“Ben önümüzdeki 5-10 sene hep diyorum 2023 Türkiye’si ne olacak, diye. Hep konuşuyoruz tabi ama doğru adımlar atılırsa çok büyük şansımız var. Çünkü genç nüfusa sahip olmak çok önemli bir şey. Bundan 10 sene öncesine baktığınız zaman Türkiye hep geriden yetişmeye çalışıyordu. Şimdi Türkiye daha avantajlı konumda, aynı hızla devam edebiliyor çünkü iş alanı yaratılıyor, yatırım alıyor. Pozitif bir ortam var ve en azından insanlar daha iyimser.”
1976, İstanbul doğumluyum. Aile hep İstanbullu. Ailede benim dışımda hemen hemen herkes ticaretle uğraşıyor. Baba 17-18 yaşında liseden terk. Büyükbaba tüccar. Dayılar, amcalar falan herkes bir şekilde ticaretin içinde. Ben okulun başından itibaren hep başarılı öğrenci ama hep kendi kendinden, yani içten yanmalı motor gibi. Hiç kimsenin bir motivasyonu falan yok. Yani tipik baba vardır ya, iyi bir öğrencidir ve iyi okumuştur, çocuğunu da ittirir. Bizde öyle bir şey yok, kendi kendime ilerlemişim. Avusturya Lisesi’ni bitirdim 87′de. Sonra 95 yılında Boğaziçi’ne girdim. 95-99 arası Bilgisayar Mühendisliği Bölümü. Ben işte hep niye girişimci olduğumun hikayesini anlatırken bunu söylüyorum. Herkesin bir hikayesi var ve özellikle o gençliğini geçirdiğin, üniversiteyi okuduğun zamanı nerede ve nasıl geçirdiğin neler yaptığınla çok alakalı. Orada ben hep şeyi söylüyorum. 95-99 öyle bir dönem ki dünyada ve Türkiye’de, asıl dünyada tabi esas ticari internetin başladığı dönem, 94-95. 94-95′ten önce bir kere Windows 95 yok.
Donanımdan ziyade benim Architecture derslerinde vardı, elektronikten de dersler aldık, işte transistör nasıl çalışır öğrendik ama hiçbir zaman ilgim olmadı. Çünkü internet o kadar seksi bir şeydi ki. Hakikaten hikayeler o kadar inanılmaz ki. Mesela bizim zamanımızın arama motoru Yahoo’ydu ve Google ilk çıktığında çok iyi hatırlıyorum bu ne canım Yahoo var, Altavista var, kim gider de bunları kullanır, diyorduk. İlk Peer To Peer müzik Network’lerinin çıktığı zamanlar, Kazaa, Napster. Çok iyi hatırlarsınız 2000′ler, 2001′ler falan. Nasıl olacak da bunlar çalışacak? Korsan müzik, korsan film falan onların hepsinin çıktığı zamanlar aslında bu zamanlar. Bunların gazıyla aslında ben sadece bir sene Citibank’ta çalıştım. 99′da mezun olduktan sonra, büyük abilerimin de, “Önce nasıl iş yapılır öğren.” lafını dinleyerek. Ben de Citibank’a girdim, bir sene çalıştım ama hep kanımda vardı, hala Amerika’da ne olduğunu takip ediyordum. Hangi Dotcom kurulmuş, iş modelleri neler…
Hemen bir sonraki yaz, 2000′nin yazında Boğaziçi Bilgisayar Bölümü’nden bir arkadaşım San Francisco’da MBA yapmak üzere Amerika’ya gitti. San Francisco’ya gitmesinin tek sebebi internet dünyasına yakın olmak. İşte onun da orada anlattığı hikayeler var. Her masada bir Start-Up kuruluyor. İşte yurdun odasındaki postitlerde Start-Up asılıyor dördüncüyü arıyoruz diye. Böyle bir ortam var. Biz bir sonraki yaz yine Boğaziçi’nde mezunlar gününde konuşurken neler yapabiliriz diye, birkaç tane vardı. Bir tanesi Yemek Sepeti. Düşündük taşındık, olur mu olmaz mı? Birkaç fikirden biriydi. En sonunda en çok hepimizi bu heyecanlandırdı. Birazcık ondan sonra restorantlar ile görüşmeye başladık. Arkadaşlarımızla konuştuk, piyasa araştırması yaptık ufak çaplı. Baktık ki hakikaten böyle bir fikir, yani internetten paket servisi fikrinin bir geleceği olabilir diye düşündük. Önce ilk fikir işlerimizden ayrılmadan yapmaktı. Ondan sonra baktık ki bu iş öyle olmuyor yani hakikaten kolları sıvamak gerekiyor.
Yemek Sepeti başlangıç hikayesinden bahsedebilir misiniz? Restoranlarla ilk temaslarınız nasıl oldu?
Çok komik aslında. Yani biz mesela fikir aşamasındayken dört Boğaziçili olarak başladık. Dördümüz de restoranlara gidiyoruz, anlaşmak için. Ben o zaman bankada çalışıyorum, arada öğlen izin alıp iki tane restoran ile görüşüp geri geliyorum. Restoranlar tabi anlamıyordu ne olduğunu. Biz diyoruz ki işte internetten size sipariş göndereceğiz. Bir kere ilk sorun internet yok bende diyor ve internet nedir bilmiyor.
2000′in sonları. İnterneti bilen var ama gittiğin zaman direkt, bende internet yok ki, diyor. Biz de diyoruz ki, sende internet olmasına gerek yok. Biz internetten siparişi alacağız, sana yazılı bir biçimde geçeceğiz. Ya faksla, ya telefonla arayacağız seni. Yani sen yapmakta olduğun işi bildiğin şekilde yapmaya devam edeceksin. İşin teknoloji kısmını bize bırakacaksın. İşte ikna olan oldu, olmayan oldu tabi. Bizi bir sürü toplantıda eken oldu. İşte gittik mesela toplantıyı bekliyoruz, 10 dakika sonra bir garson eğiliyor kulağımıza arkadaşlar gelmeyecekmiş, bilmem ne bey sizi uğurlayalım, diye bizi dışarı buyur ettiler vs. 26 restoran ile başladık. İşte mantıcı, köfteci. Hatta ilk üç restoranı çok iyi hatırlıyorum. Sultan Ahmet Köftecisi, Park Burger bir de Etiler Mantı.
Peki, tedarik tamamen lokantaya mı ait?
Restorana ait tabi. İş modeli en başından beri aynıydı. Lojistik, tedarik hepsi restorana aitti. Biz tamamen pazar yeri oluyoruz, siparişleri alıp restorana iletiyoruz. O da siparişi hazırlayıp kullanıcıya götürüyor. Biz de en sonunda komisyonumuzu alıyoruz. İş modeli birinci günden beri aynıydı.
Yurt dışında bir muadili var mıydı?
Birebir muadili yoktu ama internetten paket servisi, internetten yemek servisi kapsamı vardı. Amerika’da hatta o zaman çok ciddi yatırım almış Webven, Cosmo, San Francisco’da bir iki tane benzer şirket vardı. İşte bunlar hakikaten, şimdiki Migros’un sanal marketi gibi çalışıyor ama sadece internetten alışveriş yapabiliyorsunuz. Bunların hiçbiri yürümedi. Hatta 2000′lerde Nasdaq çöküşünden sonra bunların hepsi battı, büyük paralar almalarına rağmen battılar, çünkü çok büyüdüler. Lojistiği üzerlerine aldılar.
Lojistiği üzerlerine mi aldılar?
Evet ve battılar, çoğu battı. Bizim model daha çok işin offline tarafını tedarikçiye bırakan ve tam olarak aslında işin elektronik, dijital tarafını yürüten bir model olduğu için ve nispeten masraf tarafını tamamen gelen siparişe orantılı olarak dayadığı için çok daha ölçeklenebilir bir model haline döndü. Çok da büyük bir yatırım ihtiyacı duymadı hiçbir zaman. Zaten biz eylülde şirketi kurduk yani istifaları ettik. 2000 Kasım’da kriz çıktı.
2001 krizinin etkileri nasıl oldu?
Şöyle oldu. Kriz tabi internete yapılan bütün yatırımları durdurdu. Vestel’in VeezyGo’su kapandı. Vestel Net. Vestel’in yaptığı ilk PC ve internet kampanyası. VeezyGo diye bir kampanya yapmışlardı. İşte Superonline internet satıyor, Escort PC satıyor, Casper bilgisayar satıyor.
Sonra paketler devri vardı değil mi?
Paketler devri. IXIR vardı. Tabi, tabi. İlk kestaneli televizyon reklamı. IXIR’de 80 milyon dolar batmıştı. O öyle bir dönem oldu ki. Bütün o büyük gruplar Vestel, Doğuş, Doğan E-Kolay, Sabancı Grubu’nun Türk.Net’i vardı. Bunların hepsi 99-2000′li yıllarda kurulmuş olan ISP’ler, İnternet servis sağlayıcılar, portallar, PC kampanyaları vs. o üç dört senede yok oldu. Çünkü bu işleri yapan holdinglerin kendi işleri o kadar büyük zarar aldı ki. Hepsinin bankaları var, işte çoğunun bankası battı, işleri acayip zarar gördü.
Herkes internetten elini ayağını çekti. Öyle olunca biz tabi yatırım alamadık. Aslında yatırım almak gibi bir hedefimiz de yoktu. Ama tabi bir kere şöyle bir şey oldu, internet ve teknoloji 3-4 sene boyunca durdu. Baktığınız zaman Türkiye’ye ADSL’in gelmesi 2002, 2003 hatta. Hala Dial-Up var, başka hiçbir şey yok. Yani hala evlerde 28,8 modemler ile bağlanıyorsunuz. Ondan sonra 56′lar çıktı. 56 Kb’den bahsediyoruz. Biliyorsunuz şimdiki en ufak hız 1 Mbit, 2 Mbit. Dolayısıyla bize siparişler o zaman en çok gündüz geliyor. Akşamları çok daha az sipariş geliyor çünkü o zaman evlerde internet yok genelde. Hafta sonları daha az sipariş geliyor. İşte biz ortaklar dönüşümlü olarak akşamları ofiste kalıp, siparişleri takip ediyoruz çünkü devamlı ofiste birisinin olması lazım. Biz böyle 7 gün sabah 9, akşam 11, bir iki sene devam ettik ve yavaş yavaş büyümeye başladık tabi.
Biletix çıkmış mıydı o dönemlerde?
Biletix tabi vardı. Biletix aşağı yukarı bizimle aynı zamanlarda başladı. Hepsiburada.com vardı. Hepsiburada.com’un ilk çıkışı işte 99 ya da 2000. Doğan Grubu’nun ilk satın alması da infoshop.com’du. Doğan Grubu infoshop.com’u alıp Hepsiburada.com yaptı. Ondan sonra Sahibinden vardı.
Gittigidiyor.com vardı, itiraf.com vardı. Sonra itiraf.com’u Ersan Özer, Ebi Grubu’na sattı. Aslında şu anda köşe başlarını tutmuş bütün şirketler o zaman da vardı ve bizimle benzer süreçlerden geçtiler. Gitti Gidiyor, Sahibinden, Hepsi Burada Hepsi o zamana kadar aslında kendi yağında kavrulup bir şekilde dönerken piyasanın büyümesi ile beraber, yani internetin yaygınlaşması ile beraber -Türkiye’deki internet kullanıcı sayısı 2-3 milyonken bugün biliyorsunuz 38 milyon yani 7-8 senede korkunç bir büyüme- o büyümeyle beraber bugünlere geldiler. Tabi ki pazarın büyümesi ve içeride hali hazırda mevcutta bulunan ve gerçek anlamda tecrübe edinmiş ciddi oyuncular, çok büyük hatalar yapmayanlar tamamen bugünlere geldiler aslında. Bize de aynı şey oldu, biz 2006′te 36 kişiyken bugün aşağı yukarı 250 kişiyiz. İşte 2005′in Nisan-Mayıs ayları gibi 1500-2000 arası sipariş alırken bugün 55,000 sipariş alıyoruz. Her sene yani 2009′a kadar %100′den fazla büyüdük. Ondan sonrada yavaş yavaş %80, %70, %60 işte son 2 senedir %50.
3G’nin de devreye girmesi işlerinizi olumlu etkiledi mi?
Tabi, mobil bir noktadan sonra devreye girince, internetin artık her yerden ulaşılabilir hale gelmesi ile birlikte; tablet devrimi ciddi anlamda, PC sonrası bilgisayar diyelim, işi çok değiştirdi. Yani insanların artık her yerden, günün her anında, istedikleri kadar ucuz bir şekilde internete girebiliyor olmaları kullanım alışkanlığını çok değiştirdi.
Sosyal medya kavramı ortaya çıktı, insanların interneti kullanma sıklığını çok artırdı. Eskiden yani bundan 5 sene evvel bir anket yaptırdığınızda ya da bütün çıkan araştırmalarda insanlar interneti ne için kullanıyorlar dediğinizde iki tane şey çıkıyordu: Haber, E-mail. Sonra yavaş yavaş video devreye girdi, yavaş yavaş oyunlar devreye girdi. Sonra sosyal medya devreye girdi. Sosyal medya devreye girince bir numarayı kısa sürede sosyal medya aldı, hala da öyle.
Yani internet eşittir Facebook, internet eşittir Twitter gibi bir şeye mi döndü?
Öyle bir algı var şu an tabi ama önceden öyle değildi. 3-4 sene evvel baktığınız zaman Facebook’un Türkiye’de yaygınlaşması aşağı yukarı 2007-08′dir.
Evet, evet. Doğru söylüyorsunuz.
2008-09 civarlarında kurulan bütün elektronik ticaret siteleri benzer şekilde kuruldu.
Örnek verebilir misiniz?
Markofoni mesela. Markofoni, Trendyol, Limango zaten Otto Grubu’nun Türkiye yatırımıdır. Yine o zamanlar 4-5 senedir piyasada olan E-store ve Leblebi vardı. Mesela bunlar arka arkaya battılar 2008-2009 gibi. İkisi de, biri nakit akışını yönetemediği için biri de şirket içi bir takım usulsüzlükler olduğu için kapattılar kapılarını. Şimdi bunlar tabi daha tam elektronik ticaret sivrilmeye başlamışken ortaya çıkan iki tane kötü hikaye, çok cesaret kırıcı oldu aslında ama Allahtan hemen arkasından tekstil sitelerinin, hem de fırsat sitelerinin devreye girmesiyle insanlar ciddi anlamda elektronik ticaret siteleri ile tanıştılar.
Gerçekten normal tüketici gözüyle tekstilin tutunabilmesi çok ilginç geliyor bana. Ayakkabı bile satmaları ilginç.
Ayakkabı, tabi tabi. Her şey vardı. Türkiye çok geç girdi.
Zaten aslında hacim anlamında çok ufağız. Toplam ticaretin hacmine baktığınız zaman, Türkiye’de e-ticaretin hacmi %1′ler civarındadır. %1′ler %2′ler civarında. Bu rakam Amerika’da %15-20′lerde neredeyse. İngiltere’de aynı şekilde. Daha Türkiye’de ona çok yolumuz var. Zaten şu rakam da onu gösteriyor, Türkiye’de aşağı yukarı 35-40 milyon internet kullanıcısı var ama şimdiye kadar sadece 7-8 milyon elektronik ticaret yapan kullanıcı var. Yani en az 1 defa internetten bir şey almış insan sayısı aşağı yukarı 7-8 milyon. Arada çok büyük bir fark var. Tabi önümüzdeki dönemde bunların olacağını göreceğiz.
Türkiye’deki bankacılık ve ödeme sistemlerinin E-ticaret’e etkisi nedir?
Aslında tabi Türkiye’de enteresan bir şekilde ödeme sistemleri de çok gelişkin. Bizde özellikle 2000 krizinden sonra kredi kartlarının bu taksit kampanyaları, bütün bu bonus temaları, bütün bu sadakat mekanizmaları aslında kullanımını çok yaygınlaştırdı.
Bugün baktığınız zaman Türkiye’de 60 milyon kredi kartı var. Türkiye’de ki POS sayısı tam rakamını bilmiyorum şu anda ama diğer ülkelere kıyasla çok büyük. Yani nüfusa oranladığınız zaman Türkiye aslında internette geride kaldı ama ödeme sistemlerinde oldukça ileride.
Bankacılık sistemimiz dünyada örnek gösteriliyor değil mi?
Evet, hem yaratıcılık anlamında hem ürün çeşitliliği anlamında hem de kullanım anlamında. Ama tabi bankalaşma oranında hala biraz gerideyiz. Yani nüfusun ne kadarı işlerini banka üzerinden yürütüyor noktasında baktığınız zaman biraz daha gerideyiz ama mesela mobil pos dediğiniz zaman çok yaygın. Hala bir sürü ülkede mobil pos kullanılmıyor. Bir sürü girişken ülkede. Şimdi Rusya’da kredi kartı doğru düzgün yok. Şimdi öyle baktığınız zaman mesela bu ülkelerde alternatif ödeme yöntemleri çok gelişti. Yani kredi kartı dışında ödeme yöntemleri çok gelişti. Mesela Pre-Paid sistemler gibi alternatif, direkt mobil üzerinden ödeme sistemleri çok gelişti. Türkiye’de bunlar çok gelişemedi. Mesela Paypal bile biliyorsunuz, Türkiye’ye daha 1.5 sene evvel girdi. Hala sivrilmeye çalışıyor. Çünkü Türkiye’de kredi kartları o kadar kuvvetli ki insanlar Paypal gibi ya da başka alternatif ödeme sistemlerine çok fazla ihtiyaç duymuyor.
Paypal’ın ödeme sisteminden bahsedebilir misiniz?
Tabi, Paypal’ın çıkış noktası şu: İnsanlar kredi kartını her sitede ayrı ayrı vermesinler, hem bir güvenlik sıkıntısı var. Kredi kartınızı verdiğiniz zaman kime verdiğinizi bilmiyorsunuz karşıda. Gayet güzel bir sitenin arkasındaki ticari kimlik güvenilmez olabilir. Onun yerine Paypal aslında bir Proxy aracı olarak ortaya çıkıyor. Aslında diyor ki, bana güven, kredi kartını bana ver, ben saklayayım. Ben senin Paypal Identity’ni, Paypal kimliğinde araya girip ödeme sistemini gerçekleştireyim. Yani , Paypal’a isterseniz bir Account açıyorsunuz, bir ön ödemeli hesapla para yatırıp oradan ödemenizi gerçekleştiriyorsunuz ya da orada kredi kartınızı tanımlıyorsunuz.
Paypal kimliği üzerinden, kredi kartınız üzerinden işlem yaptırıyorsunuz ama kredi kartınızın bilgilerini sadece Paypal görüyor. Paypal öteki tarafa ödemeyi kendisi yansıtıyor. Yani tüccar tarafına.
Facebook’la, Twitter’la insanlar internete daha fazla bağlandı.
Tabi, tabi. Onu diyorum işte. Birkaç tane unsur var. Birincisi 2003 te Adsl’in gelmesi. Arkasından nispeten sosyal medyaya yerli içerik, birazcık yerli içerik. Arakasında da hakikaten yeni nesil E-ticaret siteleri diyelim. Bunlarında başını grup satın alma ve özel satın alma bu dikey E-ticaret dediğimiz olaylar. Yani tek bir ürün grubuna ya da tek bir sektöre özel yaratılmış elektronik ticaret siteleri. Markofoni diye baktığınız zaman sadece tekstil ürünleri satıyor. Ne bileyim bir başkası baktığınız zaman bijuteri satıyor ya da takı satıyor. Sadece kozmetik satan siteler, sadece ayakkabı satan siteler. Ne bileyim sadece güzellik ürünleri satan siteler.
Sektör yatırımcıyı çekmeye başladı mı sizce?
Evet, Gitti Gidiyor çok iyi gitti. Biliyorsunuz 1.5 sene evvel E-bay Gittigidiyor’u satın aldı. Türkiye’deki ilk büyük satın alma zaten E-bay’in Gitti Gidiyor’u satın almasıdır. Arkasından Markofoni yatırım aldı, Trendyol yatırım aldı. Biz yatırım aldık.
Yurt dışı yatırımları mı?
Yurt dışı yatırımları. Hepsi büyük yurt dışı yatırımları ve rakamlar da kayda değer rakamlar. 100 milyondan tutun yaklaşık 300 milyon dolara kadar yapılan değerlemeler üzerinden yapılan yatırımlar bunlar. Daha küçük yatırımlar çok sayıda var. Yani 10 milyon, 20 milyon değerleme ya da 3-5 milyon değerleme üzerinden yapılan çok sayıda yatırım var. 100.000, 200.000, 500.000′lik yatırımlar çok dönüyor. İşte biz bundan 2 sene evvel birinci nesil internet girişimcileri diyoruz kendimize. İşte aşağı yukarı aynı seneler 99, 2000 yıllarında internetle haşır neşir olmuş ve internet girişimleri kurmuş, Gitti Gidiyor’un ortakları, bizler; Nevzat ile ben.
Sizin böyle bir bir derneğiniz oluştu mu?
