühendisliğini istedim. Ama elektrik mühendisi olarak çok iyi işler bulacağımı düşündüğümden değildi. Gelecekte çok daha geçerli bir meslek olacağını düşündüğüm için girdim Elektrik Mühendisliği’ne. Tekrar ediyorum, sayı ve imkanlar çok azdı. Dolayısıyla bu önemli bir parametre.
1958’de kotalı ithalat rejimi oldu ve sonrasında ülke montaj sanayi gibi yerli katkıyı artırmaya çalıştı. Buna nasıl bakıyorsunuz?
Bu duruma çok olumlu bakıyorum. Bu, işin başlangıcıdır. Oradan başlıyorsunuz, sıfır aşağı yukarı değil mi? Üretim kısmı sıfır, uygulama kısmı iyi. Oradan başlıyor, yavaş yavaş ithalattaki parça sayısını azaltıyorsunuz ve kendiniz katkı yapıyorsunuz. Yani kendi üretim yerlerinizi kuruyorsunuz. Burada montaj yapıyoruz, dışarıdan getirmenin ne anlamı var deyip montaj sanayiye karşı çıkanlar da oldu. Ama bir yerden başlamalısınız. Biz de o şekilde yavaş yavaş tecrübe sahibi olduk. Hakikaten arkasından gelen şeyler de inanılmaz oldu.
Peki 1960’lı ve 1970’li yıllarda üniversite ile sanayi ilişkileri yoğunlaşabildi mi? Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Üniversite ve sanayi ilişkileri hala tartışılmakta olan çok önemli bir konu. Ben 9 sene boyunca dekanlık yaparken üniversite ile sanayi ilişkilerini güçlendirmek için çok uğraştım. Onun da bir emekleme evresi var. Diyelim ki ABD’ de elektrik elektronik konusundaki araştırmaların yüzde yirmi beşini sanayi destekliyor ise Türkiye’de çok daha azdı. Çünkü o dönem de yavaş yavaş iki taraf birbirini tanımaya başlamıştı. Birinin diğerine ihtiyacı vardı. Başlangıçta elektrik elektronik sanayi, sorularının cevabını dışarıdan aldı. Dışarıdan lisans alıyor ve başı sıkışırsa onlara soruyordu. Yani ne zaman ki Türkiye’de Ar-Ge faaliyetleri arttı, o zaman özgün ürünler üretilmeye başladı.1967’de Netaş kurulduğu zaman Ar-Ge Ünitesini de kurdu. Ondan önce de araştırma laboratuvarı diye PTT- Arla kurulmuştu. Çok mühim bir olaydı bu. PTT – Arla‘yı kuran ise elektronik sanayinin yaşayan tarihi denilebilecek birkaç kişiden biri olan Fikret Yücel’di.
İstanbul Teknik Üniversitesi, Elektrik Elektronik Bölümü mezunu ve aynı zamanda sizin de öğrenciniz olan babam, Tarık Özker hocanın devre analizi ve sentezi dersleri başlatmasının çok önemli olduğunu söylemişti. Ondan bahsedebilir miyiz? Türkiye’deki mühendislik yaşamına, elektronik mühendislerine ya da o tasarımcı bakışa nasıl bir etkisi olmuştur? Önemi nedir?
Türkiye’de devre analizi ve sentezi, enformasyon teorisi derslerini ilk defa Tarık Özker başlattı. Ama başlatmak kadar önemli olan işe ve her probleme bilimsel düşünceyle yaklaşmaktır. Derinlemesine öğrenmek, bilimsel ve akılcı yaklaşmak, soru sormak, araştırma yapmak… Ve neticede etkisi dünya ölçeğinde oldu. En önemli etkisi düşünen, irdeleyen, araştıran, modelleyen, prototip geliştiren mühendis yetiştirmek oldu. Bu çok önemli bir şeydi. Tarık Özker’le konuşmuştum, onun en önemli özelliklerinden biri, beraber çalıştığı kimseleri çok dikkatli seçmesi. Ve Türkiye’de devre teorisi kavramını geliştirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nde de bu kavramı oturttu. Yanına aldığı öğrenciler daha sonra bütün Türkiye’de çok önemli etkiler yaptılar. Bütün dünyada da tanındılar. Türkiye’yi bu konularda tanıttılar.