İşte onu anlatıyorum. Farklı dernekler var biz iki sene evvel Galata İş Melekleri adında bir melek yatırımcılık şirketi kurduk. Galata Business Angels diye ve bizden sonra gelen yeni nesil genç girişimcilere yatırım yapıyoruz. Ağırlıklı olarak internet ve teknoloji sektöründe iş yapmak isteyen genç girişimcilere yatırım yapıyoruz, sadece yatırım değil tabi Mentor’luk veriyoruz. İşte gayri maddi bir takım yardımlarda bulunuyoruz işte akıl veriyoruz, strateji gösteriyoruz. Bir sürü okullarda konuşmalar yapıyoruz, forumlara katılıyoruz.
Yani hakikaten bu internet ortamındaki girişimcilik ekosisteminin büyümesi için bayağı çaba gösteriyoruz çünkü baktığınız zaman Türkiye’nin büyüyebileceği alanlardan bir tanesi bu ve dünyada da girişimcilere çok büyük önem veriliyor.
Çünkü son 5-10 senede baktığınız zaman nerede bakarsanız bakın dünyada yaratılan net istihdamın hemen hemen tamamı küçük veya büyüyen şirketlerden, Start-Up’lardan, girişimlerden geliyor.
Bu büyük şirketler, hantallıktan daha fazla büyüyemiyor ve genelde verimlilik uğruna küçülüyorlar ama küçük şirketler öyle bir hızlı büyüyorlar ki baktığınız zaman Facebook, Paypal, Ebay gibi siteler, şirketler bunlar hep internet şirketleri 2-3 senede 100-200 çalışandan, 9.000, 10.000 çalışana gelen şirketler. Türkiye’de o açıdan baktığınız zaman biz nispeten yavaş büyüyenlerdeniz. İşte Markofoni, Trendyol, Grupanya gibi şirketler 2-3 senede sıfırdan 200-300 kişiye geldiler.
Bunlar büyük yatırımlar alarak mı kuruldu?
Evet, öyle. Hepsi yatırım alarak kuruldu ve tabi lojistiklerini kendi içlerinde yaptıkları için yani bütün paketleme vs. işin içinde fiziksel bir aktivite var. Fiziksel aktiviteleri biz Absorb ediyoruz. Onları da kendi içlerinde yaptıkları için, orada da ciddi bir mavi yakalı nüfus var. Bizde de çok ciddi bir çağrı merkezi var. Bütün bunlar geliştikçe bunun aslında yan endüstrisi olan yazılım geliştirme, internet siteleri geliştirme gibi Creatif Ajans dediğimiz eski reklam ajansının yerini alan ya da onların bir şekilde dijital ajansa dönüşmüş versiyonlarını görüyoruz.
Eğitim kalitesinde OECD ülkeleri arasında son sırlarda yer almamız hakkında neler söyleyeceksiniz?
Benim açıkçası gözlemim son 10-15 senede eğitim sisteminin, eğitim kalitesinin hep geriye doğru gittiği yönünde. Çünkü bir kere çok fazla oynadılar. Sürekli yöntem, sistem değişti. Bizim zamanımızda biliyorsunuz ilkokul 5 sene, ortaokul 3 sene, lise 3 seneydi. Sonra işte 5+5 yaptılar. Sonra 4+4+4 yaptılar. Üniversiteye giriş, ÖSS, ÖYS iki sınav, bir sınav. Seçme sistemleri sürekli değişti. Bütün öğrenciler yollarda telef oldu. Tabi çok başarılı olacak öğrenci yine oluyor. Belli bir kapasitesi olan, belli imkanları olan çocuklar yine başarılı olabiliyorlar ama hala ben Türkiye’de eğitim sisteminde çok büyük eksikliğin yönlendirme ve rehberlik tarafında olduğunu düşünüyorum. Yani doğru insanları, doğru kanala yönlendirme. Türkiye’de insanlar halen kendi mesleklerini yapmıyorlar.
Şimdi aslında biz de kendi çevremizde tartışıyoruz, Amerika’da bir yaratıcılık iklimi var. Burada ise pek yok ve tüketim çok fazla.
Pompalanıyor.
Gerçekten Facebook, Twitter giriyor. Bir kitapta okumuştum, insan beyni aslında paralel Processing olayında çok iyi değilmiş, bilgisayar gibi yani. Mesela işle uğraşırken cep telefonuna giriyorsunuz bakıyorsunuz, bırakıyorsunuz tekrar geri dönüyorsunuz o sırada bir konsantrasyon kaybı ve verimsizlik oluşuyor.
Psikologların tamamının söylediği şey insan bir anda bir şeye odaklanabilir. Bu psikologların kesin kabul ettiği bir şey.
Aslında siz de ben de aynı anda birçok iş yapıyoruz. Multi-Processing yapıyoruz, konuşuyoruz ama bir yandan televizyon bir yandan iPpad’iniz, bir yandan da bilgisayardan E-mail’larınızı cevaplıyorsunuz. Öte yandan da arkadaşınız ile konuşuyorsunuz. Bu böyle gözüküyor ama aslında aynı anda, gerçek anlamda bir işe konsantre olabiliyorsunuz. Dolayısıyla çok ciddi bir dikkat dağınıklığı söz konusu.
İşte özellikle bu yeni kuşakta; Y kuşağı dedikleri…
Evet, aynen öyle. Onlar zaten tamamen çok çabuk sıkılan, kolay tatmin olmayanlar.
Hayat internetteki gibi hızlı akmıyor. En büyük sorun o zaten.
Aynen öyle tabi. Her şeye çok çabuk ulaşabileceklerini zannederken, bir anda gerçek hayatla yüzleştiklerinde hayal kırıklıkları olabiliyor.
Orada beyindeki Software’de bir sorun yaratıyor mu, onu sorguluyorum aslında.
Kesin yaratıyor.
Bizde mesela burada ciddi anlamda Y kuşağından insan çalışıyor. Şirkette onları adapte edebilmek, onları odaklayıp tutabilmek için ortamı çok eğlenceli bir yer haline getiriyoruz. Hızlı sıkılıyorlar, sıkıldıkları zaman langırt oynasınlar, pinpon oynasınlar geri gelsinler çalışsınlar. Yani en azından fazla aralıklı iş yapsalar bile oturduklarında odaklansınlar ve üretsinler. Çünkü aslında ürettiklerinde, üretim kapasiteleri de oldukça yüksek. Çok erken yaşta bir takım uyaranlara maruz kaldıkları için hakikaten zekiler ve hızlı hareket ediyorlar, hızlı iş yapıyorlar. Bir ya da iki önceki nesle göre çok hızlı iş yapıyorlar. Özellikle dijital ortamda ama iş fiziksel işlere ve yaratıcılığa geldiği zaman nispeten daha verimsiz olabiliyor.
Y jenerasyonu daha iktidara bile gelmedi.
Gelmediler. Doğru söylüyorsunuz. Öyle bir yön de var. İşin öyle bir tarafı var.
Ben önümüzdeki 5-10 sene hep diyorum 2023 Türkiye’si ne olacak, diye. Hep konuşuyoruz tabi ama doğru adımlar atılırsa çok büyük şansımız var. Çünkü genç nüfusa sahip olmak çok önemli bir şey. Bundan 10 sene öncesine baktığınız zaman Türkiye hep geriden yetişmeye çalışıyordu. Şimdi Türkiye daha avantajlı konumda, aynı hızla devam edebiliyor çünkü iş alanı yaratılıyor, yatırım alıyor. Pozitif bir ortam var ve en azından insanlar daha iyimser.
İşte 2000′lerin Türkiye’sine baktığımız zaman 4-5 sene, o kriz sendromu ile tamamen kendi içine kapandı ve kötümser, karamsar bir nesil yetişti. Okuldan mezun olduğu zaman, en iyi okuldan mezun olan, en iyi öğrenci bile dışarı çıktığında ne iş yapacağını veya iş bulup, bulamayacağını bilemiyordu 2002-03′ler öyle geçti. Şimdi öyle değil. Şu anda en azından bankacılığa ve internete baktığınız zaman hakikaten iş imkanları var.
Türkiye’nin neredeyse 170-180 tane üniversitesi oldu. Bu kadar çok üniversite; ne kadar kaliteli insan, ne kadar iş gücü ve hakikaten araştırmayı bilen, öğrenmeyi bilen kendini geliştirmeyi bilen genç yetiştiriyor çok büyük soru işareti.
Bu bence Türkiye’nin stratejik politikalarının birinci sırasında gelmesi gereken şeylerden bir tanesi çünkü gençliğinizi ne kadar yetiştirirseniz o kadar iyi. Ülkeyi 10-15 sene sonra idare edecek olanlar onlar. İnsiyatif alabilen, hakikaten zekasını kullanabilen, yaratıcı olan insanlar yetiştirirseniz ülkenin içinden bir şeyler çıkar. Hayır, tüketici bir nesil yetiştirirseniz de dışarıya mahkum kalır.
Türkiye’de biliyorsunuz, benim neslim 70′ler ve 80′ler tamamen apolitik ve bastırılarak geliştirildiğimiz için konuşmak, yüksek sesle konuşmak ne bileyim bağırmak, çağırmak, otoriteyi sorgulamak bunlar çok ayıp ve yapılmaması gereken şeyler. Aslında bence yaratıcılık ve anarşizm aslında birazcık kol kola gidiyor. Neden Amerika’da 80′lerde 90′larda çok fazla yaratıcılık var işte bu Çiçek Çocuklar örneğindeki gibi insanları ne kadar özgür bırakırsanız o kadar yaratıcı oluyor. Ne kadar baskı altında tutarsanız o kadar yaratıcılıktan uzaklaşıyorlar. Aslında koyun gibi oluyorlar. Tabi bu işin biraz daha politik tarafı. Niye Amerikan rüyası diye bir gerçek var çünkü adamlar daha 1920-30′larda hakikaten ekonominin tamamını serbest bırakarak, gel al, ne istiyorsan yap, yapıyorsan başarılısındır, kazanıyorsan da başarılısındır, diye bir strateji ile veya bir felsefe ile yola çıkıp, kaynakta sınırsız, toprak sınırsız, öz kaynak sınırsız bir yol benimsediler.
Takdir kültürü var bir de Amerika’da.
Hem takdir kültürü var hem de başarısızlığı rahatlıkla hazmedebilme kültürü var. Bizim en büyük eksiklerimizden bir tanesi başarısızlığı sevmiyoruz. Başarısızlığı kimse sevmez ama başarısızlık en az başarı kadar işin doğasında olan bir şey. Baktığınız zaman girişimlerde 10 kişi yola çıkıyor, 7-8 kişi başarısız oluyor, 2 tanesi de başarılı oluyor. O 8 tane adam, ben başarısız oldum bir kere, diye ikinciyi denemezse o 10′un 8′ini daha 2-3 yılda kaybettiniz demektir. Amerika’da buradakinin tersine, Ortadoğu kültürünün tersine o 8 kişi tekrar deniyor, tekrar deniyor. Adam ikincide, üçüncüde başarıyor. 1. kerede düşen adamı kimse ayıplamıyor, kalk bir daha yaparsın, diyor. Bizde düştüğü zaman, “Aa bak! Düştün mü?” diye ayıplayıp kişiyi daha da içine kapatıyoruz.
Bu bir kültür hakikaten ve kolay kolay da değişebilecek bir şey değil ama yeni nesil, biraz eğitim aslında tabi internet bizim için çok büyük bir şans. Eskiden yabancı kültürü görmek ve iletişime geçmek neredeyse mümkün değildi. İşte bir tek benim annemin, babamın yani 40′ların, 50′lerin neslinin yabancıların kültürü ile olan etkileşimleri sadece seyahatle ve önce sinema ile sonra televizyon ile başladı. Ondan sonra biraz da Avrupa’ya giden Türk’ler geri geldiler, onlar biraz bir şeyler getirdiler. Sinema, sonrasında televizyon çok kanallı hale geçtikten sonra daha da yakınlaştık.
Aslında internetin bizim gibi biraz geride kalmış ülkelere verdiği en büyük avantaj arayı kapatmak için o araya çok inanılmaz bir köprü atıyor olması. Bilişim köprüsü atıyor. Gerçekten Afrika’daki çölde yaşayan bir çocukla; Türkiye’de yaşayan, Almanya’da yaşayan, Amerika’da yaşayan bir çocuğun eğer internete sahipse teorik olarak sahip olabileceği bilgi ve üretebileceği değerin aslında farkı yok. İnternet öncesi devirde böyle bir şey mümkün değil. Hele bir de işin içine mobil girince iyice uçsuz bucaksız oluyor bu ve aslında aradaki farkı kapatabilme olasılığı mümkün oluyor. Bence bundan 10-15 sene evvel mümkün değilken veya ancak çok büyük sermaye ile böyle bir lokomotifle 3-5 sektörle bunu yapmak mümkünken şimdi internet sayesinde bilişim sektörü dediğim hikayede araya kapatmak ve değer yaratmak mümkün. Tabi bedava da olmuyor bu işler. Hakikaten çok ciddi efor, insan kaynağı, bilgi birikimi, kapital gerekiyor.
Bulut bilişim diyorlar. Onunla arama motorları çok daha zeki olacak. Bir tane Processing’i dünyadaki farklı bilgisayarlardan bulup sonra birleştirilebilecek. Bununla ilgili ticaret firmaları bu bileşim içerisinde yer alacak mı? Nasıl yer alacak? Onunla ilgili bir yorumunuz var mı?
Eskiden bir hizmete ya da ürüne sahip olmak için onu almanız gerekiyordu. Bu bir yazılım ise lisansını satın alıp kullanıyordunuz ama diyelim o yazılım pahalı bir yazılım ve siz aslında o yazılımı 3 kişi için kullanacaksınız, 23 kişi veya 2300 kişi için kullanacaksınız. Yazılım aynı yazılım. Parasını verirsen alırsın, vermezsen alamazsın. Bütün bu bulut ve internet hizmetleri aslında bu teknolojilerin bulut üzerinden, internet üzerinden yürütülmesi. Aslında bulut dediğimiz şey eskiden bilgisayarların üzerinde koşan işlemlerin artık merkezi bir takım noktalarda koşması ve yapılan işlerin daha basit bir hale gelmesi. O ortam üzerine de aslında bir sürü yaratıcı hizmet konulmasından geçiyor. Yani aslında tek başına bulut dediğiniz zaman bir şey ifade etmiyor. Bulutun üstüne ne koyduğunuz önemli. Bulutun üzerine paylaşımlı disk hizmeti koyduğunuzda artık bilgisayarınızı yedeklemeniz gerekmiyor ya da diskinizin boyutunun çok büyük olmasına gerek kalmıyor bir şey yedeklemek için, direkt buluta atabiliyorsunuz.
Yani böylece Back-Up almanıza, yedeklemenize gerek kalmıyor. Aynı program üzerinden, hem Laptop’unuzdan, hem Notebook’unuzdan, hem tabletinizden, hem telefonunuzdan aynı dosyaya erişebiliyorsunuz.
Turkcell bu işin PR’ını yapmaya başladı.
Doğru. Daha geriden yani halka inmedi tabi bunlar ama zaten halk bulutu bilmeyecek. Halk bulutun üstünde koşan servisleri bilecek. Turkcell bugün bulut diye tanıtıyor yarın öbür gün bulut üstünde koşan servisler olarak tanıtacak. Dünyada zaten böyle servisler var.
Türkiye’de var mı?
Dropbox diye bir ürün var. Demin bahsettiğim gibi yani. Size disk alanı veriyor. Siz istediğiniz gibi internette klasörlerinizi saklayabiliyorsunuz. İşte aynı anda, farklı mecralardan dosyalara erişebiliyorsunuz. Böylece eskiden ne vardı, bir dosyayı bir yerden bir yere taşımak için diskete koyardık. İlk 5 inçlik diskler vardı, sonra 3.5′luk inçler çıktı, sonra 2.5′luk inçler çıktı, sonra CD çıktı. Sonra Flashdisk çıktı. Şimdi bunlar hala var. CD neredeyse öldü.
İnternette video gönderimi hala çok yavaş.
Bunların hepsi için bulutta paylaşım alanları var. Mesela videoyu koymak için ben sizi CD’yi vermiyorum. Video’yu Upload ediyorum, siz oradan çekiyorsunuz.
İşte o Upload hızı sorun değil mi?
Evet, sorun. Türkiye’nin altyapısından kaynaklanıyor. Yani Türkiye’nin hakim bağlanma şekli Adsl. Adsl, biliyorsunuz asimetrik, Download hızı çok yüksek olabiliyor ama Upload hızı düşük. En yüksek bağlantı modelinde bile Upload hızı 1-2 Mbit’lerde kalıyor. Halbuki Download hızı 100-150 Mbit’lere kadar çıktı. Tabi bunların hepsi altyapı ile başlıyor. Yani altyapı iyi bir yere gelecek ki üst katman servis sağlayıcılar güvenilebilir ve üzerine iş konulabilir platformlar yaratacaklar. Onun üzerine de yaratıcı ve az sermaye ile yaratıcı akılla bir takım hizmetler ve ürünler geliştiren şirketler onun üzerine yaratıcı katma değerli hizmetler yaratacaklar. Aslında son kullanıcıya yansıyacak olan kısım o son katman ama tabi o son katmana gelene kadar arada bir sürü katman var. Bu otomotiv sektörü gibi, aslında baktığınız zaman iş gerçekten motorla başlıyor. Yan sanayisi var, benzini var. Bu sizin internette gördüğünüz bir site çıkana kadar aslında görülmeyen ve maliyeti neredeyse sıfıra yakın çok fazla hizmet alınıyor ve devam ediyor.
Mesela bu bulutun özellikle girişimcilere ne gibi bir faydası var. Bundan 10 sene evvel bir şirket kurmak istediğinizde, bir internet sitesi kurmak istediğinizde bir kere siteyi barındırmak istediğiniz bilgisayarı kendiniz almanız gerekiyordu. Fiziksel olarak. Alıp bir yerde barındırmanız gerekiyordu. Yani hem donanıma para veriyorsun hem barındırmaya para veriyorsun. Ondan sonra onun üzerinde ne kadarlık bir hıza ihtiyacın var 1 Mbit’lik, 2 Mbit’lik, 3 Mbit’lik, 10Mbit’lik. O hıza bir para veriyorsun. Güvenlik için önüne bir Firewall koyman lazım. Ayrıca bir cihaz koyuyorsun. Eğer birden fazla cihazın varsa onların arasında bir yük dağılımı yapmak için başka bir cihaz koyuyorsun. Bunların hepsi yatırım demekti. Bugün bunların hepsine servis olarak ulaşmak mümkün. Bir şirket olarak diyorsunuz ki, ben site açacağım ama ne sunucu almak istiyorum ne Firewall almak istiyorum ne Rooter almak istiyorum. Hiçbir şey almak istemiyorum. Bir altyapı sağlayıcıya, bunların hepsini bana yazılım olarak ver, diyebiliyorsunuz. Altyapı sağlayıcı bunların hepsini sanal bir ortamda size anahtar teslim verebiliyor. Siz bilgisayarınızı, aslında işinizi kurduğunuz bilgisayarı, sunucuyu, Firewall’u, Rooter’ı görmeden işi bitirebiliyorsunuz ve bunlar o kadar komik fiyatlara erişilebiliyor ki. İşte ayda 30 dolara, 50 dolara, 100 dolara işinizi başlatabileceğiniz bir ortam kurmanız mümkün ve bunlar yarım saatte, bir saatte bitiyor. Giriyorsunuz aboneliğinizi başlatıyorsunuz, kredi kartınızı veriyorsunuz, düğmeye basıyorsunuz, 10 dakika sonra sunucu hazır. Üstüne programını yüklüyorsunuz, düğmeye basıyorsunuz ve site açık. Bu, benim işe başladığım dönemde bundan çok daha zordu.
Eskiden bir işlemci üzerine bir işletim sistemi koşuyordu. Yani bir çekirdek. İçinde o çekirdeği barındıran bir işlemci ve o işlemciyi kontrol eden ve ona bütün komutları gönderen bir tane işletim sistemi. Önce ne oldu? Önce aslında bir işlemci ve birden fazla çekirdek koymaya başladılar. Yani Paralel Processing tek bir işlemcinin içine girmeye başladı. Yani aynı komutu iki tane işlemciye göndermeye başlıyorsunuz ve paralel işlem yapmaya başlıyorsunuz. Ondan sonra onlar 2′den 4′e, 4′ten 8’e çıktı. Ondan sonra aynı ana kart üzerinden 1′den fazla işlemci konmaya başladı. 1′den fazla soket konmaya başladı. Bugün siz bir tane sunucu almaya gittiğinizde, bir tane sunucu siparişi verdiğinizde, dört soketli üzerinde her biri onaltı çekirdekli yani bir anakartta 64 çekirdekli bir sunucu alabiliyorsunuz. 64 çekirdekli Paralel Processing yapabiliyorsunuz demek bu. Her çekirdekte aşağı yukarı hız olarak bundan 15 sene evvelki Pentium’un 20 katında iş üretiyor. Yarattığınız Computer Power’ın haddi hesabı yok. Bunun üzerine de sanallaştırma geldi. O da ne demek, eskiden bir işlemciye bir işletim sistemi düşerken araya bir katman koydular. Bu ara katman kendi üstünde birden fazla işletim sistemini yönetebilir hale geldi. Yani aynı anda çalışan, ara katmana komut veren; ara katman işlemciyi kontrol ediyor, işlemci yukarıda birden fazla Operating System’a hizmet ediyor. Böylece ne oldu. Eskiden bir donanım için, örneğin ben bir iş yaptırmak için Yemek Sepetini kurdum. Bir iş yapmak için bir sunucu alıyorduk. O sunucunun da başlangıçta ne kadarını kullanıyorduk, %10 kapasite ile kullanıyorduk. %15 kapasite ile kullanıyorduk. %20 kapasite ile kullanıyorduk. Bilemediniz en yoğun saatte %70,%80′e çıkıyordu. Sonra yavaşlıyordu. O %10, %20′lere düşünce ne oluyor, kapasiteyi aslında atıl bırakmış oluyorsunuz. Sanallaştırmayı koydukları zaman ne oldu, siz aynı makine üzerine %10,%20 çalışan saatte, 5 tane sanal makine koşturabilir hale geldiniz. Bu neyi değiştirdi? Hem maliyetleri ucuzlattı çünkü makineyi kiralayan taraf sanal makine kiralayabilmeye başladı. Aynı makineyi sadece 1 kişiye verebilirken, 5 kişiye verebilir hale geldi. Bugün artık tek bir makinede yüzlerce işletim sistemi koşturmak mümkün. Tek bir fiziksel makinede, gördünüz dört tane soketli, 64 Procesor’lu, üzerinde Terabyte seviyesinde hafıza olan, Ram olan yüzlerce sunucu koşturmak ve o yüzlerce sunucu üzerinde binlerce Web sitesi ya da binlerce iş yapan yazılım koşturmak mümkün ve bunların hiçbiri birbirini etkileyemiyor.
Bunlar 2000′lerin ortalarında mı yaygınlaşmaya başladı?
Bunlar 2000′lerin ortalarında yaygınlaşmaya başladı. İşte bunların aslında evrildiği, geldiği son nokta da bulut. Bulut da aslında bu sanal işletim sistemlerinin her birini sizin bildiğiniz sunuculardan alıp, yerini bilmediğiniz bir sunucuya atıyorsunuz. Tabi bunların arasındaki felaket senaryoları, felaket kurtarma senaryoları, çoklandırma hizmetleri vs. gibi şeyleri düşündüğünüz zaman artık %100 Uptime, %100 çalışabilir hale gelmek için gerekli olan bütün altyapılar hazır hale gelmiş oluyor. Yani siz siteyi bir yere koyuyorsunuz sanal ortamda ve diyorsunuz ki, bir tane yedeği de başka yerde koşsun, burada bir şey olursa öteki taraftaki devam etsin. Bunların hepsini aslında siz makineleri, ortamları görmeden yapıyorsunuz.
İnternetten giriyorsunuz, diyorsunuz ki, bana bir tane Windows 8 işletim sistemi aç veya Linux işletim sistemi aç, üzerinde bu Database koşsun, üzerinde bu internet sunucu koşsun. Bunların hepsini normal Yemek Sepeti’nden sipariş verir gibi sipariş verebiliyorsunuz ama mühim olan bunları kullanarak yarattığınız katma değer. Bunun üzerinden Markofoni’yi yaratabilirsiniz, Yemek Sepeti’ni yaratabilirsiniz. Bambaşka 1001 tane iş modeli yaratabilirsiniz. Girişimciye bunların en büyük faydası, ilk aşamadaki para gerektiren, zaman gerektiren süreci minimuma indiriyor olması. Böylece aslında, fikrin yani sadece bir fikrin, fikirden iş aşamasına gelmesi çok kısalmış oluyor. Yani normalde bundan 15 sene evvel fikirden iş modeline geçiş ve anahtarı çevirmek için gereken süre belki 1 sene ise şimdi artık bu süre 2 – 3 aya indi.
Buna karşılık rekabet çok daha yukarılara çıktı. Çünkü artık fikri olan iş kurabiliyor.
Evet, yani çok tutulan fikir için bayağı bir kafa patlatmak lazım.
Neredeyse imkansız, ben hep aynı şeyi söylüyorum. Fikir bulmak dediğiniz şey öyle oturduğunuz yerde olmuyor. Sizin aklınıza gelen fikir muhtemelen aynı civarda yaşayan 10 kişinin daha aklında var. Dünyada yaşayan 2000 kişinin daha aklında var. O yüzden tek başına fikir hiç bir zaman para etmiyor. Tek başına fikir ile fark yaratmanız artık neredeyse mümkün değil.
Çok ciddi çalışma gerekiyor yani.
Çok ciddi çalışma gerektiriyor. Yine ne olursa olsun farklılaşma gerekiyor ve fikri kim hayata geçirirse o kazanıyor.
Mecidiyeköy’de ya da Fatih’te ya da Erzurum’un bir ilçesinde yaptığınız bir hizmeti, yarattığınız bir iş modelini, fikri; Japonya’daki, Almanya’daki, Finlandiya’daki bir adama satma ihtimaliniz inanılmaz artmış oluyor. Yani bundan 10 sene evvel bunu yapma ihtimaliniz neydi? Bundan 5 sene evvel neydi? Artık dünya inanılmaz küçüldü ve lojistiğin de ne kadar geliştiğini düşünürseniz bugün Amerika’dan buraya herhangi bir şey aldığınızda gümrükten geçtikten sonra evinize her şeyi 1 günde isteyebiliyorsunuz. Gerçekten 2 gün içerisinde her şey kapınıza gelebiliyor.
Algı yaratmak çok zor olmuyor mu artık?
Fark yaratmak çok zor. Evet ama imkanlar sınırsız. Olasılıklar sınırsız. Artık olay tamamen insanın kendisinde bitiyor. Çünkü hemen hemen teorik olarak herkesin eşit şansı var. Pratikte hala para önemli, hala para fark yaratıyor, nerede büyüdünüz, çevreniz hepsi fark yaratıyor ama teorik olarak hakikaten kablonun ucunda, kablonun ucuna geldiği zaman herkes aşağı yukarı aynı imkanlara sahip.
Üniversite ile işbirliğiniz var mı?
Var tabi. Yemek Sepeti olarak birebir bir üniversite ile ilişkimiz yok ama Yemek Sepeti’nin kurucuları olarak pek çok üniversite ile konuşmaya gidiyoruz, bir takım programlara yardımcı oluyoruz.
Genel olarak şikayet edilir üniversite sanayi iş birliği konusunda. Siz neler söyleyeceksiniz?
Yok, üniversiteler özellikle bu işin girişimcilik bacağına ciddi anlamda katkıda bulunmaya başladılar. Hatta artık orada, üniversiteler tarafında yeni nesil bir yarış çıkıyor. Yani mesela Özyeğin Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi gibi üniversiteler. Bahçeşehir Üniversitesi. Biraz da genelde özel sektörden geliyor. Yani vakıf üniversitelerinden geliyor..
Bahçeşehir Üniversite’sinin inanılmaz bir uygulaması var.
Coop diye bir uygumaları var onların. Sadece o değil. Nispeten vakıf üniversiteleri ve sektörün çıkarttığı üniversiteler olduğu için yine özel sektörü beslemek üzere insan yetiştirme konusuna daha odaklılar. Dolayısıyla biraz daha girişimciliğe yöneliyorlar.
Niye bilişimcilik ile girişimcilik biraz daha beraber anılıyor, çünkü anlattığım hikayeden dolayı. Yatırılacak olan sermayenin çok az olması ve ana sermayenin beyin olması bir girişi en kolay girişimci olunabilir iş dalı haline getiriyor. Yani bugün, araba üreticisi olmak istiyorum, dediğin zaman olamazsın. Ancak belki Nish bir araba üretirsin. İşte bizim Türkiye’deki tipik mucit hikayesi gibi olursun. Ancak bir tane prototip üretirsin, orada kalır ama bilişimde iş öyle değil. Gerçekten bilişimde fark yaratan bir ürün yaratmak mümkün. 4 arkadaş bir araya gelip 3-5 ay çalışıp, dünyaya satacakları bir iş yaratmaları gayet mümkün.
Hangi sektörü söylersek, söyleyelim üretime dayalı bir iş yapacaksanız işin içine çok büyük kapital giriyor ve çok büyük giriş bariyerleri giriyor ama bilişimde bir kasa, bir masa, diyordu eskiden büyüklerimiz. Şimdi artık kasa dediğiniz şey artık bilgisayar. O da masaya da gerek yok. Bir tane Laptop’da kucağınızda şirketi geliştirebilirsiniz.
Cesaretimiz çok ama vaktimizi popüler kültür işgal ediyor belki de. Son olarak bu konuyla ilgili neler söyleyeceksiniz?
Şu var Türkiye’de: Biz de Twitter yaparız diyen bir nesil var. Kesin var. Bunun mümkün olduğunun farkındalar ama bunun tabi çok kolay olmadığının farkında değiller. Yani öyle her masa başına oturanın bir tane Twitter çıkaramayacağını çok net bilmesi lazım. Biraz burada kültürün, eğitimin, sosyopolitik kültürel yapının çok büyük etkisi var. Start-Up Nation diye bir kitap var. Niye İsrail’in bu kadar inovasyon yaratabildiği ile ilgili niye bu kadar bilgi teknolojileri anlamında ilerleyebildiğini anlatıyor. Oraya baktığınız zaman bir takım rakamlar veriyor. Bütün Ortadoğu ve Arap ülkelerinin toplamının 10 katı kadar patent üretiyorlar. Bu işte gençliği tamamen hangi yöne doğru ittirdiğiniz, neyle teşvik ettiğiniz ve neyle meşgul ettiğinizle ilgili. Bizde hala popüler kültür insanların hala çok fazla kafasını dolduruyor.
Görüşleriniz için teşekkür ederiz Melih Bey. Eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Yok, ben de teşekkür ediyorum.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Gümrük Birliği’nden, Türkiye’deki bütün sektörler çok yararlandılar. Başta da televizyon, bizim sektör olan, o dönemde çalıştığım sektör olan televizyon sektörü olmak üzere. Gümrük Birliği bazen çok yanlış bir şey olarak gösteriliyor. Bunun doğru olmadığının kanısındayım. Neden Gümrük Birliği’ne karşıyız? Düşünün, bu konularda dünyanın en iddialı ülkelerinden biri olan Kore’ye gidip birisi diyor ki ben seni, dünyanın en büyük pazarı, insan sayısı ve tüketim sayısı geliri olan Avrupa’nın yanı başına götüreceğim. Bu kadar, binlerce kilometre uzakta olmayacaksın. Aynı zamanda da gümrükleri sıfırlayacağım, derse Koreliler herhalde bayram yaparlardı. Neden biz bunu negatif algılıyoruz?
Halbuki Türkiye için büyük bir pazarın, 400 milyon nüfus, geliri yüksek pazarın yanı başında onlarla Gümrük Birliği içerisinde olmak bizim lehimize diye düşünüyordum ve televizyonda bunu gördük. Diğer sektörler tabi ki kendi içerisinde dikkatle analiz edilmeli ama bütün sektörlerin yararlandığını düşünüyorum.”
Montaj Talimatnamesinden sonra bayağı bir radyocular da televizyon işine girmiş. Bir takım firmalarla anlaşmışlar. O başlangıç nasıl oldu? O dönemden bize bahsedebilir misiniz?
Benim sektöre girişim 1970’li yıllar. Siyah-beyaz televizyonun yaygınlaşmaya başladığı yıllar. Televizyon yayını İstanbul Teknik Üniversitesi’nin deneme yayınlarıyla başlamış sonra Ankara’da TRT günde belirli saatlerde yayın yaparak başlamış. Daha sonra da yaygınlaştı biliyorsunuz bu yayınlar ama tek bir kanalımız vardı, böyle herkesin evine giren ve Türkiye’de Sanayi Bakanlığı’nın, hükümetin de yönlendirmesiyle üretim yapılıyor. Bu üretim bir nevi montaj sanayi olarak adlandırılıyor o zaman.
Tasarımlar ya Avrupa’dan ya Uzakdoğu’dan alınmış ve burada sıfırdan, “Complete Knock Down” dediğimiz şekilde üretimler yapılıyor. Bütün bu parçalar yurt dışından geliyor. Mekanikler hariç olmak üzere ama ekonomik Scale, büyüklükler çok fazla değil çünkü 11-12 tane televizyon üretici firma var 1975’lerde. Bu yönde de teknolojiye çok ciddi yatırımlar yapmak da mümkün değil ama bir taraftan düşününce yerli ikame… Yani ne kadar çok parçayı yerli yapabiliriz üzerine kurulmuş. Hiç kimse televizyonun tasarımına, mühendisliğine, cesaret edemiyor. 1-2 tane cılız, siyah-beyaz döneminde teşebbüsler var yerli tasarımcılardan ama hiçbir zaman başarıya ulaşmıyor derken 1980’li yıllara geliyoruz. Renkli televizyon yılları…
Şimdi şöyle bir şey var benim gördüğüm kadarıyla. Halkımızda montaj sanayi olarak bakılıyor fakat işin mühendislik cephesinde montajdan tasarıma giden yollarda da bir takım tasarım seviyeleri var. Katma değerin olduğu seviyeler. Bunları tanımlayabilir misiniz?
Şimdi katma değerin olduğu seviyeler şunlar: Önce SKD dediğimiz hemen hemen bütün malzemenin ve üretimin yurt dışında yapıldığı, buraya diyelim ki 10-15 parça halinde gelmiş şeylerin son montajlarının yapılıp, ayarlarını, testlerini yapıp piyasaya sürülmesi. Bu televizyonda çok kısa bir dönemde uygulandı. Bundan hemen sonra CKD dediğimiz “Complete Knock Down” yani bütün parçaların buraya tek tek parça olarak gelip burada lehimlemelerinin, testlerinin yapıldığı bir dönem. Burada tabi ciddi bir işçilik katma değeri yapılıyor ama işçilik katma değeri ne kadar tartışılabilir. Eğer bu birimin değeri 100 ise onu 15’i işçilik gerisi malzeme çünkü tüketim malı. Daha sonra hemen akabinde lokal yapılabilecek şeyleri lokal yapalım, yerli yapalım ki katma değeri artıralım düşüncesi var.
Tabi o dönem kapalı ekonomilerin olduğu dönem olduğu için döviz çok önemli. Aman çok fazla döviz harcamayalım bu işe, diye yerli ikame öne çıkıyor ve tabi ilk üretilenler mekanik parçalar; kabinler, plastikler, metal parçalar gibi. Hemen daha sonra trafo gibi sargılı elemanların yerleştiğini görüyoruz ama çok ileri teknoloji gerektiren transistörler, entegre devreler üretilmiyor. O konuda kamunun bir takım girişimleri var. Bir takım kamu şirketleri kuruluyor yarı iletken de üretsin diye ama hiçbir zaman başarılı bir yöne gitmiyor. İşte böyle mühendislik tarafı düşünülmeyen yani bir şeyin sıfırdan tasarımı hiç düşünülmeden sadece yurt dışından gelen o da KİT diye tarif ediliyordu yani sizin lisans aldığınız firma, sizin ithal ettiğiniz parçaları da bütünlük içerisinde size gönderiyordu. Buradan daha ekonomi yaratalım, bu parçaları direkt tek tek kendi kaynaklarından satın alalım dönemi başlıyor ama bunlar dediğim gibi 10-12 firma hepsi bugünkü skalalar ile bakarsak çok küçük diyebileceğimiz işletmeler. Böyle büyük bir ekonomik atılım yapamıyor; taa ki renkli televizyon gelinceye kadar.
Aslında merak ettiğim bu alandaki firma bir anlamda OEM, ODM şeklinde mi çalışıyorlar? Sadece Türkiye için mi yapıyorlar yoksa o firmalar için yaptığı üretimler yurt dışına da gönderiliyor mu? Burada nasıl bir işleyiş var?
Sadece Türkiye’ye çalışıyor denilebilir. Yine çok büyük olmayan ihracat girişimleri oldu. Bir taraftan da bu lisanslar, bu üretim teknolojileri televizyon tasarım Know-How’ları alınırken firmalardan, hükümette ilgili bakanlık ihracat şartı koyuyor. İşte bu üretimin %30’u, %20’si ihraç edilecek diye ama böyle emirle olmuyor bu işler. O ihracatlar da hiçbir zaman gerçek anlamda yapılamıyor. Dolayısıyla tamamen ODM, OEM diyebileceğimiz bir üretim tarzı ve iç piyasaya yönelik bir üretim. Esasen çok kayda değer bir fark yok. Bir tarafta siz ürettiğiniz ürünü kendi mühendisliğinizle üretip başkasının markasıyla satıyorsanız bu OEM diye tabir ediliyor.
ODM’de parçalar da oradan geliyor ama mühim olan bence şey şu; Bütün temel değişiklik Türkiye’deki televizyonu konuşuyorsak her ikisinde de hiçbir Türk mühendislik katkısı yok da 1980’lerden sonra bu Türk mühendisliğine bu televizyonların tasarlanabileceği, ilk renk televizyon aşamasından sonra söylüyorum ve dış piyasaya satılabileceği düşüncesi yerleşmeye başlayınca büyük değişiklik oldu.
Bir başkasının tasarımını Türkiye’de satabilirsiniz tabi. Katma değer de yaratabilirsiniz üretimde ama ihraç edemiyorsunuz. Çünkü müşterinin istediği değişiklikleriniz yok. O piyasanın istediği bazı değişiklikleri yapma şansınız yok. Müşterinin geliştirme taleplerine cevap veremiyorsunuz. Böyle olunca da ihracat yapmanız mümkün değil. Dolayısıyla yerli tasarımla, yerli mühendislikle parçalar yurt dışından bile geliyor olsa yine bir takım Semi-Conductor’lar ve kritik parçalar artık doğru düzgün bir katma değer yaratma ve ihracat yaratma şansınız doğmuş oldu.
Peki, 70’lerle ilgili iki sorum olacak. Telra şirketi… Orası nasıl yapılandı? Biraz genel hatlarıyla bahsedebilir misiniz?
Tabi. Siyah-beyaz televizyon üretimi başlayınca ben gelmiştim. Okul ve daha sonra askerliği bitirdikten sonra 1975 yılında Telra’ya ve iki yerden teknoloji alarak üretim yapılıyordu. Bir tanesi Batı’dan, Phillips’in bir şirketinden. Birisi de Japonya’dan, Panasonic’ten. Bugünkü adıyla Panasonic. O zaman National’dı adı. Üretim yapılıyor. Parçalar oradan geliyor. Burada son montajları ve testleri yapılıyor. Benim ilk projem “Bu parçaları o lisans veren firmaların dışında orijinal kaynaklarından satın alarak yapabilir miyiz?” idi. Bunun prototiplerini yapıp yönetimi ikna ettikten sonra daha büyük rakamlarla üretmek üzere harekete geçtik. O zamanlar bu parçaların Türkiye’deki temsilcisi olan firmalarla çok yakın işbirliği içerisinde çalıştık ve ciddi bir hamle oldu bu çünkü o firmaları tanımak, o teknolojileri direkt orijinal kaynaklarından almak; resim tüpü yahut entegre devre firması sizi tanımaya başladı. Eskiden öyle bir tanışıklık yoktu. Dolayısıyla onlar teknolojilerini gelip anlatmaya başladılar. Böylece bir mühendislik birikimi de daha rahat oluşmaya başladı ve onun arkasında da kısmi tasarımlar başladı. İşte, uzaktan kumandaların ya da kontrol bölümlerinin yerli tasarım, yerli mühendislerin kullanması diye…
Tabi uzaktan kumanda diyorum ama uzaktan kumanda kullanımı da yasak o dönemlerde. Ancak cılız ihracat girişimleri için onları üretiyoruz çünkü telsiz kanunu var. Telsiz kanunu, her türlü uzaktan bir şeyleri kontrol etmeyi, haberleşmeyi falan yasaklıyor. Bu ancak askerin ya da polisin kullanacağı bir alan olarak ele alınmış. Bu tabi o dönemin komikliklerinden birisi diyeyim.
Hatta bu komiklikler daha sonra renkli televizyona geçişte de oldu. Türkiye’de renkli televizyon yayınları başladıktan sonra Yunanistan’ı Türk halkı çok seyrediyordu. Onların da sistemi, Fransızların kullandıkları olan SECAM’dı. Dolayısıyla Türkiye’de bütün Batı Avrupa’nın kullandığı PAL sistemli renkli televizyonlar üretirken SECAM modülünü koymak yasaklandı Yunanistan izlenmesin diye. Tabi bugünkü kriterlerle baktığımızda oldukça komik geliyor bize ama biz üretimi yapıyorduk daha sonra piyasada teknisyenler onlara, tamir atölyeleri SECAM kartları takarak tüketiciye Yunanistan’ı da izleyebilme imkanı sağlıyordu. Bu tür dönemlerden geçmiştik.
Şimdi aslında ben tabi öğrenince şaşıyorum. Türkiye’nin 70’li yıllarda da bir takım katma değeri daha da artırma… Şimdi ilk önce montaj ile başlıyor sonra parçaları üretelim seviyesi; TESTAŞ deneyimi, bunun televizyondaki versiyonu da TÜPKO deneyimi mi?
TÜPKO, tüp ithal edilen parçaların neredeyse %50’sini oluşturan bir parça olduğu için çok ciddi bir de ağırlığı ve ham maddesi var. Büyük bir cam. Bugünkü gibi Flat ekranlar değil tabi. Büyük parçalar. Bunların hem nakliyeleri, burada depolanmaları vs. ciddi maliyetler.