Yani Tarık Özker bir ekol mü oluşturdu?
Evet gerçekten bir ekol oluşturdu. Yepyeni bir şeydi, daha önce böyle bir şey yoktu. Ve dediğim gibi, dünya ölçeğinde bir ekol oluşturdu. Yani alt yapısı çok kuvvetli mühendisler yetiştirmek. Kafa yapısı çok iyi, araştıran mühendisler yetiştirmek.
Yetiştirdiği öğrenciler endüstride çok başarılı oldu. Daha da önemlisi, ekibi çok iyi mühendisler yetiştirdi. O ekibin çok büyük etkisi oldu. Dışarıya giden mühendisler geliyorlar, biz çok başarılıyız çok iyiyiz, sizlerin sayesinde oldu diyorlardı. Velhasıl kurduğu ekip, kurduğu bilimsel yapı, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada etki uyandırdı. Bunun tabi bir diğer özelliği de özgüven. Yani burada yetişen öğrenciler, bütün dünyada çok başarılı mühendisler oluyorlar. Dolayısıyla, Türkiye böyle elemanlar yetiştirir diye de bir güzel sonucu oldu.
Araştırmacılar, bir toplumun ışık kaynakları gibidir. Onlar toplumu aydınlatırlar. Sadece elektrik mühendisi uygulaması konusunda değil. Araştırma konusunda, araştırma kafa yapısına sahip bir insan, her konuda kendisini belli eder. Siz onu hurafelere inandıramazsınız. Ona dogmatik düşünceyi kabul ettiremezsiniz. Ve bunlardan toplumda yeteri kadar varsa, toplum aydınlık bir toplumdur. Değilse karanlık kalır. Şimdi dolayısıyla, araştırma işi fevkalade önemli.
Ben sizin o sunumunuzu da okudum. Elektronik sektörümüzün ihracatı küçük gibi gözüküyor rakamlarda, ama her şeyin içinde elektronik var demiştiniz. Bunun öneminden, içeriğinden bahsedebilir misiniz?
Elektrik elektronik sanayi ki ben bunu bu mesleği seçmek isteyen öğrencilere de hep söylerim, vazgeçilmez bir sanayi. Elektrik elektronik sanayi durursa otomobil sanayi ilerleyemez. Petrol sanayi durmak mecburiyetinde ama onlar dursa elektrik elektronik sanayi durmak zorunda değil. Yani diyelim ki bir otomobilin maliyetinin yüzde otuz kadarı elektrik elektronikte. Bunun payı da gittikçe artmakta ve otomobillerdeki yenilikler daha çok elektrik elektronik üzerinde olmakta.
Peki hocam bu anlamda Türkiye’deki teknokentleri nasıl görüyorsunuz? İşlevleri şu anda iyi mi? Tasarıma katkıda bulunuyorlar mı?
Türkiye’de teknokent kavramı oldukça yeni. Ben emekli olmadan önce çok azdı bunların sayıları ve etkileri. Bugün çok süratle gelişiyor ve ciroları çok artıyor. Önemleri günden güne artıyor. Üniversite ve sanayi ilişkisi gibi bazı şeylerin genellikle ihtiyaçtan doğması gerekiyor. Yani siz suni olarak bir şey yapmaya kalkışırsanız uzun ömürlü olmuyor. Şimdi bu teknokentlerin geçmişinin fazla uzakta olmamasına rağmen önem kazanması demek, buna ihtiyaç var demek. Uzaktan baktığınız zaman çok sağlıklı. İşte bu üniversite sanayi işbirliğinin göstergesi olmuş oluyor bir nevi. Oraya gelip prototip geliştiriyorlar, alet geliştiriyorlar. Endüstriden gelenlere, atılımcılara üniversite ve devlet imkan sağlıyor ama aynı zamanda da üniversite öğretim elemanlarına da bir imkan sağlıyor. Yani araştırmaya katkı yapıyor. Böylece ikisi orada birleşiyorlar.