Bunun Türkiye’de üretilmesi konusunu hem üretici firmalar hem bakanlık, hükümet çok önemli bir aşama olarak görüyordu ama tek bir firmanın da bunun altından kalkamayacağı düşünüldüğü için sektörün 4 tane büyük firması bir araya geldi. Bunların içerisinde benim çalıştığım Profilo’da vardı. Çerkezköy’de bir arazi alınıp bir fabrika kurularak siyah-beyaz tüp üretilmeye başlandı. Ancak bir taraftan da dünyada renkli dalgası gelmeye başlamış. Bu siyah-beyazın geleceği konusu tartışılıyor. Bir türlü belli bir büyüklüğe erişmiyor. Şirket kar edemiyor. Dolayısıyla ortaklar da bu konuya çok fazla sahip çıkmıyor derken çok başarılı olmayan sonunda da kapanan bir yatırım oldu. Yazık oldu bütün bu çabalara.
Şimdi renkli televizyon dönemine gelelim. Geçiş dönemi… Vestel’in kuruluş hikayesi. Nasıl oldu tüm bunlar?
Renkli televizyon zaten yavaş yavaş ayak seslerini Türkiye’de hissettirmeye başlamıştı. Biz Profilo’dayken yerli daha yayını başlamadığı için üretime de daha izin verilmediği için; üretimler hep belirli izinlere tabiydi. Daha devletin kontrolü altındaydı birçok şey. Bugünkü gibi liberal bir ortam yoktu. Belki bugünkü ortam olsaydı birileri çıkıp ben bunu üretebiliyordum diyebilirdi ama o gün bunlar izine bağlıydı. O gün Profilo’da biz sadece ihracat yapmak üzere Korelilerle anlaşıp bir renkli televizyon üretimine başlamıştık ve 1980 yılına geldik. 1980 yılı çok büyük grevlerin başladığı yılın başı ve bu grevler çok uzun sürdü. Televizyon sektörü, beyaz eşya sektörü bu grevlerden etkilendi. Aylar süren grevler ve sonrasında da 12 Eylül darbesi geliyor. Dönemin askeri hükümeti bir takım moral faktörleri de daha yukarı çekebilmek üzere; halkın moraline, güvenine vs. renkli televizyonu bir an evvel hayata geçirmek yönünde bir takım kararlar aldı. Bu karar çerçevesinde de renkli televizyon üretimi başladı. Yine o SKD, sonra CKD yöntemlerle başladı ve daha sonra acaba ihracat konusunda neler yapabiliriz, düşünceleri ortaya çıkmaya başladı. Ben 1980-85 arasını bu tür projelerle, Profilo’da geçirdim. Renkli televizyon başta video Recorder’lar müzik setleri gibi Türkiye’nin bir atak yaptığı dönemdi ve 1985’te de Vestel’e geçtim.
Vestel hikayenizi sizden dinleyebilir miyiz?
Vestel, Asil Nadir’in Türkiye’ye kazandırdığı yatırımlardan birisiydi. Yönetim kurulu başkanıydı. Tahsin Karan o dönemde, o da Profilo’dan Vestel’e geçen yöneticilerden birisiydi. Başkan yardımcısıydı. Ben de genel müdür olarak Vestel’e geçtim. Vestel, Asil Nadir’in Türkiye’ye kazandırdığı yatırımlarından birisiydi. Belki en büyüğüydü. O dönemde Tahsin Karan başkan vekili, Asil Nadir, yönetim kurulu başkanıydı. Ben de genel müdür olarak Vestel’e gittim. Gidişim biraz ilginç oldu. Ben yurt dışında birçok fabrika görmüştüm böyle merkezden uzak, küçük yerlerde kurulmuş, çok başarılı işletmeler olarak. Hep o zamanlar Türkiye’de niye böyle bir yer yok derdim ve teklifi kabul etmeden Manisa’ya gittim tesisi gördüm. İşte tam düşündüğüm şekilde bir fabrika burası. Merkezlerden uzak, büyük, modern bir fabrika. Teklifi kabul ettim ve başladım. Daha evvelki iş hayatımda yapamadığım şeyleri orada yapmak üzere çok güzel bir platform buldum. Hem Asil Nadir, hem Tahsin Karan bu düşünceleri çok destekledi.
Bunun temelinde mutlaka ve mutlaka yerli mühendislikle yapılmış renkli televizyon temel taşıydı. Bu stratejiyle o yönde girişimlere başladık.
Yine lisansla üretim yapılıyordu ama biz çok hızlı bir şekilde mühendislik ekibimizi kurduk ve tasarımlarımıza başladık. Açıkçası birinci tasarımımız başarısızlıkla sonuçlandı çünkü çok iddialı bir yerden başlamıştık. O dönemde ITT’nin yarı iletken bölümü, dijital televizyonu başlatmıştı. Vestel’deki stratejimiz yerli mühendislikle, renkli televizyon yaparak hem içeriye, hem yurt dışına yatırım yapmaktı. Temel stratejimiz buydu. İlk tasarım girişimimizin meyveleri çok kötü çıktı. Çok başarısızlıkla sonuçlandı. Çünkü o dönemde tecrübesiz bir ekip olarak çok büyük bir hedef almıştık. O dönemin teknolojisi ile dijital televizyonu tasarlamaya soyunmuştuk. ITT’nin yarı iletken kısmından da teknolojik destek alarak ama teknoloji çok daha olgunlaşmadığı için biz de tecrübesiz olduğumuz için başarılı olmadı. Ama paralel götürdüğümüz analog televizyon tasarımı çok büyük bir başarı unsuru oldu. Hem ürün çok iyi bir performans gösterdi. Hem ticari sonuçları çok iyi oldu. Hem ihracatın kapılarını açtı.
Çok büyük ölçüde Avrupa’ya, İngiltere’den başlamak üzere ihracat yaptık. İç piyasaya satışımızın yanı sıra. Tabi tasarım bize ait olduğu için müşterinin bütün isteklerini çok hızlı bir şekilde yerine getiriyorduk. Çalıştığımız yarı iletken firmasının kendi televizyon üretim firmaları olmasına rağmen bizi desteklemeyi çok daha cazip buluyorlardı.
Çünkü bizim dinamizmimiz ve esnek yapımızla onların ürettiği yarı iletkenleri, piyasaya kendi şirketlerinden daha önce sunma şansımız oluyordu. Onlar da bundan hoşlanıyorlardı çünkü yatırımları bir an evvel gelir getirmeye başlıyordu ya da piyasada görebilecekleri hataları daha erken görme şansına sahip oluyorlardı. Dolayısıyla böylesine bir dinamizm ile tasarımlar arka arkaya geldi ve çok ciddi ihracat rakamları oluştu. Bu Türkiye’deki renkli televizyon sektöründe çok ciddi bir değişime yol açtı çünkü artık Türkiye’nin bir renkli televizyon üreten ülke olması civarda yayılmaya başlayınca, satın almak isteyen firmalar, büyük süpermarketler, Department Store’lar kendi markaları için Vestel’den başka kimselerde olmalı diyerek başka firmalarında kapılarını çalmaya başladılar. Böylece diğer firmalar da renkli televizyon ihracat yarışına katıldı. Tabi bütün bu konsept çok hızlı bir şekilde yayıldı. Bu ihracat ancak yerli mühendislikle olabilecek, diye. Herkes kendi televizyonunun tasarımını ve üretimini yapma yönünde çok önemli mesafeler kat etti. Bugün Türkiye’de çok önemli bir ihracat kalemi olan renkli televizyonun başlangıcı 1984-85-86 yılına kadar gidiyor.
90 yılların ortalarına doğru 12 tane TV üreticisi sayısı 3’e düştü. Bu nasıl bir sürecin sonucudur?
Bu süreç şöyle gelişti. Gümrük Birliği, 1985’li yıllarda tek yönlü olarak hayata geçmişti zaten. Yani Türkiye mallarını Avrupa Birliği’ne, gümrüksüz olarak satıyordu ama Avrupa Birliği’nden belli malları halen Türkiye gümrük ödeyerek ithal etmek mümkündü. Bu 1996’ya kadar bir geçiş dönemiydi.
Bu geçiş birden bire %30’lardan sıfıra düşmedi tabi. Kademeli olarak azaltıldı. Kademeli olarak azaltırken ciddi ölçüde Türkiye ithalata başladı, özellikle renkli televizyonda. Dolayısıyla rekabet çok arttı. Bir taraftan yatırım maliyetleri artmış, bir taraftan hem iç piyasada hem yurt dışında rekabet artmış dolayısıyla bu ekonomik Scale’a ulaşamayan firmalar yavaş yavaş ortadan çekilmeye başlamıştı. Piyasada ciddi bir şekilde ya ödeme zorluğuna düşen yahut ödeme zorluğuna düşmeden, biz bu işten vazgeçiyoruz diyen firmalar olmaya başladı. O dönemde tabi bankalar da küçülen ya da yok olan firmalar konusunda krediler açısından bir hassasiyet gösteriyorlardı. O zaman konuştuğumuz firmaların da bankalardan, bu sayısının 4’e, 3’e düşeceğini öngörüyordu. Sonuç olarak öyle oldu. Tamamen liberal ekonominin, küreselleşmenin sonucu olarak ancak bu büyüklükte mücadele edebilecek firmalar ayakta kaldı. Diğerleri yavaş yavaş piyasadan çekildiler.
Peki 85’te Gümrük Birliği uygulamaları var dediniz. Bu, 90’ların başında başlayan Gümrük Birliği ile arada ki fark nedir?
Şimdi bu konu çok yanıltıcı bir iletişim ile duyuruluyor kamuoyuna. Gümrük Birliği sanki 1996’da birden bire gelmiş gibi algılanıyor. Türkiye bu konuda çok büyük bir taviz vermiş, bütün Avrupa Birliği’ne sıfır gümrüğü uygulamış. Hatta bir ortak gümrük tarifelerini kabul ederek, 3. ülkelerden de girişi Türkiye’ye çok büyük ölçüde açmış olarak görülüyor. Halbuki durum öyle değil. Türkiye’nin yaptığı, Avrupa Birliği’yle o zamanki ortak pazarla yaptığı anlaşmalar esasen önce Türkiye’nin gümrüksüz olarak Avrupa ülkelerine mal satması, belli bir 10-15 senelik bir zaman içerisinde Avrupa’nın Türkiye’ye yaptığı ihracatta gümrüğün sıfırlanmasına dayanıyor. Dolayısıyla bu bir takvim. Bu birden bire 1996’da olmuş bir şey değil. Kaldı ki eğer Türkiye böyle bir anlaşmayı yapmamış olsaydı bugün ne endüstrisi bu noktaya gelirdi, ne de televizyon sektörü bu noktaya gelirdi. Biz o dönemde Avrupa Birliği’ne sıfır gümrük ile satarken, bizim rakibimiz Koreliler, Tayvanlılar, Çinliler %15 gümrük ödüyorlardı. Dolayısıyla böyle bir tüketim malında %15 fiyat farkı çok ciddi bir tabi alıcı tarafından takdir edilecek, benimsenecek bir durum ortaya çıkarıyordu.
Gümrük Birliği’nden, Türkiye’deki bütün sektörler çok yararlandılar. Başta da televizyon, bizim sektör olan, o dönemde çalıştığım sektör olan televizyon sektörü olmak üzere. Gümrük Birliği bazen çok yanlış bir şey olarak gösteriliyor. Bunun doğru olmadığının kanısındayım. Neden Gümrük Birliği’ne karşıyız? Düşünün, bu konularda dünyanın en iddialı ülkelerinden biri olan Kore’ye gidip birisi diyor ki ben seni, dünyanın en büyük pazarı, insan sayısı ve tüketim sayısı geliri olan Avrupa’nın yanı başına götüreceğim. Bu kadar, binlerce kilometre uzakta olmayacaksın. Aynı zamanda da gümrükleri sıfırlayacağım, derse Koreliler herhalde bayram yaparlardı. Neden biz bunu negatif algılıyoruz?
Halbuki Türkiye için büyük bir pazarın, 400 milyon nüfus, geliri yüksek pazarın yanı başında onlarla Gümrük Birliği içerisinde olmak bizim lehimize diye düşünüyordum ve televizyonda bunu gördük. Diğer sektörler tabi ki kendi içerisinde dikkatle analiz edilmeli ama bütün sektörlerin yararlandığını düşünüyorum.
80’lerde Vestel markası ile mi ihracat yapıldı yoksa OEM olarak mı?
OEM markaları ağırlıklı olarak satıldı ve o dönemde biz Polly Peck Grubu içerisinde üretici şirketlerin sayısını ve coğrafyasını da artırmanın içerisindeydik. Yine Vestel’in amiral gemisi, çatısı altında Japonya’da, Tayvan’da, Çin’de şirketler satın aldık. Bunlardan bir tanesi Japonya’da dönemin en popüler şirketlerin olan Sansui’ydi. Tayvan’da şirketler aldık. Bu şirketlerin, özellikle Tayvan’daki şirketlerin çok büyük markaların üretimini yaptıklarını gördük. Biz o şirketleri alıncaya kadar bizim hedefimiz daha çok Avrupa’da kendi markalarıyla satış yapan ticari şirketlerdi. İngiltere’de Bush’tu. Almanya Quelle’ydi. Fransa’da Carrefour’un bir markasıydı. Hiçbir zaman Sony’ye, Panasonic’e, Hitachi’ye ürün yapmayı hayal bile etmiyorduk. Fakat gidip Tayvan’daki ve Hong Kong’taki o şirketleri alınca oradaki üretimlerde bütün bu firmalara OEM yapıldığını gördük ve o bizim cesaretimizi daha çok arttırdı. Bir yerde oradaki tasarım Know-How’larını da kendi bünyemizi ilave olarak kattık.
Örneğin, televizyonun, müzik setinin kozmetiğini, dış görüntüsünü ortaya çıkarma yönündeki endüstriyel tasarımı Know-How’ı çok önemli ölçüde Uzakdoğu’dan aldık.
O modellerin yapılması, tasarımların ortaya çıkması, bunların fiyatlandırılması konuları. Dolayısıyla Vestel bir yerde OEM imalatı ile çok büyüdü. Birçok yerde kendi markasını da tabi ki konumladı ama en büyük başarıyı, aşamayı ticari anlamda aldı. Artık biz bir Avrupa şirketiyiz, Gümrük Birliği’nden dolayı Avrupa Birliği şirketiyiz dolayısıyla siz Avrupalı üreticilerden %10 – %15 pahalı olarak alıyorsunuz Uzakdoğu’ya göre, bizden de aynı fiyatlarla almalısınız, hamlesine giriştik. Avrupa’nın birçok yerinde kendi dağıtıcı şirketlerimizi kurarak, depolarımızı açarak, Türkiye’den değil de, Avrupa’dan onlara teslimat yapmak yönünde bir hamleye giriştik. Bu da Vestel’i önemli ölçüde oralarda kalıcı hale getirdi.
Televizyonla ilgili olarak siz giriş yılı için 1975 dediniz. Bu 1975 çıkışın olduğu özel bir yıl mıydı?
Yani 73-74, televizyonun çok emekleme dönemleri. Böyle küçük küçük üretimlerin yapıldığı ama esas siyah-beyaz televizyonda bu hamlenin olduğu yıl 1975 diyebiliriz. Ondan sonra çok ciddi bir şekilde üretim artışları ve satışlar oldu. Onun için 75 belki de Türkiye’de televizyon sektörünün başlangıcı olarak ele alınabilir. Marka konusunda yine bir şeyler söylemek isterim. Belirli bir zamandan sonra ortaya yeni bir marka yaratmak ve diğer büyük markaların arasında yer almak çok zor. Bu ancak başarıyla iki türlü hayata geçebiliyor. Bir tanesi hazır markaları alarak, oralarda pazardan pay almak ki bunu Türkiye’de birçok firma başarı ile yapmaya başladı. Sadece elektronikte, beyaz eşyada değil, başka sektörlerde de. İkincisi çok önemli yenilik getirerek, inovasyonla mümkün. Geçmişe baktığımızda televizyon sektöründe yahut Consumer Electronic’te işte Sony’nin ortaya koyduğu Betamax’lar, Trinitron tüpler daha sonra Walkman’lar Sony’yi Sony yapan unsurlardır. Dolayısıyla bu tür yenilikleri hayata geçirmek de o kadar kolay değil tabi. Dolayısıyla markayı yaratmak zor ve en kestirme yolu satın almalar diye düşünebiliriz.
Biraz Telekom’a geçelim istiyorsanız. Bu Teletaş yıllarınız ile alakalı olarak neler söyleyebilirsiniz?
1990’lı yıllarda Consumer Electronic yine hızla gelişiyor ama dünyadaki rekabetten dolayı da marjların çok daraldığı, üretiminizin üzerine çok az karlar koyarak üretebildiğiniz bir dönem başladı. Bunun üzerine acaba katma değeri yüksek başka neler yapılabilir, diye düşünmeye başladık. Tabi o zaman telekom sektörü yeni parlayan, yatırımların olmaya başladığı ve büyük katma değerlerle üretimlerin ve hizmetlerin verildiği bir sektör olarak ortaya çıkıyordu.
1990’larda artık tüketim elektroniğindeki marjların iyice daralmaya başlaması bir taraftan telekomünikasyon sektörünün yıldızının parlamaya başlaması ile ben Vestel’deyken acaba telekomünikasyonda neler yapabiliriz diye bakmaya başlamıştım. Hatta o dönemde yönetim kuruluna dışarıdan bağımsız bir üye alarak telekomünikasyon sektörünü bilen birisini alıp oradan kendimize bir vizyon yaratmak hareketinde bir takım girişimim olmuştu ama daha o dönemde Polly Peck Grubu’nun ekonomik sıkıntıya düşmesi vs. dolayısıyla Vestel’in satışı gündeme gelmişti. 1995’te Vestel, Zorlu Grubu’na satıldıktan sonra ben artık o sektörde çalışmamayı düşünüyordum ve bir tesadüf sonucu Alcatel’den bir teklif geldi. Telekomünikasyon zaten çok yakından ilgilendiğim, mutlaka içinde olmayı istediğim bir sektördü.
Böyle bir teklif gelince de başka alternatifleri de bir tarafa bırakarak telekomünikasyon sektörüne bir geçiş yaptım.
Peki, Teletaş’ın özelleştirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Teletaş, gerçekten Türkiye’de Netaş ile birlikte telekomünikasyon sektöründe 1970’li yıllarda kurulmuş lokal bir mühendislikle bir çok ürünü hayata geçirmiş bir yer, bir ekol, bir okul.
Türkiye telekom sektörünü uluslararası firmalara, çoğunluk hisselerini satarak devretmeli miydi? Yoksa kendi lokal mühendisliğiyle mi gitmeliydi? Acaba öyle olsaydı daha mı başarılı olurdu? Bunları bugün söylemek falcılık tabi. Öbür yola girdi Türkiye, liberal bir ekonomi içerisinde. Bunu kendi mühendisliğiyle yapabilen ülkeler oldu. Çin gibi örneğin. Çin telekomünikasyon sektöründe çok büyük şirketler doğurdu ama bunu doğururken kendi büyük piyasasının çok büyük rolü oldu ama öte yandan Japonya çok büyük tüketim elektroniği şirketleri olmasına rağmen telekomünikasyonda çok öyle büyük, dünya çapında şirketler çıkaramadı. Çin’de olduğu gibi. Türkiye çıkarabilir miydi, çıkaramaz mıydı? Bunu bugün tartışmamız lazım, tartışmalıyız ama Türkiye öbür yolu seçti ve bugünlere geldi. Dolayısıyla Türkiye’deki telekomünikasyon üretim firmaları genellikle yabancı ortakların yönetimine geçmiş oldu.
Türkiye’de Teletaş ve Netaş bir telekom ekolü yarattılar fakat GSM işine girmediler o dönem. Niye acaba? Nasıl bir konjonktür oluştu da bu iş olmadı sizce?
Şimdi Teletaş için bu soruya rahatlıkla cevap verebilirim. Ben geldiğimde %65’i Alcatel’e ait bir şirketti. Dolayısıyla tabi ki genel stratejilerini Alcatel’in belirlediği bir şirket. Alcatel’e baktığımızda aşağı yukarı bütün telekomünikasyon üretici şirketler aynı profili gösteriyorlar. Bunlar çok uluslu şirketler. Hiçbir zaman tek merkezleri yok. Alcatel, Fransız bile olsa her şeylerini Fransa da tasarlayıp, Fransa da üretmiyor. Belli ürünlerini İtalya’da üretiyor. Belli ürünlerini, belli grup ürünlerini Almanya’da üretiyor. Belli grup ürünlerini Fransa’da üretiyor. Bazısını Amerika’da üretiyor. Dolayısıyla çok merkezli, teknolojik anlamda, bir şirket. Ben o zaman geldiğimde dedim ki, Türkiye’yi de bu çok merkezli şirketin, teknolojik merkezlerinden biri haline getirebilirsek başarılı bir şey yapmış oluruz. Bu yönde bir takım çabalar içerisine girdik. Olabilirdi. Türkiye’nin büyüklüğü, mühendisliğiyle olabilirdi. Maalesef olmadı. İstediğimiz seviyelerde olmadı çünkü birçok diğer ülke hükümetleri, devletleri çok ciddi katkılar sağlıyorlardı. Bazı şeyleri oradan koparıp Türkiye’ye getirmek çok da mümkün olmadı. Çünkü Türkiye’de o dönemlerde, şimdi çok iyi hatırlıyorum, liberasyon düşüncesi, libere ekonomi düşüncesi dokunulmaz bir şeydi. Ne yaparsanız yapın, piyasa dinamiklerini bırakacaksınız. Devlet hiçbir şeye karışmayacak, gibi düşünceler oluşmaya başlamıştı 1990’lı yıllarda.