Endüstri ve üniversite elemanları ve de üniversite sanayi işbirliği hepsi güçlenmiş oluyor. Teknokentlerin büyüklükleri artıyor, sayıları artıyor ama ürettikleri aynı derecede mi artıyor onun ölçülmesi lazım. Bunların yaptığı iş nedir, ölçüsü nedir, daha sayıları artırılmalı mıdır yoksa sayıları sabit tutulup verimliliği mi arttırılmalıdır, üzerinde çalışılması gerek.
Biraz da 80’lere gelmek istiyorum. İhracat konsepti var. Televizyon olaylarında bir patlama oluyor. Tabi ithalat da bir yandan serbest. O dönemi nasıl yorumluyorsunuz?
80’lerin en önemli özelliği bence dijital teknolojiye geçilmiş olmasıdır. Çok büyük bir değişiklik bu. Günümüz dünyasını şekillendiren ana unsur dijital dünya. Çünkü dijital sistemler analog sistemlere nazaran çok üstün, çok marifetli. Peki neden marifetli? Dijital sistemin içine bir mikro işlemci koyuyorsunuz ve çok çeşitli işler yaptırabiliyorsunuz. Ancak analoglar da böyle bir yetenek yok. Sanırım 84’lerden itibaren dijital santraller devreye girdi. Şimdi bizde zaten bir şey yok, bari en son teknolojiden başlayalım deyip, dijitallerden işe başladılar. Müthiş bir işti bu Türkiye’de. Halbuki satan şirketler diyor ki, “Bak analog ucuz, oturmuş bir teknoloji oysa dijital daha yeni, ne olduğu belli değil, pahalı” ama Türk mühendisleri orada bir ileri görüşlülük yaptılar. “Hayır” dediler, biz en son teknolojiyi alacağız. Ve Türkiye dijitalleşme konusunda Avrupa’da ikinci sıralarda oldu. Dünya sıralamasında da çok mesafe kat etti. Velhasıl, 80’lere damgasını vuran dijitalleşmedir.
Mühendisler arası işbirliği konusuna nasıl bakıyorsunuz?
Öyle aletler var ki o aleti ne bir elektronik mühendisi ne de bir makine mühendisi tek başına yapamaz. Bunların iş birliği yapması gerekiyor. Ama ben size şunu söylemek isterim;
Türkiye’nin çok önemli sorunlarından birisi özgüven. Birçok sorunun cevabı bu özgüvenin içinde. Size bu durumu açıklayan bir anımı anlatayım. Ben 9 sene dekanlık yaptım. Ersin Kaya 8. senesinde benimle bir röportaj yaptı ve Kaynak dergisinde yayınladı. Dedi ki, hocam dekan olarak en çok neyle uğraşıyorsunuz? Dedim ki, en çok öğrencilerin özgüvenini güçlendirmekle uğraşıyorum. Çünkü öğrencilerimizin özgüveni, olması gerekenin altında. Fakültelerine olan güveni olması gerekenin altında. Ülkelerine olan güveni olması gerekenin altında. Ben buna müthiş emek verdim. Mesela yeni gelen öğrencilerle toplantı yapıyordum. Diyordum ki, burada iyi bir şekilde işinizi benimser ve iyi bir mühendis olursanız dünya ölçeğinde çok iyi bir mühendis olacaksınız. Bunu örneklerle açıklıyorum. Sonra yurt dışına mesela Belçika’ya gidiyor ve orada çalışıyor bir mühendisimiz. O şirkette de 18 farklı ülkeden mühendisler var. Bizim durumumuz nasıl diye soruyorum. Efendim biz onlardan iyiyiz, diyorlar. Eğer insanların özgüveni yeteri kadar güçlü değil ise kendisine ait her şeyi kötü, gelişmiş ülkelere ait her şeyi iyi görüyor. Yani bizim meziyetlerimiz de kusur gibi görünüyor, onların kusurları da meziyet. Şimdi bu aşırı eleştiriler örneğin montaj gibi özgüven eksikliğinden. Esas sebep özgüven, anlatabildim mi?