Halbuki batının, Amerika, Avrupa ve Uzakdoğu, dominant bir sektör olan telekomda bunun tam tersini yaptı. Çin, Kore bu konuda kendi şirketlerini çok destekledi. Dolayısıyla Türkiye’de böyle ne yaparsa, piyasa dinamikleri karar versin, tarzında bir yaklaşım sonuç getirmedi çünkü Avrupa’da bu konuda kendi şirketlerini kurmak refleksini çok şiddetli bir şekilde uyguladı.
Öyle ki biz küçücük bir kartlı telefon fabrikasını Belçika’dan Türkiye’ye taşırken bile o bölgede, çok ciddi politik problemler oldu. Milletvekilleri sorunlar yarattılar. Biz böyle artık hiç deklarasyon yaratmak, gizli gizli o fabrikadaki faaliyetleri Türkiye’ye taşıyabildik. Dolayısıyla Türkiye’de GSM’e girememesinin de sebebi budur çünkü GSM ile ilgili üretilen baz istasyonları olsun, diğer teknolojiler olsun Avrupa’nın büyük ülkelerinin neredeyse tekelindeydi. Örneğin, Alcatel’de GSM fabrikaları ve araştırma merkezleri Fransa’daydı. Hani Fransa’yı kapatın bunu Türkiye’de üretin, demek gücümüzün biraz üzerine çıktı. Hem ülke olarak hem şirket olarak çünkü artık uluslararası rekabete de açıldığı için bu sektör dünyada, bir üretimi, birçok ülkede yapmakta Feasible değildi. Bütün bu firmalar, araştırma merkezlerini belli ülkelere yoğunlaştırdılar. GSM’de de Alcaltel’deki bu merkez Fransa’ydı ve Fransa büyüdü, maalesef Türkiye GSM’de büyüyemedi.
Peki, bir notlarıma bakıyorum Lütfi Bey. 90’ların ortasında Gümrük Birliği’nin, televizyon sektörüne etkileriyle ilgili ya da genel olarak elektronik sektörüne etkileriyle ilgili eklemek istediğiniz bazı şeyler var mıdır?
Var. Örneğin, telekomünikasyonda daha çok tüketim tarafında düşünebileceğimiz, cep telefonu üretimi enteresan bir alan olarak ortaya çıkıyor. Telekomünikasyon sektöründe stratejik yaklaşımların önemi çok büyük.
1990’larda Davos’ta katıldığım bir toplantıdaki konuşmacı geleceğe yönelik çok önemli bir vizyon çizmişti ki bugün bile bunun ne kadar doğru olduğunu görüyorum. Telekomünikasyon sektörünü uçtan uca 3 ana parçaya bölersek içerik, taşıma ve son kullanıcı cihazları diye, bu taşıma kısmının gittikçe daralacağını, içerik ve kullanıcı cihazlarının çok büyük bir değer yaratacağını söylemişti 1990’da. Yani bundan aşağı yukarı 23-24 sene evvel ve bu gerçekten oldu.
Dolayısıyla telekomünikasyon sektöründe yer alan Netaş, Teletaş gibi firmalar daha çok o taşıma alanındaki ürünleri yaptıkları içinde daralan bir piyasa içinde kaldılar. Buradaki hamle, tabi ki buradaki üretici firmaların içerik firması çok da mümkün değil ama kullanıcı cihazlarında çok önemli aşamalar kaydedilebilirdi. Burada Türkiye’nin teknolojik açıdan da bir miktar geri kaldığını görüyoruz. Burası Embeded teknolojilerin çok yaygın kullanıldığı bir yer. Maalesef Türkiye, üniversiteler, sektör bir televizyonda olduğu gibi bu konuda çok atak davranamadı. Yahut eskiden Netaş, Teletaş’ın olduğu gibi çok başarılı olduğu fiber optik ve dijital santral üretimi dönemlerinde olduğu gibi.
Ben 1995’te Vestel’den ayrılıp telekomünikasyon sektörüne girdikten sonra defalarca bu konudaki başarılı ülkelere, en başta Çin’e gittiğimde mesela, Çin’in Shenzhen bölgesinde 200 tane cep telefonu tasarlayan şirket olduğunu, o küçücük Shenzhen bölgesinde gördüm. Bu 200 şirket kimisi 10 kişilik kimisi, 100 kişilik şirketler ama bunları üst üste koyduğumuzda 10.000’lerce mühendis var ve cep telefonu tasarlıyorlar. Bunların donanımlarını ve yazılımlarını… Türkiye bu konuda maalesef bir atak yapamadı. Bugün de bakıyoruz telekomünikasyon sektöründeki en önemli cirolar akıllı telefon sektöründe yoğunlaşmış vaziyette ama bu aşamadan sonra artık orada da çok önemli bir katma değer yaratılamayacağını düşünüyorum. Embeded teknolojiler, evet çok gelişecek ama ben Türkiye’nin bundan sonra telekomünikasyonda olsun, tüketimde olsun yazılım tarafında çok önemli aşamalar yapması gerektiğini düşünüyorum. Onun içinde zaten yatırımlarımı da o yönde geliştirdim.
Buradan aslında 4G tarafına gelelim. Türkiye 4G hamlesinde katma değer yaratan ürünler üretebilecek mi? Bu baz istasyonları var. 4G’den genel hatlarıyla Türkiye için bahsedebilir miyiz?
4G çok önemli bir aşama bütün dünyada. Türkiye’de buradan mutlaka pay almak durumunda. Netaş’ın Aselsan ile birlikte bu konuda insiyatifini çok güzel bir insiyatif olarak görüyorum. Buradaki donanımları ve yazılımları üretme konusunda baz istasyonlarında ama bu baz istasyonlarındaki uygulama mutlaka 4G’nin diğer alanlarına doğruda gelişmeli. Artık tek başına donanım ve tek başına yazılım çok da önemli gelir ve katma değer yaratmıyor. Bu ikisinin birden ele alınıp, ikisinin birden çalıştığı sistemler çok daha başarılı sonuçlar doğuruyor. Yani yazılım her zaman çok daha önemli katma değer. Bütün dünyada ama yazılımın çok standart bir takım donanımlar üzerinde koşması önemli bir katma değer ama o işe yönelik yazılımın yanı sıra oraya adreslenmiş, donanımların da tasarlanabiliyor ve üretilebiliyor olması, Türkiye’de bütün bu dünya rekabeti açısından çok önemli bir yere götürecek. Dolayısıyla yazılım artı donanım birlikteliği diyorum
Peki, 4G ile birlikte Türkiye ne tarz ürünler üretebilir? 3G’den farkı nedir? Bu fark sonrasında biz neler katabiliriz?
3G çok ağırlıklı olarak yani 2G’den başlayarak onun bir evrimi olarak ortaya çıktı. Çok donanım ağırlıklı bir yapıydı. Baz istasyonları, ona yönelik GSM telefonları. Halbuki 4G çok ağırlıklı olarak IP teknolojilerinin içerdiği yazılım tabanlı bir gelişme ve Türkiye’nin de burada çok önemli katma değerler yaratacağını düşünüyorum. Baz istasyonları olsun, bununla ilgili uygulamalar olsun. Tüketim elektroniği tarafındaki tüketici cihazları olsun, çok önemli cihazları bir araya getirecek. Burada oluşacak Bulut Bilişim hizmetleriyle de çok önemli uygulama yazılımlarıyla birlikte getirilecek.
Telekomünikasyon sektörünün yeni baştan tanımlanacağı bir döneme giriyoruz. Burada sabit ve mobil, eskiden 2 ayrı mecrada gelişiyordu, artık 4 G ile birlikte tek bir mecraya inmiş olacak. Ortada bir, çekirdekte bir IP, çekirdek yapı. Onun etrafındaki erişimler, bu fiber optik erişim olabilir evlere kadar gidebilen, Wireless ve diğer teknolojiler olabilir, 4G olabilir ama bunların hepsinin İngilizce tabiriyle Converge ettiği, yakınsadığı bir yapıya gidiyoruz. Burada yeni yeni oyuncular, yeni yeni alanlar açılacak. Bunların içerisinde de Türkiye’nin mutlaka yer alması gerekiyor. Artık eskiden de olduğu gibi sadece baz istasyonu boyutuna indirgememek lazım. Bütün bu bütünleşmiş Network’ün ve bütünleşmiş hizmetlerin ortaya çıktığı bir yapıdan bahsediyor olacağız.
4G sizce Türkiye’de alt sektörler de yaratacak mı?
Kesinlikle. Özellikle uygulama alanında çok önemli alt sektörler olacak. Bunların da önemli bir kısmı tabi ki yine tüketici ya da kullanan müşteri tarafındaki sistemleri. Şu gün belki cironun çok büyük bir kısmını akıllı telefonlar oluşturuyor ama daha sonra bunların çok yaygınlaştığını 4G ile birlikte göreceğiz. Özellikle cihazdan, cihaza olan iletişimin 4G ile birlikte çok geliştiğini göreceğiz. İşte uzaktan sayaç okumalar, uygulamaları, uzaktan kontrol uygulamaları, uzaktan sağlık uygulamaları, uzaktan eğitim uygulamaları bu altyapı ile birlikte çok daha hızlı bir şekilde gelişecek.
4G ile M2M birleşecek mi diyorsunuz?
Kesinlikle M2M çok önemli bir platform oluşturacak 4G. Şu anda bu işlem ağırlıklı olarak GSM sim kartlarla oluyor yahut sabit şebeke ile oluyor. Sabit şebeke biraz daha zor, her yerde erişimi sağlayamıyor ama şu an GSM sim kartlarla yapılan işlem 4G’ye geçtiğinde çok daha ilginç uygulamaları görmeye başlayacağız ve Türkiye’nin bu uygulamaları, bu platformların mutlaka üreticilerinden, yaratıcılarından birisi olması gerektiğini inanıyorum.
2000’li yıllar ile ilgili bir ekstra sorum olacak Lütfi Bey. Testaş dedik, Tüpko dedik bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin bir katma değer yaratma girişimleriydi. Bir de 2006 senesinde LCD fırsatı gelmiş önümüze. Oradan da galiba istenilen sonuç alınamamış. Ne düşünüyorsunuz?
LCD tabi ki önemli bir katma değer yaratılan bir bölüm burada rekabet öncesi işbirlikleri diyebileceğimiz, Tüpko örneğinde olduğu gibi bazı firmaların bir araya gelerek bir şeyler yapmaları bir yerde elzem oluyor ama Türkiye işbirlikleri maalesef çok başarılı olarak ele alınamıyor. Çünkü orada üretilecek bir camın tek bir firma tarafından hayata geçirilip, onun ekran haline getirilmesi ekonomik açıdan çok mümkün değil. Umuyorum ki önümüzdeki yıllarda bu tür işbirlikleri, firmalar arası işbirlikleri daha iyi hayata geçecek ve trenleri bir daha kaçırmayacağız. Şu anda kaçan tren LCD. Bir daha yakalanabileceğini düşünmüyorum artık oyuncular yerlerini aldılar. Teknoloji yerini aldı ama birçok yeni ekran teknolojisi, yarı iletken teknolojisi geliyor. Bunlarda Türkiye’nin yer alması mümkün. Çünkü eskiden belli bir Scale’in üzerinde olmadan, belli üretimler, özellikle yarı iletken üretimleri pek mümkün olmuyordu ama bugün o yönde de teknolojinin gelişmesi daha Nish, daha spesifik pazarlarda önemli katma değerler yaratabilecek imkanlar sağlıyor. Dolayısıyla oralara bakmak lazım diyorum.
Son olarak bu geriden gelip büyük işler yapmış ülkelerle ilgili Türkiye’ye rol model olabilecek bir ülke var mıdır sizce? Örneğin, Asya ülkeleri. Bu konu hakkında ne düşünürsünüz elektronik bağlamında?
Elektronik bağlamında tabi ki Kore çok önemli bir rol model çünkü Çin’e baktığımızda tam anlamıyla ya da Hindistan’a baktığımızda rol model olarak görmüyorum. Senelerce yazılım konusunda Hindistan örnek gösterildi ama çok farklı bir model ve ben Türkiye’ye hiç uygun olduğunu düşünmüyorum Hindistan modelinin. Çin’de çok model alınabilecek bir ülke değil çünkü çok büyük bir piyasası var. O piyasanın gücüyle bir şeyleri çok daha rahat yapabiliyor, başka ülkelere göre ama Kore’ye baktığımızda Kore, Türkiye’den çok daha küçük pazarıyla, çok daha az nüfusuyla, tüketim piyasalarına çok uzakta olmasına rağmen bu başarıyı gösterdi. Burada düşünsel kültürel yapının çok önemli olduğunu düşünüyorum.
Biz yaparız düşüncesi çok önemli bir şekilde ortaya çıktı ama bu biz daha iyisini yaparız düşüncesi maalesef Türkiye’ye çok geç geldi. Halen geldi mi bilmiyorum ama biz daha iyisini yaparız. Amerikalıdan da Çinliden de daha iyisini yaparız. Her şeyde değil ama şu noktalarda daha iyisini yaparız dediğimizde bunu gerçekleştirebiliriz. Çünkü Kore mucizesi diyebileceğimiz ya da Kore’yi rol model olarak almamız gerekir diyorum. Ben 1980’li yılların başından beri Kore’ye çok gittim, geldim. Kore 1980’lerde biraz daha ileriye geçmişti elektronikte ama 1970’lere bakarsak aşağı yukarı aynı seviyeydi. Bir Samsung’un kuruluşu 1975’tir. Biz daha iyisini yaparız düşüncesiyle hareket ettikleri için bugün yarı iletken hafıza birimlerinde ve ekranlarda dünyanın en iyi ürünlerini üretiyorlar.
Türkiye’nin de belirli konularda dünyanın en iyi şeylerini üretebileceğine inanıyorum. Burada da yine söyleyeceğim şey, Türkiye’nin bir takım donanım konusunda baz merkezlerden uzak oluşu biraz dezavantaj. Yani bugün artık parça üretiminde Çin’in çok önemli yeri var. Onun civarında ülkeler donanım üretirken biraz daha şanslılar. Sadece nakliye açısından söylemiyorum. İşbirlikleri açısından yakınlar ama Türkiye’nin yazılım konusunda çok ciddi bir aşama göstereceğini düşünüyorum. Burada da çok yetenekli yazılım mühendislerimiz var. Onları yetiştiren mühendislerimiz var. İş girişimciye düşüyor. Bu arkadaşları bir araya getirip, bunlardan çıktı almak ve bunları başarıyla satmak girişimcinin işi. Mühendis kökenli olabilir, olmayabilir. Önemli değil ama bu yönde girişimlerin Türkiye’de artmasıyla çok önemli noktalara gideceğini düşünüyorum.
İşbirliği konusunda biz ilerliyor muyuz sizce? Üniversite sanayi işbirliği… Üniversite-üniversite, mühendis-mühendis, firma-firma işbirlikleri yeterli mi?
Türkiye maalesef işbirlikleri konusunda mesafe kat edemiyor. Rekabet konusu nedense Türkiye’de daha öne çıkıyor. Halbuki içinde bulunduğumuz sektör aynı firmayla hem rakip, hem işbirliği yapabilme kültürünü mutlaka ve mutlaka gerektiriyor. Biz bunu birçok kere görüyoruz. Birçok yere teklif verirken rakip olduğumuz bir şirketle başka bir yerde birlikte hareket edebiliyoruz ve bunun gerekliliğine inanıyoruz ama Türkiye’de maalesef bu kültür gelişmiyor. Sadece bizim sektörde değil, birçok sektörde bu böyle. Rekabette öne geçeyim. Bir uygulamayı önce ben yapayım düşüncesi hakim.
Halbuki iş birliği konusunda başarılı ülkelere baktığımızda örneğin, Kore gibi yerde, temel teknolojilerde birlikte hareket edip daha sonra tüketiciye yönelik farkı yaratırken rekabet etmeyi tercih ediyorlar. Bu da çok rasyonel. Yani siz temel teknolojiyi tek başınıza geliştiremeyebilirsiniz. Buna bütçeniz, kadronuz, Know-How’ınız yetmeyebilir ama o cihazın içerisinde, o ürünün içerisinde temel teknoloji olarak neyin kullanıldığı tüketiciyi çokta ilgilendirmez. Onun üzerindeki uygulamalar, onun üzerindeki farkı yaratan bir takım önemli değişiklikleri rekabet unsuru olarak kullanmak çok daha akılcı. Bunu örneğin 1980’li yıllarda renkli televizyon yaparken Kore firmalarında gördük ve aynı teknolojiyi hem LG’nin, hem Samsung’un kullanırken dış görüntüsündeki farklılıklar, bazı özelliklerindeki farklılıklarla, farklı iki markayla kıyasıya piyasa da rekabet ettiğini gördük. Temel teknolojilerde belki ekranda, belki içerideki entegre devrelerde aynı şeyi kullanıyor olmalarına rağmen ama Türkiye’de maalesef bu konuda kültürel bir eksikliğimiz var.
Çok teşekkürler. Eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?
Hayır. Çok sağ olun.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Apple 97’de batarken, birden bire tepelere çıktı. Blackberry sıfırdan çıkıp 3–5 sene sonra iyice gözden düştü. Bu işte çıkışlar, inişler çok fazla. Ve üç aşağı beş yukarı teknolojileri de artık herkes gidip aynı yerlerden alıyor. İşte o da Qualcomm’dan çip alacak, ben de Qualcomm’dan çip alacağım. Onunki de Google’dan Android, benimki de Android. Application Store’lar orada da var, bende de var. Dolayısıyla bizim bu konularda değişiklik yapabilme yeteneğimiz var. Cep telefonunda başarılı olabiliriz. Onun için cep telefonu gibi işte milyar adetlik bir alandan geri düşmemiz düşünülmemesi gerekiyor dolayısıyla cep telefonuna girme kararı verdik. Çünkü bizim üretim teknolojimiz, AR-GE yapımız, her şeyimiz cep telefonuna çok uygun.”
Şimdi TÜBİTAK mükemmellik merkezi falan diyor, öyle mükemmellik merkezleri yaratabilirse Türkiye bu konulardaki kaynaklarını çok daha iyi kullanabilir.
Mükemmellik merkezleri nedir biraz açabilir misiniz?
Herhangi bir konuda mükemmelleşme. Mesela otomobil, Türk otomobili yapma. Otomobil dediğinin de 3000–4000 tane parçası var, en önemli parçalarından bir tanesi de motor. Motorlar konusunda seçilmiş bir üniversite. Motor kürsüsü, motorlardan anlayan her türlü bilim adamı, özel sektörle iş birlikleri, özel sektörle otomotiv özel sektörüyle üniversite sanayi işbirliği, her şey orada olsa otomobil motorlarıyla ilgili mükemmellik merkezi orası olabilir. Ne bileyim Erzurum Üniversitesi’nce çok uygun, belki tarımsal konularda, hayvancılık konularında mükemmellik merkezi yaratabilirsiniz. Yani oradaki ekonomik şartlara göre olmalıdır çünkü çok net bir şekilde paraya dönmeyen hiçbir şey sonunda bir yere varamaz.
Yani sen temel araştırma da yapsan, işte ürüne yönelik araştırmalar da yapsan, bunun mutlaka, eninde sonunda bir ekonomik değere dönmesi lazım. Ekonomik değere dönmeyen hiçbir şey bir yere gidemez. Yani tabii bunu bir vadesi var ekonomik değere dönmesi için. Temel araştırma yaparsın. Ekonomik değere bu 20 yılda da dönebilir. Bunu devlet yapar, bunu özel sektör yapmaz. Niye yapsın temel araştırmayı özel sektör? Bunu devlet, devlet üniversiteleri yapacak. Ama özel sektörün önünü açacak, özel sektörün ürün geliştirmesine katkıda bulunacak araştırmaları da devlet destekler ve özel sektörle birlikte bunları yapabilir. Nanoteknoloji konusunda mükemmellik merkezi olabilir, işte bizim Display teknolojileri konusunda mükemmellik merkezi olabilir.
Peki özel üniversiteleri siz bu konuda nereye koyuyorsunuz? Mesela bildiğim kadarıyla Özyeğin Üniversitesi’yle bir işbirliği içerisindesiniz.
Özel üniversiteler aslında Türkiye’de teoride kar amaçlı kurulmayan üniversiteler. Hepsine vakıf üniversiteleri deniyor. Bunların bir kısmi hakikaten kar amaçlı değil yani işte bir Sabancı’nın ben kar amaçlı üniversite olduğunu zannetmiyorum, bir Koç’un kar amaçlı üniversite olduğunu zannetmiyorum. Çünkü her sene bu kuruluşlar bu üniversitelere sürekli para aktarıyorlar hala. Yani devlet üniversitesi, vakıf üniversitesi diye ayrım yapmak yanlış bir şey. Yani devlet bir üniversiteyi hakikaten mükemmellik merkezi olarak seçecekse, o zaman devlet üniversitesine yaptığı katkıyı bu üniversiteye de yapmak zorunda.
Devlet mutlaka işin temelinde olmalı mı diyorsunuz?
E tabii. Yani devlet üniversiteye katkı yapıyor. Ben devlet üniversitesine yapayım, vakıf üniversitesine yapmayayım, olmaz. Saçma bir şey olur. O zaman vakıf üniversitelerini dışlamış olursun ki bu da Türkiye’nin geleceği açısından son derece problemli bir şey.
İşte TFT’ler, LCD’ler; işte Laser’la Display yapma olabilir, ne bileyim holografik TV dediğimiz üç boyutlu sanal Display’ler olabilir yani baktığında Display’le ilgili dünyadaki gelişmeleri yakından takip eden, bunun içinde olan bir şey olabilir. O kadar çok konu var ki baktığında.
Şimdi Vestel beyaz eşya ve televizyon üreten bir firma. Bir de IT ürünler üretiyoruz. Her birinde bir Display kullanılıyor. Display teknolojileri dünyada çok sıkça değişen, dünyayı bir yere getiren teknolojiler. İşte Apple’ın başarılı olmasının temel nedeni de Display’i, Display üzerindeki Touch Screen’i, kullanıcıya sunması. Yani Display teknolojileri hızla gelişiyor. Biz bunun hiçbir yerinde yokuz. Şu an için Türkiye olarak söylüyorum. Vestel olarak bir yerindeyiz ama Türkiye olarak, ne Türkiye üniversiteleri ne Türkiye özel sektörü hiçbir yerinde değiliz. Yani bu teknolojik gelişmede çok önemli bir katkımız yok. Burada kimler var? Çinliler var, Tayvanlılar var, Japonlar var. Şimdi biz neredeyiz? Üniversitelerimize bu konuda makaleler, ne bileyim, patentler yok. Dolayısıyla biz takipçi durumundayız.
Türkiye olarak 70’lerden beri bir nevi televizyon üssü konumundayız. Aynı zamanda Türkiye televizyon teknolojisi geliştirmeye de bir katkıda bulunuyor mu, yani şu andaki durum nedir?
Evet. Şimdi elektronikte televizyon bir üst yapı ürünü, cep telefonu da bir üst yapı ürünü, tablet de bir üst yapı ürünü, Notebook da bir üst yapı ürünü. Üst yapı ürünü ne demek? Birçok firmadan parçaları topluyorsun, onları birleştirip bunları uygun yazılımla çalıştırdığın zaman bir ürün elde ediyorsun. Bu bütün dünyada böyle. Apple da böyle yapıyor, Samsung da böyle yapıyor, Dell de böyle yapıyor. Herkes böyle yapıyor, Vestel de böyle yapıyor. Bir üst yapı ürünü olarak. Ben Display ünitesini bir firmadan alıyorum, çipini başka firmadan alıyorum, Memory’sini bir başka firmadan alıyorum. Printed Board’unu, benim tasarımladığım Printed Board’unu bir başka firmadan alıyorum.
Parçaları birleştirme bilgisi ve kombinasyon yaratıcılığı burada avantaj mıdır?
Evet avantajdır. Tabii onlara o parçaları en uygun fiyatla birleştirebilme yeteneği, müşterilerin istemediği şeyi onun içine koyup da ürünü boşuna pahalandırmama yeteneği gibi şeyler de bunun içerisinde. Yani bizim gibi büyük firmaların yeteneği budur. Pazara en uygun ürünleri sunmak, pazarlardaki değişiklikleri hızla takip etmek, teknolojideki değişiklikleri hızla takip etmek ve tabii ki bunları bizim ürünümüze uydurmak.
Türkiye Trendsetter bir ülke olur mu ?
Şimdi size bir örnek. Samsung şu anda cirosu 200 milyar dolar civarında. 200 milyar dolardan bahsediyoruz. Vestel cirosu 4 milyar dolar. Örnek veriyorum. Vestel Ar-Ge’lerinde çalışan 1000 kişi; Samsung Ar-Ge’lerinde çalışan 75. 000 kişi. Doktoralı çalışan sayısı Samsung’da şu an 10.000’in üzerinde, Vestel’de 15- 20 kişi. Yani Vestel’le verdiğim örneği Türkiye‘de Arçelik’le de ilgili verirsiniz, birkaç firma için daha verebilirsiniz. En iyileri olduğu için veriyorum bu örneği. Dolayısıyla Türkiye’nin eğitim sistemi yerlerde sürünüyor. OECD standartlarına göre, OECD’de yani özellikle teknik konularda OECD’nin en kötü ülkelerinden biriyiz bugün için. Kore ilk üçte. Baktığınızda bu 2 tane firmanın öne çıkıp “Ben daha iyisini yapıyorum.” isteği değil, topyekün ülkenin bir sorunu. Yani bu çok geniş bir konu.
Yani eğitimden başlıyor. Firmalar Kore’de devlet desteğiyle yıllarca ayakta kaldılar. Firmalar bazı konulara girdiler. Hyundai sadece otomobilde kaldı. Samsung otomobilden el çektirildi, biliyorsunuz. Zorla el çektirildi. “Otomobile giremezsin.” denildi Samsung’a. Bu adamlar yola çıktıklarında her bir büyük gruba önemli paralar verilmiş, şu konularda yatırım yapın diye. Şimdi bunlar devlet politikaları, eğitim politikaları vesairelerle Samsung, dünyada çok önemli yerlere geldi. Şimdi onlar Trendsetter olabilirler. Oldular zaten. Şimdi bu tarihsel süreçlerle birlikte değerlendirilmesi gerekilen bir konu. Türkiye‘den birinin çıkıp “Ben Trendsetter olacağım.” demesi mümkün değil. Yani Türkiye bir Google da yaratamaz, Facebook da yaratamaz. Ona daha çok vakit var.
Galiba kendi markasını koyan ilk televizyon firması VESTEL. Yanılmıyorsam
Beko 91’de koymuş.
Doğru, doğru. Marka olarak hatırlamıyorum, kendi markasını ilk kullanan da olabilir, ondan tam emin değilim. O ilk televizyon üretimleri başladığında zaten malzemeler dahil gerek batıdan, gerek Japonya’dan lisanslar alındı. İşte Sony lisansıyla, Saba lisansıyla üretimler yapılırdı. Siyah beyazda da renklinin ilk zamanında da. Hiçbir Ar-Ge faaliyeti yok tabii. Lokal üretimler yapılıyordu. Vestel kurulduktan sonra vizyoner olarak hemen kendi Ar-Ge’sini oluşturup, kendi teknolojilerini yaratmaya çalışarak başladı. Vestel o anlamda Türkiye’de bir devrimdir. Diğerlerinin “Asla yapamazsınız.” dedikleri bir konuydu. Vestel’in ilk Ar-Ge müdürlerinden biri de benim. Biz kendi teknolojimizi kullanarak, 89 başında, kendi şasemizle üretim yapar hale gelmiştik.
Polly Peck International vardı, Asil Nadir’in yönetim kurulu başkanı olduğu uluslararası firma, Polly Peck’in bir kuruluşu olarak Vestel Türkiye’de üretime başladı.
Kiminle başladı? Ferguson’dan aldığı teknolojiyle. Yani Ferguson’dan, Ferguson mühendislerinin yönlendirmesiyle üretim teknolojileri dahil, televizyon şasesi dahil, hatta Ferguson’dan gelen mühendislerin belirli bir sürede burada çalışarak, birkaç yıl Vestel’de çalışarak üretimi belirli bir aşamaya getirdikleri bir operasyondu. İşte 85–87 arası. Onların birçoğu Vestel’deydi. Oradan bir noktaya geldi, Vestel’de ilk günden itibaren de kendi markasını Türk piyasasında kullanmaya başladı.
91 yılında Polly Peck battı. Ve 91 yılında Polly Peck kayyumlara devredildi. Devredildiğinde Polly Peck’in birçok kuruluşu kayyumlar tarafından satılmaya başlandı. Bunlardan bir tanesi de Vestel’di. O 91–95 arasında Ahmet Zorlu Vestel’i almadan önceki dönemde Vestel kendi kaynaklarıyla devam etmek zorunda kaldı, kendi kaynakları da kısıtlı olduğu için çok zor bir dönemden geçti. Üretimini devam ettirmek, faaliyetlerini devam ettirmek açısından 91–95 bayağı zor bir dönemdi, ama o dönemi başarıyla atlattı.
Ahmet Nazif Zorlu dönemini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ahmet Bey 95’in başında aldı; ondan sonra zaten Vestel’in patlama dönemi başladı. Ahmet Bey’in ilk projesi şuydu: Ahmet Bey tekstilci biliyorsunuz. Sıfırdan başlamış, tekstilde çok büyümüş, ölçek ekonomisinin ne olduğunu Türkiye’de ilk kavrayan insanlardan bir tanesi. Büyük ölçekte üretim yapmanın, büyük ölçekte satmanın önemini çok önceden görmüş bir insan. Gelir gelmez ilk işi ARGE departmanını bastan sona yenilemek oldu. Ahmet Bey’in bu gelişmeye ne kadar meraklı olduğunun ilk göstergelerinden bir tanesi zaten oydu. Hemen geldi, para koydu, yatırımları hızlandırdı, hedefleri koydu. İlk yılki hedefi 1.000.000’du mesela.
O zaman ne kadar üretim yapılıyordu?
380.000 üretim yapılıyordu. Neredeyse 2 buçuk misli hedefi vardı. Ondan sonra bu hedef her sene katlanarak gitti. Gerekli yatırımlar yapıldı, kadrolar takviye edildi, bazı kadrolar değişti. E tabii Vestel’in bir altyapısı vardı, oturmuş kadroları vardı, Ar-Ge’nin Core Ar-Ge’si vardı, her şeyi vardı. Dolayısıyla bunun üzerine olduğu için pazarlarda Distribution Channel’i falan oturmuş vaziyetteydi. Gelir gelmez zaten Turan Bey’e soruldu, “Pazarlarda gelişmemiz için ne yapalım ?” diye, “Şu şu ülkelerde ofis açalım.” dedi. Hemen gidip açtılar yani. Karar süreçleri çok kısaldı. Tıkır tıkır hemen her tarafta o faaliyet başlayınca onun doğal sonuçları da hemen alınmaya başlandı.
Peki Vestel beyaz eşyaya girmeye nasıl karar verdi ?
Polly Peck zamanında Vestel beyaz eşyaya girmişti. Merloni Grubu’yla ortak buzdolabı, çamaşır makinesi yatırımı vardı. Ahmet Zorlu Vestel’i aldıktan sonra beyaz eşyayla elektroniğin birlikte gideceğini gördü ve Merloni’ye şu teklifte bulundu: “Ya hepsini ver, ya hepsini al.” Onlar hepsini almaya karar verdiler. Bu 96 yılında oluyor. Merloni’ye devrettik hisselerimizi ve sıfırdan yeni yatırım yapma kararı verdik.
İşte ilk önce buzdolabı fabrikası, arkasından çamaşır makinesi fabrikası, arkasından fırın derken 1.000.000 metrekarelik Vestel City oluştu. Şu anda beyaz eşyanın bütün kollarında da üretim yapıyoruz.
Peki Avrupa’da pazar payları nasıl gelişti?
Yani uzun süre biz ihracatta beyaz eşyada bir numaraydık. Zaten televizyonda, sektörümüzde her zaman bir numarayız. Hiçbir zaman iki numara olmadık. Avrupa’da biz Vestel markasıyla ürün satmıyoruz satsak da çok az satıyoruz; bazı komşu ülkelere satıyoruz. Onun dışında da biz OEM–ODM dediğimiz bir üretim firmasıyız. Birçok markaya beyaz eşyada ürün yapmaya başladık. Dünya devlerine, Avrupa’nın devlerine ürün yapmaya başladık. Onun dışında bu süpermarketlerin Private Label dediğimiz bir markaları var. İşte diyelim ki Carrefour’un markası var, Darty’nin markası var, Mediamarkt’ın markası var. Bu markalarla da o firmalara, o süpermarketlere ürün yapmaya başladık. Pazar payımız öyle arttı.
Vestel’in Ahmet Bey ile olan o yapısı 2000’li yılların başında mı oturdu?
Hayır. 96’da hemen oturdu. Yani Ahmet Bey gelir gelmez etkisi hemen görüldü. Çünkü Ahmet Bey’e götürülen işi büyütmeyle ilgili, daha farklı pazarlara girmeyle ilgili teklifleri Ahmet Bey hemen onaylamıştır. Yani Vestel Yönetimi öyle çok zorlanmamıştır. Hatta Vestel Yönetimi birçok durumda Ahmet Bey’i durdurmaya çalışmıştır, yapmayalım bunu, diye. Esas Ahmet Bey’i durdurmayla ilgili problem olmuştur. Çünkü baştan bazı şeylere o kadar da inanmamıştır Vestel Yönetimi. Ama ondan sonra, o gelişmeleri gördükten sonra inanmışlardır.
Derginizi inceledim de, Vestel M2M uygulamalarıyla ilgili olarak cep telefonundan gönderilen o akıllı klima ilgimi çekti. Bu tarz başka uygulamalar da olacak mı?
Şimdi o Smart Home dediğimiz konsept de evdeki cihazlara, başka cihazlarla dışarıdan müdahale edebilme yeteneği diyeyim. İşte evinizdeki perdenizden buzdolabınıza, çamaşır makinenizden, televizyonunuza, klimanıza; akıllı telefonların üzerindeki Application’larla müdahale edebilme, ışığını açma kapatma, dolabı açma kapatma, fırını açma kapatma gibi projeler üzerinde çalışıyoruz şu anda. Konu teknolojik değil, teknolojik olarak bütün bu altyapı Vestel’de var aslında. Konu bu işte müşteriye bir müşterinin para verebileceği bir özellik katma. Müşteriye özellik katarsınız, hiç kimse para vermezse zaten bu sizi zarara götürür. Müşterinin para verebileceği özellikleri katabilme konusunda sektörün problemleri var. Türkiye için söylemiyorum, dünya için soyluyorum bunu. Yani ben işte çamaşır makinemi tabletimdeki bir düğmeye basarak çalıştırmam için bana kaç kuruş fazla verecek, onu bilemiyor. Yani iş modeliyle ilgili problemler var. Bu şu ana kadar söylediklerimde teknik hiçbir şey yok.
Teknik olarak bunlar halledilebilir, diyorsunuz öyle mi?
Şu anda teknik altyapı hazır. Burada en önemli şey bu Smart Home uygulamalarında Smart Grid dediğimiz bir uygulama var. Yani elektriğin değişik saatlerde, değişik tarifelendirilmesi konsepti. Bazı saatler ucuz, bazı saatler pahalı. Eğer bu Türkiye’de veya başka yerde gerçek anlamda hayata geçerse, o zaman ben çamaşır makinemi tarifenin en ucuz olduğu zamanlarda otomatik olarak çalıştırabilirim.
Veya buzdolabımı akşam saatleri elektriğin en pahalı olduğu saatlerdir akşam 18–20 arası diyelim, o saatlerde daha düşük olarak çalıştırırsam Overall’da 24 saat benim orada enerji tasarrufum oldukça fazla olabilir.
Yani doğal gazın eve gelmeden bir saat önce açılması gibi mi?
Tabii tabii. Yani bunlar kombiye de uygulanabilir. Mesela şimdi klimayı çalıştırıyorsun, klimayı çok yüksek hızla da çalıştırabilirsin, düşük hızla da çalıştırabilirsin. Ama ben ona akıl katarak enerjinin pahalı olduğu saatlerde daha düşük seviyede çalıştırırım, belki oda ısısı 1 derece fark eder, insanlar onu bile fark etmez, ondan sonra tekrar eski seviyesine getirebilirim. Bu aklı da yazılım içerisine koyabilirim. Bu tip projeler üzerinde çalışıyoruz ve tabii ki fuarlarda gösteriyoruz.
Şimdi Wi-fi teknolojilerini geliştirdikten sonra bu cihazların ZigBee denen daha ucuz bir teknolojiyle birbirine konuşması teknolojisi var. 3G teknolojisi demeyeyim de 2G uygun. Çünkü cihazla komünikasyonda iki tarafın birbirine çok fazla şey söylemesine gerek yok.
Bir Application üzerinden olmuyor mu bu?
Application üzerinden oluyor ama sadece “Aç” komutu 1 Bit’lik bir şey dolayısıyla bu komünikasyon çok basit bir komünikasyon. Video göndermiyorum yani cihaza o kadar çok büyük şeye ihtiyacım yok. Smart Home Vestel’in önemli gelecek konularından, yakın gelecek konularından bir tanesi. Üzerinde şu an proje yürütülen konular bunlar.
Böyle bir paket konsepti halinde mi peki?
Tabii ki şimdi dünya nereye gidiyor, standartlar neler? Mesela 3G bütün telefonlar için bir standart dünyada. Smart Home da 3G gibi bir şey. Şu anda 15–20 tane Smart Home’la ilgili değişik standartlar üzerine çalışan, o standartları öne çıkarmaya çalışan gruplar var.
Türkiye’de mi?
Dünyada. Yani Vestel bir şey yapıyorsa dünya için yapıyordur; sadece Türkiye için bir şey yapmaz. Vestel’in önemli özelliklerinden bir tanesi dünya ile birlikte hareket etmeye çalışmasıdır. Çünkü ben bir eve girdiğimde benim buzdolabım var, Ahmet’in çamaşır makinesi varsa, ikisi ayni sistemde aynı standartlarda çalışıyorsa, işte benim cep telefonumun Application’u belirli standarttaysa o zaman daha çok müşteri o standardı kolay alabilir. Mesela Android. Her şey Android’liyse o zaman Android standartlı bir ürünü müşteri daha kolay alabilir çünkü elinde zaten bununla ilgili daha evvel bazı şeyleri vardır.
Peki ne zaman? Bu uygulamaların başlayacağı zamanla ilgili bir tahmininiz var mı?
1 yıl içinde ama o dediğim iş modeli konusundaki sıkıntılar çözülürse.
Ben o aklı koyduğumda o aklın parasını bana insanlar ne zaman vermeye hazırsa ben o zaman hazırım. Tabii ki bazı Premium Line’lari daha evvel çıkartacağız. Bu sene içerisinde bunların bir kısmı hayatta olacak.
Peki Vestel’in gelecek projeleriyle ilgili konuşmadığımız ya da sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Mesela cep telefonu çok enteresan bir konu tabii, hatta bakanı dinlemiş miydiniz geçenlerde TESİD toplantısında Bakan şunu demişti: “Nokia’nın CEO’suyla konuşuyordum, ben yıllardır Nokia kullanıcısıydım, sizin geçileceğinize asla inanmıyordum, nasıl geçildiniz?” demiş, adam da: “Biz de inanmıyorduk.” demiş. Güzel bir cevaptı. Yani buralarda şartlar çok değişiyor. Teknolojiler çok ve hızlı değişiyor.
Apple 97’de batarken, birden bire tepelere çıktı. Blackberry sıfırdan çıkıp 3–5 sene sonra iyice gözden düştü. Bu işte çıkışlar, inişler çok fazla. Ve üç aşağı beş yukarı teknolojileri de artık herkes gidip aynı yerlerden alıyor. İşte o da Qualcomm’dan çip alacak, ben de Qualcomm’dan çip alacağım. Onunki de Google’dan Android, benimki de Android. Application Store’lar orada da var, bende de var. Dolayısıyla bizim bu konularda değişiklik yapabilme yeteneğimiz var. Cep telefonunda başarılı olabiliriz. Onun için cep telefonu gibi işte milyar adetlik bir alandan geri düşmemiz düşünülmemesi gerekiyor dolayısıyla cep telefonuna girme kararı verdik. Çünkü bizim üretim teknolojimiz, Ar-Ge yapımız, her şeyimiz cep telefonuna çok uygun.
Peki, teşekkür ederiz.
Rica ederim.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Teknolojiye inandığımız zaman ufkumuz tamamen açılıyor.”
Merkezi Almanya’da bulunan Siemens AG, 165 yılı aşkın süredir mükemmellik, inovasyon, kalite ve güvenilirlik yönleriyle öne çıkan uluslararası bir teknoloji şirketi. Siemens’in Türkiye’deki faaliyetlerinin temelleri ise 1856 yılına dayanıyor. O dönemde Siemens, Yıldız Sarayı’nın elektrifikasyonu gibi pek çok önemli projeye imza atmış, Cumhuriyet döneminde de Türkiye’deki faaliyetlerine başarıyla devam etmişti.
Türkiye’deki ilk fabrikasını bundan 50 yıl önce İstanbul-Kartal’da kuran Siemens, bu uzun süreçte pek çok farklı iş ortağıyla birlikte çalıştı. Siemens Türkiye’nin en önemli işbirliklerinden biri, Koç Grubu ile kurulan Simko oldu. Simko, 40 yıldan uzun süre faaliyet gösterdi ve önemli projelere imza attı.
Siemens 1914’te İstanbul’a ilk elektrikli tramvayı getiren şirket olmuştu; tam 100 yıl sonra, 2014’te de en modern çok yüksek hızlı treni yine Siemens getirdi. Siemens’in Türkiye macerasını en iyi şekilde anlatan bu örnekten de anlaşılacağı gibi, Siemens Türkiye’ye sadece bir proje için gelmedi. Burada, uzun vadeli, karşılıklı işbirliğine dayalı bir süreç söz konusu. Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün Siemens ile ilgili olarak söylediği cümle, aslında şirketin yaklaşımını tam olarak açıklıyor: “Biz Siemens’i tanıyoruz; Siemens Alman kökenli bir Türk şirketidir.”