Babamın hocasısınız, baktığınızda neredeyse bir 3 kuşak var. Bu aradaki farkları mutlaka görmüşsünüzdür. Mesela ben baktığınızda bu babamın nesli biraz daha atılgan, girişimci ki sonra sanayici oldular. Babamın pek çok arkadaşı da aslında o şekilde oldu. Nesiller arasında ki farkı nasıl görüyorsunuz? 80’lerde 90’larda 2000’lerde neler değişti size göre?
Evrensel bir şey var, tarih boyunca gelen bir yaklaşım var. Bir sonraki nesil, işte bizim zamanımızda şöyle çalışkandık, saygılıydık, şimdikiler değişti diye şikayet eder. Ben buna şöyle bir örnek vereyim; M.Ö 2000 senesine ait papirüs üzerine yazılmış bir yazı bulmuşlar Mısır’da. Diyorlar ki bizim zamanımızın gençleri çalışkandı, saygılıydı, şimdi ki gençler tembel, saygısız. Bu evrensel bir hikayedir. Daima bir sonraki nesil bir önceki nesli tenkit eder. Burada da belki amaçlardan birisi onları dürtüklemek. Daha iyiye ileriye gitmelerini sağlamaya çalışmak. Ben hiç böyle değilim. Ben hiç gençlerden şikayet etmem. Severim ve anlaşırım. Mesela benim torunumla aram süper. Benden iki kuşak sonrası olmak üzere. Kızlarımla hayli hayli öyle. Şimdi bunun ölçüsüne bakmak lazım.
Türkiye’de mutluluk ortalaması artıyor mu? Bir insan için temel amaç, mutlu olmaktır. Yani güzelliklerin farkına varmak, yaşamdan haz almak, ıslık çalıp, şarkı söylemek gibi. Eğer Türkiye’deki mutluluk ortalaması yükseliyorsa demek ki daha iyi yoldayız.
İhracat yükseliyorsa, üretim yükseliyorsa daha iyi yoldayız. Yani ben nesillerin nasıl değiştiğinden ziyade, bunun etkilerini ölçerek bir şey söylemenin daha doğru olduğu kanısındayım. Neticede nedir ulusal amaç, üretmek ve mutlu olmak. Amacımız çağdaş, gelişmiş ve saygın bir ulus olmak. Ülke için amaç bu. 20 sene önce ölç ve şimdi ölç. Eğer yukarıya doğru yol kat etmişsek bir sorun yok.
Bir de şimdi yaşam kalitesi diye bir kavram var, müthiş bir kavram. Yani önemli olan zengin olmak, fakir olmak eğitimli olmak değil; kaliteli bir yaşam sürdürmek. Tiyatroya gidiyor musun? Yaz tatiline gidiyor musun? Kitap okuyor musun? Çocuklarını eğitebiliyor musun? Dolayısıyla Türkiye’nin yaşam kalitesi yükseliyorsa, arkadan gelen nesiller daha başarılı anlamına gelir. Bunu bu şekilde ölçmek daha iyi.
Ben 59’da üniversiteye girdim. 2000 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nden emekli oldum. Ondan sonra 12 sene de Yeditepe Üniversitesi’nde çalıştım. Şimdi tamamen emekli oldum, ders vermiyorum artık. Ama akademik hayatın içinde olduğum sürece çok bilgilendim. Akademik hayatın yönetim kısmıyla, endüstriyle ilişkileriyle, öğretim kısmıyla; özellikle eğitim kısmıyla çok ilgilendim. Meraklıyım bu işlere. Ben diyorum ki, eğitim benim hem işim hem de hobim.