Türkiye’de cari açığın ana sebeplerinden biri olan enerji alanında Siemens’in stratejisi nedir?
Siemens Türkiye açısından enerji konusu büyük bir önem taşıyor. 15-20 yıl evvel Türkiye geneline ya da Siemens’in portföyüne bakıldığında, en büyük yatırımların telekomünikasyon alanında yapıldığı görülüyordu.
Fakat bugün tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de en önemli konu enerjidir. Ekonomik büyüme için enerjiye ihtiyacımız var.
Türkiye’nin enerji kaynaklarına baktığımız zaman, coğrafi yapısı ve olanakları açısından esas enerji kaynaklarımızın rüzgar ve güneş olduğunu görüyoruz. Ama enerji sektöründe bu kaynaklar henüz yeterince değerlendirilmiyor. Geçmişte Türkiye’de ilk enerji santrallerini kuran, önemli enerji projelerini yürüten Siemens, yaklaşık 5 yıldır özellikle rüzgar konusuna odaklanıyor. Türkiye, enerji kapasitesi açısından Avrupa’nın, belki de dünyanın en avantajlı ülkelerinden biri. Bugün ülkemizde yaklaşık 3 bin MW kapasiteli bir altyapı hazır durumda bulunuyor. Her yıl da hemen hemen 500 MW’lık büyüme gözlemleniyor. Fakat bundan 2-3 yıl sonra, yıllık büyüme 1 GW seviyelerine ulaşacak. Siemens olarak bizim odak noktamız budur.
Gerek rüzgar gerekse gaz, kömür enerjisi ve hatta nükleer enerji üretimi Türkiye için elbette çok önemli; Siemens Türkiye de geniş portföyüyle bu alanda hizmet veriyor. Fakat enerji tasarrufu da sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada en az enerji üretimi kadar önemli bir konu. Siemens bu konuda araştırma–geliştirmeye (Ar-Ge) özel bir önem veriyor. Sözgelimi, bir ürünün enerji verimliliği, ürün henüz pazara çıkmadan, daha tasarım aşamasındayken gündeme getiriliyor. Türkiye genelinde bu tür Ar-Ge çalışmalarına daha fazla önem verilmesi gerekiyor.
Siemens’in enerji stratejisindeki bir başka önemli konu da ‘akıllı şebekeler’. Enerji üretildikten sonra, dağıtım aşamasına gelindiğinde, “Bu dağıtım sürecini en verimli şekilde nasıl yönetebiliriz?” sorusunun sorulması gerekir. Akıllı şebekelerin rolü de işte bu noktada başlıyor. Gelecek yıllarda enerji arzı daha da fazla önem kazanacağı için akıllı şebekelerin konumu da güçlenecek. Siemens Türkiye’nin bu alandaki rolü, özellikle içinde bulunduğumuz bölgede daha da artacak.
Almanya’da rüzgar, güneş enerjisi gibi yenilenebilir enerji türlerinin yoğun şekilde kullanıldığını biliyoruz. Benzer kapasitede ya da tarzda bir uygulama Türkiye için de söz konusu olabilir mi?
Bugün dünya genelinde temiz enerjiden, yeşil enerji portföyünden söz ediliyor. Bu portföydeki en temiz enerji, rüzgar enerjisidir. Fakat Türkiye gelişen bir ülke olduğu için, sadece rüzgar enerjisini değil, yeşil enerji portföyündeki tüm çözümleri değerlendirmemiz gerekiyor. Ülkemiz bu anlamda gerek rüzgar gerekse güneş enerjisi açısından çok uygun kaynaklara ve altyapıya sahip. Fakat yeşil enerji söz konusu olduğunda sadece enerjinin kaynağına değil, enerji üretiminde kullanılan sistemlerin ne kadar verimli çalıştığına da bakmak önem taşıyor. Örneğin Siemens son yıllarda dünyanın en yüksek verimlilik oranlarına sahip en büyük gaz santrallerinin satışını yaptı. Bu santrallerin verimlilik oranları yüzde 70’lere ulaşıyor.
Biraz da hızlı tren konusunu ele alalım. Hızlı tren alanında, altyapı ve yazılımlarının rolü de giderek artıyor. Bu konularda Siemens ne yapıyor?
Türkiye son on yılda muhteşem bir büyüme sergiledi. Avrupa’da benzer büyüme oranları görülmüyor. Ülkemizdeki bu büyümenin en önemli nedeni altyapı ihtiyacının olması ve ulaşım, bu alandaki örneklerden biri. Diğer Avrupa ülkelerine kıyasla bizim altyapımız hâlâ yeterli durumda değil. Altyapı yatırımları, büyümenin önünü açar. Bu nedenle Siemens olarak Türkiye’ye önümüzdeki yıllarda daha fazla yatırım yapmak istiyoruz; bu alanda çok önemli bir rol oynayabileceğimizi düşünüyoruz. Örneğin, çok yüksek hızlı trenleri sadece Türkiye’ye getirmek değil, aynı zamanda da Türkiye’de üretmek önemlidir. Bununla yetinmeyip, araştırma-geliştirme konusunda ülkemizde neler yapabileceğimizi düşünmemiz gerekir. Bir başka örnek de yeşil enerji… Çevreci portföyümüzü daha da geliştirmeyi, enerji verimliliğine odaklanmayı hedeflemeliyiz. Türkiye’de bu konuda büyük bir potansiyel olduğuna inanıyorum. Siemens olarak Türkiye’de 1914 yılında başladığımız ulaşım yatırımlarımıza, önümüzdeki yıllarda da farklı açılardan devam edeceğiz.
Siemens’in Türkiye’deki Ar-Ge faaliyetleri hakkında bilgi verir misiniz? Bu alanda yeni yatırımlarınız var mı?
Türkiye’de “yatırım” dendiğinde çoğunlukla fabrikalardan bahsediyoruz. Siemens de Türkiye’deki ilk projelerinde fabrika konusuna odaklanmıştı. Fakat bunun da ötesinde, Ar-Ge ve inovasyona yoğunlaşmak gerekiyor. İnovasyona inanan bir mühendislik şirketi olarak esas odak noktamızı dünyadaki büyük problemleri mühendislik anlamında çözmenin yollarını bulmak oluşturuyor.
İnovasyonun, devrimsel (revolutionary) ve evrimsel (evolutionary) inovasyon olmak üzere iki yönü bulunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de çoğu Ar-Ge projeleri evrimsel tarafta yer alıyor. Bu elbette önemli ama asıl devrimsel inovasyona odaklandığımız zaman gerçek anlamda yeni bir şeyler üretebiliyoruz. Türkiye için bu çok önemli. İnovasyon süreçlerinde sadece maliyete de bakmamak gerekiyor, verimlilik konusu da çok önemli. Türkiye’de mühendislerin verimlilik konusunda gayet başarılı olduklarını ve problemlere değişik bir yoldan yaklaştıklarını görüyoruz. Önümüzdeki yıllarda Türkiye’de bu alanda çok daha yüksek bir potansiyel olacağına inanıyorum.
Bundan sonraki teknolojiler, yeni fikirler acaba nereden gelebilir diye düşündüğümde aklıma sosyal medya geliyor. Dünyada sosyal medyada en fazla aktif olan ülkelerin arasına giriyoruz; bu güzel bir şey, buradaki olanakları araştırmak lazım. Sosyal medyadan yeni fikirler de çıkacak ve şirketler kurulacak. 2-3 kişi veya şirket sosyal medya üzerinden yeni fikirleri bir araya getiriyor ve şirket kuruyor; Google, Facebook gibi şirketler doğuyor. Aynı durumun Türkiye’de de olabileceğine inanıyorum. Yeter ki yenilikten, yeni fikirlerden, yeni ortamlardan korkmayalım.
Bundan 7 yıl önce Siemens Türkiye’nin Ar-Ge organizasyonlarında 20 kişi çalışıyordu; bugün Ar-Ge alanında 3 farklı lokasyonda toplam 250 kişi çalışıyor ve gayet başarılı sonuçlar elde ediyor.Türkiye’de özellikle ulaşım, enerji, otomasyon ve sağlık sektörlerine yatırım yapıyoruz.
İstanbul Teknopark’ta bir inovasyon laboratuvarı kurduk, gençlerle beraber yeni çözümleri, yeni fikirleri tartışıyoruz. Bu hepimizi çok heyecanlandırıyor çünkü birlikte “yeni”yi arıyoruz. Yeniye inanıyor, kısa vadeli değil, uzun vadeli düşünüyoruz. Bu sürecin sonucunda sadece evrimsel değil, aynı zamanda da devrimsel fikirleri de Türkiye’ye kazandıracağımıza inanıyorum.
Bu tür Ar-Ge merkezleri ve çalışmaları anlamda Türkiye’deki işbirliği kültürünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yedi farklı ülkede çalıştım ve her ülkenin işbirliği anlamında farklı özellikleri olduğunu gördüm. Türkiye’deki şirketlerde kardeşlik, beraberlik, aile atmosferi var. Beraber çalışma alışkanlığı bence Türkiye’de çok kuvvetli. Fakat aynı zamanda bireysel ortam da yaratmamız gerekiyor. Yani hem bir grup olarak çalışabilmeli hem de bireysel düşünce farklarını ortaya çıkarabilmeliyiz. Bunun dengesini bulmamız gerekiyor. Türkiye’nin yeniliğe ve inovasyona gayet uygun bir ortam olduğuna inanıyorum. Türkiye’de çalışanların çoğunluğu, “Ben yaparım,” diyebiliyor. İddialıyız. Tarihten bu yana belki de genlerimizde taşıdığımız bir girişimcilik var ruhumuzda. Önümüzdeki yıllarda ekonomik büyümede, yeni teknolojilerin keşfinde bu özelliğimizin büyük katkısı olacak.
Siemens’in farklı ülkelerdeki operasyonları arasında bir rekabet var mı? Türkiye’nin bu açıdan konumu nedir?
Siemens gibi bir şirketin CEO’su olarak görevlerimden birinin, Türkiye’nin elçiliğini yapmak olduğunu düşünüyorum. Çoğu zaman sembolik olarak Türkiye bayrağını elime alıp Almanya’daki Siemens Genel Merkezi’ne gidiyorum ve “Türkiye’de yatırım yapalım,” diyorum. Fakat yaklaşık 150 ülkede faaliyet gösterdiğimiz için, başka ülkelerdeki arkadaşlar da aynı taleplerle geliyor.
Yatırım yapmak için önce ülkeyi anlamak, hangi kriterlere bakılacağını belirlemek gerekiyor. Altyapı hazır mı, belirli standartlar uygulanıyor mu? Bir sürdürebilirlik anlayışı, bir vizyon var mı? Uluslararası normlara, standartlara uyan bir felsefe var mı? Bunların yanı sıra yenilikçilik, inovasyon var mı? Kanunlar, şartlar, hukuki durum bu yatırıma uygun mu? Diğer bir deyişle, bir ülkeye sadece maliyetler uygun olduğu için gitme anlayışı artık geçmişte kaldı.
Bu kriterler açısından bakınca Türkiye’nin çok büyük bir avantajı var. Öncelikle Avrupa’ya coğrafi olarak çok yakın. Altyapı konusunda da avantajlıyız çünkü altyapı deyince insan kaynağından da bahsediyorum. Çok genç, dinamik, öğrenmeye ve yeniliğe açık bir nüfusumuz var. Bugün Siemens Türkiye’de çalışan arkadaşlarımızın çoğu en az iki ya da üç yabancı dil biliyor. Bunlar çok büyük avantajlar.
Eğer bu hususlar bir ülkede mevcutsa, bu yatırımlar yapılıyor. Fakat marka konusunu da unutmamak gerekir.
Bir şirketin CEO’su her zaman şirketin markasını korumak ister. Bunun yanı sıra Türkiye’nin markasını da korumamız gerekiyor. Bunun için de yatırım yapmamız ve global standartlara uymamız şart.
Türk markalarının uluslararası arenada markalaşması konusuna nasıl yaklaşıyorsunuz?
Bir Türk markasından bahsettiğimiz zaman sadece teknolojiye bakmamamız gerekiyor; bu, aynı zamanda ülkenin bir markasıdır. Yani yurtdışında Türkiye dediğiniz zaman oradakilerin akıllarına ne geliyor? Tekstil bu anlamda geçmişten bugüne önemli ve başarılı olduğumuz bir sektör. Bizim amacımız, yabancıların Türkiye’yi düşündükleri zaman akıllarına insan kaynaklarının gelmesi. Çok dinamik, büyük potansiyeli olan bir insan kaynağımız var. Bugün yurtdışına gittiğimiz zaman özellikle Türkiye’nin büyümesinden ve altyapı projelerinden söz ediyorlar. Türkiye’nin markası gittikçe bu yöne doğru kayıyor. Avrupa’nın hemen yanı başında olan Türkiye’de hakikaten gelişime açık gençler var, büyük projeler var, yatırımlar yapılıyor, ekonomik yapı stabil, bir kamu düzeni var.
Peki mühendislik markanızı nasıl görüyorsunuz? Uluslararası arenada Türk mühendisliği nasıl değerlendiriliyor?
Bu konuda öncelikle üniversitelere bakmak gerek. Dünyanın en başarılı üniversiteleri listelerinde Orta Doğu Teknik Üniversitesi gibi okullarımız yer alıyor. Son yıllarda çok başarılı özel üniversiteler de açıldı. Bu başarıları desteklemek için yurtdışından daha fazla hoca, bilim insanı getirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Daha fazla işbirliği gerekiyor. Türkiye’de bir Türk-Alman Üniversitesi kuruldu. Bence bu girişim önümüzdeki yıllar açısından çok önemli. Çünkü Almanya’ya baktığımız zaman, neredeyse 3 milyon Türk asıllı Alman vatandaşı olduğunu görüyoruz; bu bir potansiyel demek. Peki bu potansiyeli nasıl değerlendiririz? Eğer bu gençler Almanya’dan Türkiye’ye gelip burada okuyabilirse ve buradaki öğrenciler de Almanya’da üniversiteye gidebilirlerse, bu üniversitelerin de küresel listelere girebilme şansları olacak.
Üniversitelerle yaptığınız çalışmalar hakkında bilgi verir misiniz?
Türkiye’de yedi üniversiteyle işbirliğimiz var. Bazı üniversitelerde öğrenci bursları veriyoruz, bazı üniversitelerle ise akıllı şebekeler, sağlık, enerji gibi alanlarda spesifik projeler üzerine çalışıyoruz. Aslında biz bu konuyu bir yatırım olarak görüyoruz. Örneğin Türkiye’deki üniversitelerde nanoteknoloji alanında bir gelişme var, bu konuya da destek veriyoruz.
Gerek ülkelerin gerekse şirketlerin en büyük varlığı daima insanlardır. Siemens, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra her şeyini kaybetti. Ama insan kaynağı vardı. O insanların sayesinde şirket yeniden toparlandı ve bugün global bir şirket olarak her yerde Siemens’i görebilirsiniz.
Türkiye’ye baktığımız zaman da en büyük potansiyelimizin gençler olduğunuz düşünüyoruz. Ortalama yaşımız 29 civarında. Coğrafi olarak Avrupa’ya çok yakınız. Zengin bir kültürümüz var. Bu kültürü ve değişik fikirleri iyi değerlendirdiğimiz zaman Türkiye’nin önümüzdeki yıllardaki hedeflerine yaklaşacağını düşünüyorum. 2023’te dünyanın en büyük on ekonomisi arasında yer alabilir miyiz, bunu zaman gösterecek. Fakat 14 ya da 15. olmak bile çok büyük bir başarıdır.
Siemens’in genç şirketlerle ortaklığı, ilişkisi, işbirliği ya da faaliyeti var mı?
İstanbul Teknopark’taki laboratuvarımızda aslında tamamen gençlere odaklanıyor, öğrencilerle beraber çalışıyoruz. Bu bizim için global bir yönelim ve Türkiye’de de aynı süreci yürütüyoruz. Kuluçkalara yatırım yapıyoruz, yeni fikirler arıyoruz. Önümüzdeki yıllarda veri konusu çok önemli olacak, veri sektörü çok gelişecek. Örneğin enerji sektöründe enerjinin iyi ve verimli kullanılıp kullanılmadığını görmek için verilerin analiz edilmesi gerekecek. Sağlık ya da otomasyonda da aynı ihtiyaç söz konusu olacak. Önümüzdeki yıllarda Türkiye’de bu alanda daha fazla yatırım yapılacağını düşünüyorum.
Jules Verne’in zamanında, “Acaba aya çıkabilir miyiz?” diye soruluyordu. Bugün Rosetta’dan söz ediyoruz; insanoğlu, kuyruklu bir yıldıza araç indirdi, kısıtlı da olsa oradan gelen veriler değerlendirilecek. Teknolojiye inanmak işte böyle bir şey. İnandığımız zaman da ufkumuz tamamen açılıyor, yeni alanlara giriyoruz.
Eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?
Hayır, çok teşekkür ediyorum.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Biz ihracatın çok önemli olduğunu biliyoruz. Hep siyasilerimiz, bakanlarımız söylüyor, uçağa bindiğinde 2 saat, 3 saat mesafede 360 derece baktığımızda Türkiye’nin çevresinde birçok ülke var ithalat eden, ithalatı kuvvetli olan. Bu ülkelere bir üretim merkezi olarak ayakta kalacağını ve kişi başı 25 bin dolar milli gelir seviyesine böyle ulaşacağını söylüyorlar. Biz buna %100 inanıyoruz. Hükümetin politikasının bu noktada doğru olduğunu düşünüyoruz. Çünkü satmadan almak olmaz. Refah ancak bu şekilde olur. Bizim elektrik elektronik grubu olarak da üzerimize düşen bir görev var. Biz 500 milyar dolarlık 2023 yılındaki Türkiye hedefinde yaklaşık 45-50 milyar dolar ihracat yapmamız lazım. Şu anda bizim grup 14 milyar dolar yapıyor.“
Makel 1977 yılında Bayrampaşa’da elektrik sektörüne yan sanayii olarak hizmet vermeye başlamış bir firma. 1987 yılında da anahtar priz üretimine geçiyor. Yani şu an ürettiği ana ürün grubunu 1987 yılında üretmeye başlıyor.1996 yılında da şu an içinde bulunduğumuz lokasyondaki tesisimize taşınıyor.1998’de sayaç üretimine başlıyor ki şu an biliyorsunuz firmamız Makel sektör lideri. Pazarında bir numara. 2001’de elektronik sayaç imalatı. 2004’te Türkiye’de hali hazırdaki tek yerli üretim diyoruz şalt üretimine. 2004 yılında başlıyor. 2010 yılında panelmetreler, uzaktan okuma sayaçlar, kompanzasyon röleleri gibi elektronik ağırlıklı ürünleri üretmeye başlıyor. En büyük atılım dediğimiz yılları bu şekilde özetleyebiliriz. Geçen yıl da böyle bir hamleye başladık. Smart Home dediğimiz, akıllı evlerin ürünlerini Makel, TUBİTAK destekli olarak özel bir projeyle üretti ve ürünleri şu an firmamızda yerli olarak, %100 yerli, %100 kendi Ar-Ge’mizden çıkan ürünler olarak, Türkiye’ye vermeye başladık. Daha çok yeniyiz ama Türkiye’de şu anda akıllı evler konusundaki bütün ürünleri yabancı firmalar satıyor ve hep ithal ürün olarak satıyor. Bu da ülkemiz için, hep diyoruz, “Bir babayiğit yok mu yerli otomobil üretecek?” Biz de diyoruz ki, otomobil üretemedik ama kendi sektörümüzde, hep ithal olan bir ürün grubunda, kendi ürünümüzü, kendi mühendislerimizle beraber inşallah daha yeniyiz ama, satmaya başladık. Yaklaşık 850 civarında çalışanımız var.
Bize hizmet veren yan sanayilerle beraber 1500 civarında çalışanımız var. Büyük bir tesis. Sektöründe lider olanlardan bir tanesi. Gururluyuz.
Peki bu akıllı ev konusunda başka firmalarla iş birliğiniz var mı Hakan Bey ? Tüketici elektroniği firmaları da bu Smart konseptinden çok fazla bahsediyorlar. Bu anlamda firmalar şu anda yalnız başına mı hareket ediyor? Yoksa bir standarta doğru gidiyor mu bu iş?
Hemen hemen kabul edilmiş, %70-80 herkesin almak istediği standart var. Smart Home için standarda uygun bir üretimi bir nevi yapmak zorundasınız artık. Türkiye’de yerli imalat yok, biraz önce de bahsettiğimiz gibi. Ağırlıklı, büyük dünya devleri Türkiye’ye şu anda hakim durumda. Bunlar hep ithal ürünler. Yurt dışında üretiliyor ve Türkiye’nin şu anda çok büyük bir pazarı olmamasına rağmen, olan pazarı da bunlar eline geçirmiş durumdalar. Biz de yaklaşık birkaç yıldır bu konunun içindeyiz. İlk başta biz de dünyada büyük bir dev firmayla ortak bu işe girmeye çalıştık. Onlardan birçok alt parçayı alarak bu işe girmeye çalıştık. Fakat bunun taşıma suyla değirmen olmaz misali, zaten en baştaki niyetimiz de buydu, şu an kendi Ar-Ge ekimizle bir proje oluşturduk. Bu projede de Smart Home veya akıllı evde kullanılan veya ticari yerlerde kullanılan ürünlerin ana ürünlerini şu an fabrikamızda üretiyoruz.