Ben diyorum ki, akademik hayatın, üniversitelerin geleceği, yetenekli gençlerin akademik hayata çekilmesine ve onlara verimli bir çalışma ortamının sağlanmasına bağlıdır. Ülkenin geleceği de buna bağlıdır. Buradan baktığımız zaman, bir fakültede bir bölümde yeteri kadar kaliteli eleman varsa ve öğretim üyesi başına öğrenci sayısı olması gerekenden fazla değilse o fakülte kaliteli mezunlar verir, ülke de ileriye gider. Şimdi buradan baktığınız zaman, maalesef durum parlak değil. Yani eskiden öğretim üyelerinin nitelik ortalaması daha yüksekti ve öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı da daha düşüktü. Şimdi üniversite sayısını birden bire artırdığınız zaman, her üniversitede elektrik elektronik bölümü olduğunda bu sefer öğretim üyesi sayısını hızlı bir şekilde artırmak için, kaliteden ödün vermek zorunda kaldınız.
Dahası var, öğretim üyeliği cazip olmaktan çıktı. Sonunda hem öğretim üyelerinin nitelik ortalaması düştü hem de öğretim üyesi başına öğrenci sayısı arttı. Bu ikisi de kaliteyi azaltıcı faktörler. Sadece bu değil, üniversitelerin 3 temel görevi var. Araştırma yapmak ve yayınlamak, kaliteli mezunlar vermek bir de kamuya danışmanlık yapmak. Yani üniversite sanayi iş birliği de o şekilde sayılır. Dolayısıyla sayının artmasının getirdiği avantajlar var değil mi?
Teknokentler artıyor belki, daha fazla eleman var. Ama genelde bunun ölçütü şöyle; eğer Türkiye’de üretim, özellikle katma değeri yüksek üretim, ileri teknolojileri artıyorsa, biz daha az ithal edip daha fazla ihraç ediyorsak iyi durumdayız sonucu çıkar. Fakat bu benim dediğim nitelik ortalamasının düşmesi, öğretim üyesi sayısının artmasının etkileri uzun vadede ortaya çıkıyor. Yani bugün iyi bir durum varsa, 5-10 sene süreyle o etkisini gösteriyor. Kötüye gittiğinde epey bir zaman sonra onun etkileri ortaya çıkıyor. Hemen hissetmiyorsunuz etkileri. Ama bu Türkiye’de göz ardı edilen çok önemli bir konudur. Hatta ilkokuldan itibaren üniversitenin sonuna kadar öğretim elemanlarının niteliği arttırılmalıdır. Öğretim elemanı başına öğrenci sayısı fazla olmamalıdır. Makulden fazla olmamalıdır. Bu Türkiye’nin temel sorunu.
Türkiye’de ki 25 yaş üstündeki insanların eğitim ortalaması 6,5 sene. Buna orta 2’den terk toplum deniliyor; bunun en azından 10 sene olması lazım. Eğitim konusunda çok gerideyiz. Çok çeşitli istatistikler var. Eğitim konusundaki açığımızı kapatmamız lazım. Ondan dolayı liselerin mecburi öğretim süresini 12’ye çıkardılar. Çok isabetli bir karar bu. Ama en önemlisi liselerde veya okullarda verilen eğitimin kaliteli olması.
Merak ediyorum, biz eğitimde Ar-Ge yapıyor muyuz? Mesela, matematiği ya da fiziği anlatırken öğretmenlerimiz mantık zincirleri kuruyorlar. Bu mantık zincirlerinin ne kadar basit ve anlaşılır olduğunu denetledik mi acaba? Orada bir takım kopan şeyler mi var? Ben hep bunları merak etmişimdir.
Ben önemli bir tespitimi söyleyeyim; matematikteki ortalama başarımız düşük, ben de diyorum ki matematiği iyi olan bir insan hayat boyu bunun yararını görebilir. İster ressam ister edebiyatçı olsun. Türkiye’nin önemli sorunlarından birisi, matematiği sevmeyen öğrenciler. Bunun da en büyük sebebi bu çocukların matematik öğretmenleri. İki zeki öğrenci, iyi bir matematik öğretmenine düşüyor, matematiği çok seviyor. Öbürü kötü bir matematik öğretmenine düşüyor, matematikten nefret ediyor. Dolayısıyla bu konuda araştırma yapılması lazım. Ne kadar öğrencinin, matematikteki ortalama başarısızlığının temel nedenleri nelerdir? Bundan yola çıkarak öğrencilerimiz matematiği nasıl sever, biz bu açığı nasıl kapatmalıyız diye de geniş kapsamlı düşünmeliyiz.
Bir şey daha söylemek istiyorum ki Türkiye için önemli.
Ben 6 sene Amerika’da kaldım. Amerika’daki Türkler, Japonlardan, Fransızlardan, Çinlilerden, Almanlardan çok daha iyi İngilizce konuşuyor. Yani İngilizce öğrenen Türkler gayet iyi ve dünya standardında. Fakat Türkiye liselerinde, zaten mezun öğrencilerin ortalama İngilizce düzeyi olması gerekenin çok altında. Finlandiya’yla ya da Hollanda ile Macaristan ile mukayese edersek çok gerideyiz. Bu tamamen eğitim sisteminin başarısızlığı. Yoksa çocuklar öğrendiği zaman çok iyi öğreniyorlar.
Hocam bir de İngilizce’den bahsettiniz. Prof. Dr. Aydın Köksal’ın da mühendislik eğitimi Türkçe olmalı gibi bir görüşü var. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Önemli bir konuya değindin, teşekkür ederim. Eğitim dili üniversitelerde İngilizce mi olmalıdır yoksa Türkçe mi olmalıdır? Beni yıllar önce Bursa’da bir panele çağırdılar. Ben de Boğaziçi’nde ders veriyordum. Dedim ki arkadaşlar burada eğitim dili İngilizce, ne diyorsunuz? Ön sıradaki bir kız öğrenci dedi ki, “Hocam, anlatıyorsunuz İngilizce ondan sonra diyorsunuz ki bakın burası çok önemli, burasını Türkçe anlatacağım.” İşte o zaman aramızdan bir duvar kalkmış gibi oluyor. Bakın öğrencimiz ne kadar da güzel ifade ediyor.
Şimdi sınıfta hoca Türk, öğrenciler Türk. Hocanın ana dili Türkçe, öğrencilerin ana dili Türkçe. Şimdi dersi İngilizce verdiği zaman hocanın verimi düşük. Türkçe verse çok daha verimli verecek. Öğrencinin verimi de düşüyor çünkü Türkçe dinlese verimi çok daha yüksek olacak. İki tane verim kaybı var. Bir de üçüncüsü psikoloji. Diyor ki,” Yahu biz birbirimize niye eziyet ediyoruz, sen Türksün ben Türküm.” Nedir arada ki bu duvar? Yani eğitimin yabancı dilde olması düşünülecek bir şey değil. Yani siz kendi resmi dilinizi kullanmıyorsanız bu da yalnızca koloni ülkelerde görülebilecek bir şeydir.
Sizin gözleminize göre şu anda Türkiye’de bilim teknoloji, Ar-Ge politikası var mıdır? Oluşturuluyor mudur yoksa oluşturulmuş mudur? Gidişat, belirlenen bir strateji çerçevesinde mi gidiyordur yoksa biraz daha hasbelkader mi gidiyordur? Nasıl bakıyorsunuz?
Bu her ülke için çok önemlidir. Buna bilimsel araştırma politikası deniliyor. Bilimsel araştırmanın birinci kademesi temel araştırma. Yani, sen bir araştırma yapıyorsun, bunun hemen yarın bir uygulaması yok. Ama ilerde işe yarayabilir. Daha önemlisi, öteki araştırmacılar bundan yararlanabilir. Böcekler var, ateş böceği diyorlar. Adam bunun mekanizmasını araştırıyor. Ondan sonra beyin ile ilgili bir araştırmada hiç umulmadık bir yerde bu araştırmadan yararlanıyorlar. Temel araştırma, kısa vadede, uygulama beklemeden, dağarcıkta bulunsun diye bilim dağarcığını geliştirmek amacıyla yapılan araştırmadır. Peki öbürleri neler? Uygulamalı araştırma. Uygulamalı araştırma projesini savunuyorum çünkü bu araştırmayı yaptığınız zaman devre geliştirme programı yapıyorsunuz. Buna da uygulamalı araştırma deniliyor. Bir diğeri de Ar-Ge; araştırma geliştirme. Yani içinde mutlaka geliştirmenin de olduğu araştırma.
Şimdi Türkiye’de herkes sanki araştırma ondan ibaretmiş gibi Ar-Ge, Ar-Ge diyor. Halbuki değil, o üçüncüsü. Bir ülke önce kendi şartlarına bakacak. Diyelim ki ben bir senede, bir araştırmaya bütçeden 10 milyar ayıracağım. Bunun da 2 milyarı temel araştırma, 3 milyarı uygulamalı araştırma. Diyelim ki, 5 milyarı Ar-Ge. Buna bilim politikası, araştırma politikası deniliyor. Böyle bir politikayı belirleyebilmek çok zor. Mesela bu temel araştırma ne işe yarar? Onun önemini anlayacak insan çok az. Yani siz çok seçkin adamları görevlendireceksiniz. Önce politikayı belirleyeceksiniz, ne kadarını temel araştırmaya, ne kadarını uygulamaya, ne kadarını Ar-Ge’ye vereceğiz diye. Ondan sonra ülke çapında tartıştırıp politikalarını belirleyeceksiniz ve uygulamaya başlayacaksınız. Şimdi bu çok zor bir şey ve Türkiye’de yapılmıyor. Dediğim gibi millete sorun, araştırma deyince Ar-Ge’yi söylerler. Halbuki o araştırmanın sonuncusu yani üçüncüsü.
Bu konudaki tarihsel bir gözlemimi sizinle paylaşmak ve bir şey sormak istiyorum. Eskiden Osmanlı’da ve İslam dünyasında çok katkıları olan bilim adamları olduğu söyleniyor. Ben şunu görüyorum: bilim var fakat bunun teknoloji ve mühendislik açısından sanayiye dönümü yok. Ondan sonraki dönemlerde teknoloji var, Ar-Ge var fakat bu sefer de bilim mi ihmal edilmiş? Yani bir dönemde biri var öteki dönemde de tam tersi.
Bunları fark etmiş olmanı büyük sevinçle karşılıyorum. Sonuncusundan başlarsak; deniliyor ki bir ülke kendi teknolojisini üretemiyorsa, kendi aletlerini üretemiyorsa, o iddialı bir ülke olamaz. Başka ülkelere bağımlı bir ülkedir. Peki, kendi teknolojisini üretebilmesi için ne kadar temel araştırma yapması lazım? Türkiye’de temel araştırma yapmak isteyen çok değerli bilim adamları var. Benim de arkadaşlarım var. Ama TÜBİTAK diyelim ki temel araştırmaya destek vermiyor. Bu adamın hevesi ölüyor değil mi? Halbuki o adam temel araştırmaları yapsa başarılı bir şekilde. Araştırmaya bir kere alışan biri ondan sonra uygulamalısını da yapıyor. Her probleme o şekilde yaklaşıyor. Onun için hem araştırmacı sayısı yeterli olmalı hem de temel araştırma, uygulamalı araştırma ve Ar-Ge arasındaki denge çok iyi bir şekilde kurulmalı.
TÜBİTAK 1963’te kuruldu. TÜBİTAK böyle bir ihtiyaç dolayısıyla mı kurulmuştu? O konuyla ilgili malumatınız var mı?
Sonuç itibariyle Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu çok önemli bir rol oynadı. Tabii hala da oynuyor ama her işin başı insan.
Tübitak içindeki insanların nitelik ortalaması yeterliyse çok iş yapıyorlar. Sizin oraya getirdiğiniz kişiler niteliğinden dolayı değil de, yakınlığınız olmasından dolayı ise o zaman da zarar bile verebiliyorlar. Onun için başlangıçta müthiş bir etki yapmıştı.
Sonraları bu müdahalelerden dolayı sarsıldı, verimliliği ve etkinliği azaldı. Günümüzde de etkinliği olması gereken yerde değil.
Hocam çok teşekkür ederiz, benim sorularım bu kadardı, sizin de eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Eklemek istediğim bir şey yok. Ben de teşekkür eder, başarılar dilerim.
Söyleşi Tarihi : 16 Temmuz 2014
Welcome to WordPress. This is your first post. Edit or delete it, then start blogging!