Makel’in şu an 15 bine yakın ürün çeşidi var. Biraz önce de bu ürünleri ana gruplara ayırdığımızda kilometre taşı olarak bakarsak, girdiğimiz yıllardan bahsettik. Bu ürünlerin içinde sayaç grubu %10 civarında bir ülkeye gönderiyoruz. Ağırlıklı Azerbeycan’dır. Makel’in şöyle bir trendi veya mottosu var: ” Makel… Dünya için üretiyoruz.” diyen. %100 yerli olmasına rağmen ihracat ağırlıklı bir firma. Her ne kadar son yıllarda Türkiye’ye sattığı ürün miktar ve tutarları, ciroları yıldan yıla çok da katlayarak büyüse de biz yine ihracat ağırlıklı bir firmayız. Biraz önceki sayaçlar haricindeki diğer ürünlerimizi yaklaşık 40’a yakın ülkeye satıyoruz. Biliyorsunuz, 2023’te 500 milyar dolar hedefimiz var. Firmamız aynı zamanda ihracatlar birliğinde yönetim kurulunda. Dolayısıyla dış ticaret müsteşarlığıyla, TİM’le, ekonomi bakanlığıyla sürekli bir iletişim içerisindeyiz. Türkiye’nin kurtuluşunun üretmek ve satmak olduğunu biliyoruz. Bunlar hani laf olsun diye söylenen şeyler değil. Gerçekten buna inanıyoruz. Çünkü satmadan lafı olmaz. Bugün cari açıktan bahsediyoruz. Cari açık ne demek, sattığından fazla almak demek. Yani bir aile içi bütçeye baktığınızda durum aynı. Türkiye’nin bütçesine baktığınızda da durum aynı. Bir firmaya baktığınızda da durum aynı.
Biz ihracatın çok önemli olduğunu biliyoruz. Hep siyasilerimiz, bakanlarımız söylüyor, uçağa bindiğinde 2 saat, 3 saat mesafede 360 derece baktığımızda Türkiye’nin çevresinde birçok ülke var ithalat eden, ithalatı kuvvetli olan. Bu ülkelere bir üretim merkezi olarak ayakta kalacağını ve kişi başı 25 bin dolar milli gelir seviyesine böyle ulaşacağını söylüyorlar. Biz buna %100 inanıyoruz. Hükümetin politikasının bu noktada doğru olduğunu düşünüyoruz. Çünkü satmadan almak olmaz. Refah ancak bu şekilde olur. Bizim elektrik elektronik grubu olarak da üzerimize düşen bir görev var.
Biz 500 milyar dolarlık 2023 yılındaki Türkiye hedefinde yaklaşık 45-50 milyar dolar ihracat yapmamız lazım. Şu anda bizim grup 14 milyar dolar yapıyor.
Biz doğru ürünler çıkartarak, biraz önce Smart Home’dan bahsettik. Bu Smart Home’u yeni yeni yapıyoruz. Türkiye’ye belli oranda satmaya başladık. Ama bunu yurt dışına da satmamız lazım. Ancak böyle ihracatta, yükte hafif pahada ağır ürünleri satarsak bu hedefimize ulaşabileceğiz. Bu manada ben bakanlıklar, müsteşarlıkların doğru planlı çalıştığını düşünüyorum, bir özel sektör yöneticisi olarak ve çalışanı olarak. Mesela bir Turquality programı çıkartıldı. Biz şu anda yaklaşık, tam emin değilim ama 100-120 tane firma var Turquality’de. Diyor ki on yılda on tane dünya markası çıkartmamız lazım. Mesela şu anda dış dünyada marka diyeceğimiz, hep örnek veriyorlar, işte Kore’yle yola çıktık; Hyundai’ı, LG’si, Samsung’u bir sürü marka yarattı dünyada. Her biri 50’şer 100’er milyar dolar ciro yapan. Ama bizim hiç öyle bir firmamız yok. Bu amaçla bir Turquality programı çıkarttılar. Makel de bu programın içerisinde şu anda. Amaç şu: Yurt dışında marka olmak için çalışan firmalara devlet destek veriyor. Biraz önce bahsettiğimiz devletin bu politikalarının altının da dolu olduğunu ve firmalara teşvik vermek için de belli programlar devreye soktuğunu görüyoruz, sonra diyor ki tamam satıyorsun fakat daha pahalıya sat. Nasıl daha pahalıya satarsın? Biraz önce dedik; işe teknoloji katarak, içine bilgi katarak. Bunun için de diyor ki Ar-Ge merkezi ol. Belli bir Ar-Ge’n olsun. Belli bir Ar-Ge’nde, belli projeleri ben destekleyeyim.
Şu an Makel bu doğru gördüğü şeylerin içinde var. Turquality projesinin içinde var. Yaklaşık 150’ye yakın firmadan bir tanesi Türkiye’de. Firmamız yine Ar-Ge merkezlerinden bir tanesi. 100 civarında Ar-Ge merkezi belirlendi, onlardan bir tanesi. Yani Ar-Ge’si kuvvetli olan, doğru ürünler üreten, içinde katma değeri, teknolojiyi barındıran ürünleri doğru fiyatlarla satarsak; Makel de güçlenecektir, firmamız da güçlenecektir, Türkiye de güçlenecektir. 2023’te 500 milyar dolar ihracat ve 25 bin dolar kişi başı milli geliri de, bunları da çok doğru görüyorum.
Peki Hakan Bey, siz bu sayacın ilk çıktığı yerlerden biri olan Almanya’ya da ihracat yapıyormuşsunuz. Bunun öyküsü nedir, bu nasıl gerçekleşti?
Bizim, biraz önce de bahsettik, on civarında sayaç sattığımız ülke var. Ağırlıklı Türk cumhuriyetleri olmak üzere. Almanya da bunlardan bir tanesi.
Almanya, biliyorsunuz, Çin ile beraber ihracatta dünya lideri. 30-35 milyon iş gücüyle 1 trilyon 200 milyar dolar, 300 milyar dolar ihracat yapıyor yani, hayranlık uyandıran bir sanayi devi. Dünya markaları var, otomotivde, beyaz eşyada, plastik ham maddede, biliyorsunuz. Fakat, ilginçtir, enerji sektörünün temel girdilerinden bir tanesi olan sayaç konusunda Almanya çok ileri değil. Mekanik sayaç kullanıyorlar. Bu mekanik sayaçları okumaya bile kimse gitmiyor. Orada bizim şirketimiz de birçok tanıdığımız da var. Sorduğumuzda, sayacı okumaya bile, fatura için bile uzaktan bir kağıt gönderiyorlarmış.
O kağıda şu kadar Kilowatt saat harcadım, diye tüketici yazıyor ve onu doğru kabul ediyor. İnsan duyunca hatta bir Türk olarak şey diyor, “Bunlar bilerek aşağı yazar.
Az kullandım der.” Ama o şekilde değil diyorlar. Kimsenin öyle bir şeye tenezzül etmediği söyleniyor. O çok önemli değil, o ayrı bir konu. Fakat Türkiye ve İtalya esasında Avrupa’da bu noktada önde. Firmamız da aynı şekilde önde. Uzaktan haberleşmeli, uzaktan okumalı, bir sürü GSM’le, GPRS’le, değişik modemlerle haberleşmeli sayaç konusunda kendi bilgimizi, kültürümüzü, Almanya’ya ihraç etmeye çalışıyoruz. Orada şebeke firmaları şu anda firmamızla, Türkiye’deki bazı firmalarla görüşüyorlar, buradaki konuları öğrenip, buradan sayaç ithal etmeye çalışıyorlar.
Peki uluslararası rakipleriniz var mı Almanya’da?
Uluslararası rakipler var. Fakat onlar şu anda bu konuda bizim bilgi birikimimize sahip değiller. Dolayısıyla bizim de hedefimiz o zaten. Şebeke firmalarıyla görüşüyoruz. Orada tabi ki biliyorsunuz eyalet sistemi var. Her eyaletin kendi farklı elektrik dağıtım ve şebeke firmaları var. O şebeke firmalarıyla görüşüyoruz, onları buraya davet ediyoruz, onların özel şartnamelerindeki istekleri anlamaya çalışıyoruz ve oraya özel sayaç üreterek yarışta öne geçmeye çalışıyoruz.
Bu anlamda da aslında tasarımda Ar-Ge’nin ne kadar önemli olduğu ortaya da çıkmış oluyor. Yani ileri teknoloji ülkesine teknoloji satıyorsunuz bir bakıma. Peki Makel’in Ar-Ge öyküsünü alabilir miyiz? Ar-Ge’niz ne zaman kuruldu? Nasıl gelişti?
Tabi Ar-Ge olmazsa olmaz. Yaklaşık bütçemizin % 4’ünü 5’ini Ar-Ge’ye ayırıyoruz. Çünkü ihracat diyoruz, ciro diyoruz, almadan satmak olmaz, refah ancak bir şeyi satmakla mümkün, diyoruz. Türkiye’nin çevre ülkelere iyi ihracat yapabileceğini, sempatiyle bakılan bir algısı olduğunu, Türk malının belli bir kalite algısında olduğunu söylüyoruz. Fakat bunu yapmak için dediğimiz gibi Ar-Ge yapmak lazım. Ar-Ge esasında kuruluşundan beri var. Her firmada var. Adının Ar-Ge olduğunu bilmeden de firmalar Ar-Ge yapıyor. İlla işte kapıya Ar-Ge demesi, oraya mühendisleri doldurması şart değil. Müşteri isteklerini anlaması, o müşteri isteklerine göre bir tasarım yapması veya bir ürün geliştirmesi, onu sonuçta da satılabilir kılması orada Ar-Ge’nin varlığını gösteriyor. Ama bu yeterli mi değil. Makel buralardan, biraz önce dedik, 1977’de kuruldu, 87’de anahtara başladı. Hep dikkat edin işte 98’de sayaca başladı, hep oralarda da Ar-Ge var. Oralarda olmasa zaten o ürünler o tarihlerde çıkmaz. Fakat şu anki gibi değil tabi ki.
Şu an Makel ayrı bir lokasyonda, ayrı kapalı kapılar ardında Ar-Ge yapıyor. Birkaç lokasyonumuz var, laboratuvarımız. Mesela şu anda Ar-Ge’nin içerisinde iki tane laboratuvar var. Bunlardan bir tanesi kısa devre laboratuvarı. Türkiye’de benim bildiğim birebir aynısı olmayan bir laboratuvar. Belki bir tane daha olabilir veya iki tane daha olabilir. Sayılı laboratuvarlardan bir tanesi. Şimdi bu olmadan Ar-Ge olmaz. Dönüyorsun, sayacın özel laboratuvarı var.
Bu da yine içinde bir sürü testlerin yapıldığı yeterlilikte bir laboratuvar. Bunların desteklediği bir Ar-Ge bölümümüz var. Yaklaşık şu anda yanlış bilmiyorsam, 65 civarında bir kadromuz var. Bunlar Full Time Ar-Ge ile uğraşıyorlar. İçlerinde yüksek lisansı olan var, doktorası olan var, teknisyen, tekniker düzeyinde olan var. Amaç ne? Burada amaç tek. Ürettiğiniz ürünü daha katma değerli, daha teknoloji içerikli ve müşteriye “Buna bu para verilir. Evet bu parayı verdim ama hak ettiler.” dedirtecek ve fiyat rekabetinden çıkacak ürünleri üretmek. Yani hangisi daha ucuzsa alırım, bu ürün çok da kritik bir ürün değil, hangisi ucuzsa onu alırım, denilecek bir ürün üretmek istemiyoruz. Çünkü Türkiye’nin de gitmek istediği yön o. Biraz önce ihracattan bahsettik. Makel’in gitmesi gereken yol da o. Dolayısıyla biz ne kadar doğru, ne kadar içinde teknoloji barındıran, fonksiyonellik barındıran ürün üretirsek, az eforla çok ciro ve çok ihracat yapmış oluruz. Amacımız da bu.
Şimdi aslında bir de Hakan Bey bu akıllı sayaçtan bahsediliyor, bu bir terim olarak geçiyor. Bu hani farkları betimlenecek olursak elektronik mekanik sayaçlar vardı 98’de Makel elektronik sayaçlara geçti. Şimdi akıllı sayaçlar. Yani bu üç aşama arasında ki farkları anlatır mısınız?
Şöyle çok tekniğe girmeden kısaca bahsedebiliriz biliyorsunuz ilk 1960’lı yıllarda Türkiye’de sayaç üretilmeye başlandı. 1980’li yıllarda herkesin bildiğin Makine Kimya, Ankara’daki kamu kurumu bu işe girdi. Firmamız da 1998 yılında mekanik sayaç üretmeye başladı. Mekanik sayacın kaçak-kayıp oranlarındaki iyileşmeye fazla bir etkisi yok. Şu an bu konuların gündeme gelmesinde ki temel konu bu. Biliyorsunuz, %14’ler %15’ler civarında Türkiye’de kaçak-kayıp oranı. Şebeke firmaları özelleştikçe, hükümetimiz bunları özelleştiriyor, her bölgeye bakan, işte İstanbul’da iki tane var, ülkenin değişik bölgelerinde özel dağıtım kuruluşları oluştu. Bunların belli ciro ve kar durumlarına bakıldığında kaçaklar çok önemli. Hiç kimse ürettiği bir şeye başka birinin bedel ödemeden almasını istemiyor. Fakat burada belli bir teknoloji olması lazım. Bu teknolojiyle ancak belli şeylerin önüne geçilebiliyor. Ben çok kabaca bu ihtiyacın hem bir teknolojik gelişmeden hem dışarıdan müdahaleyi engelleyen bir yapısı olmasından ki biliyorsunuz mekanik sayaca espri olur, mıknatısı bile değdirdiğinizde o dönen şeyin içindeki, dışarıdan görülen o daire durdurabiliyordu.
Hep espri olur işte, “Allah Tedaş’ın adamı geliyor kaldırın, düzeltin şeyleri.” Yandan bir hat çekilir, bir sürü onun metodları var yani üreticilerden daha iyi biliyor bizim halkımız. Birçok metodla onu kullanıyordu. Fakat bu elektronik sayaçlara müdahale çok mümkün değil. Müdahale olduğunda onu yazılım kaydediyor. Ve ana amaç şu: Bir süre sonra haberleşebilir, yanına kimsenin gitmesine bile gerek kalmadan uzaktan okunabilir sayaçlar, Türkiye’de belki çok kısa vadede devreye girecek. Bu özel bir firma olarak baktığınızda hakikaten tercih edeceğiniz bir şey. Yani bir şey üretiyorsunuz, satıyorsunuz parasını tahsil edeceğiniz yerde bunu ölçen, enerjiyi ölçen araca tam güvenmiyorsunuz. Bunun yerine başka bir çözüm geliyor, elektronik sayaç. Dışarıdan müdahale çok mümkün değil. Olursa hemen görülüyor. Hatta bir süre sonra adam bile göndermeden, ben bir mahalleye şu kadar Kilowatt saat gönderdim, ne kadar geri dönüşünü aldım görüyorsunuz. Hangi mahalleye hangi eve ne kadar fatura gideceği bile uzaktan haberleşerek, okunarak giden bir Trend’de ilerliyor.
Bu esasında belki teknolojinin getirdiği bir şey. Çünkü biraz önce Almanya’yı söyledik. Almanya’da güven esas. Kimse okumaya bile gitmiyor. Bir kağıt gönderiyorlarmış, müşteri kendi kendine yazıyor bunu harcadım diye. Fakat bir süre sonra bir güven olmasına rağmen, çok kaçak-kayıp oranlarının %10’un altında olması lazım deniliyor. Bu yeni sayaçlarla bunun Türkiye’de de birkaç yıl içinde, bir iki puan düştü şimdi, gene 10’lara doğru, yani Avrupa seviyesine düşeceğini öngörüyoruz.
Yani şu anda bizim birkaç bin sayacımız Türkiye’de deneme modunda. Bunun birkaç metodu var GPS olabilir, GSM sistemleri, GPRS sistemleri olabilir veya bir modem metodları var. Bu metodlardan birisiyle bu sayaçları biraz önce dediğim manada kullanabiliyorsunuz. Şu anda da zaten bir kaç bin sayacı bu şekilde ülkenin değişik yerlerinde denettiriyor bakanlıklar.
Bir yanda da tabii büyüyen bir inşaat sektörü var.
Bizim yapı sektöründe elektrik-elektronik grubu çok bağlı. Sadece biz de değil hep söyleniyor, inşaatlar, bina yapımı, konut yapımı yaklaşık 500’e yakın sektörü direkt ve en direkt olarak etkiliyor. Biz bunların direkt olanlarındanız. Sadece biz değil, kapısı, penceresi, boyası vs. istihdamın üzerinde çok büyük etkisi var. Şu anda ülkenin yaklaşık 4-5 civarında büyümesi bunu sağlamak için konutun iki misli büyümesi lazım deniyor. Yani ruhsat alan konut sayısı, satılan konut sayısının bir önceki yıla göre %10 civarında büyümesi, direkt istihdamı ve gayri safi milli hasıla ve Türkiye’nin büyümesini sağlıyor. Dolayısıyla çok önemli bir sektör. Zaten dikkat ederseniz faizler düşmediğinde, yükseldiğinde gerginlik oluşuyor.
Bu konutları olabildiğince çok yapmalı, hem Türkiye’ye hem yurt dışındaki yabancılara satmalıyız. Yani ben hep şeyi hatırlıyorum, aklımda kalmıştı, Turgut Özal’ın bir lafını: “Domatesi yurt dışına göndermeye gerek yok, gelsinler, burada yesinler.” demişti. Burada da bir ev aldığında ortalama bir yabancının 3 ay 4 ay kaldığını ve normal otele göre çok daha fazla para harcadığını görüyoruz. Hem Türkiye’deki harcamaları hem de ev alarak Türkiye’nin diğer sektörlerine faydası oluyor. Dolayısıyla yapılan bina sayısı ve konut sayısı hem bizim için önemli hem de birçok direkt sektör açısından çok önemli.
Peki işin sanayi tarafını nasıl görüyorsunuz Hakan Bey? Bu akıllı sayaçlar sanayide de enerji konusunda şu anda olduğundan farklı bir iklim yaratacak mı?
Şu anda tabi %100 uygulamalar yok. Sorunca tarifeli sayaçlar zaten kullanımda. Biz şöyle düşünüyorduk: İlk bu sayaçlarda, biliyorsunuz o mekanikte bir tarife olayı yoktu yani o 24 saatin hepsi Kilowatt saati şu kadar lira, diye geçiyordu. Ne kadar Kilowatt saat harcadıysanız onla çarpıp bir fatura geliyordu. Şimdi bu akıllı sayaçlarda tarife olayı var. Hafta sonu kullanırsan şu kadar, akşam gece 22.00 ile sabah 06.00 arasında kullanırsan normali 10 liraysa bu 5 lira. Tam tersi, sabah 17.00 ile 20.00 arası kullanırsan, tam tepe yaptığı dönemde kullanırsan da 15 lira, daha da pahalı. Biz şöyle düşünüyorduk, sanayide acaba vardiya saatlerini mi değiştirir, daha uygun enerji? Çünkü biliyorsun, Türkiye enerjiyi pahalı kullanan bir ülke.
Enerjiden tasarruf etmek için çalışma saatleri veya vardiyalar mı değişir? En azından şu anda çok fazla onun olmadığını söyleyebiliriz. Yani daha doğru bir enerji okuyan araçla, çalışma metodolojisi ve şekli çok fazla değişmedi.
Peki, çok teşekkür ediyoruz görüşleriniz için. Eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?
Teşekkür ederim, sağ olun.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Türkiye özellikle son 50 yılda bilim, teknoloji ve sanayi konularında hep vizyon çalışmaları yapmıştır. Bu vizyon çalışmalarının en büyük özelliği bu konuyla ilgili politika ve stratejileri belirlemek üzerine yapılmış olmasıdır. Böyle olmasına rağmen yapmış olduğu hiçbir politik ve strateji belgesini, gerçek anlamda, ulusal seviyede uygulama şansına veya imkanına sahip olamamıştır. Eğer Türkiye, bugün de dahil olmak üzere bilim ve teknoloji konusunda bir strateji hazırlayıp, onu uygulama fazına geçerse, sanayimizde onu hızlı bir şekilde takip ederek bütün bu fazları, Türkiye’de teknoloji geliştirme fazı da dahil olmak üzere endüstriyel anlamda gelişme süreçlerinin hepsini sağlayabilecek forma gelebilir.”
1986 yılında İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’ne, Uzay Mühendisliği eğitimi almak üzere katıldım. Ondan evvel bir fizik tahsilim var. Özellikle parçacık fiziği üzerine Türkiye’de çalışmayı düşünüyordum fakat sonradan öğrendim ki Teknik Üniversite’de bir bölüm kuruluyor. Bu bölüm yakın irtifa uyduları ile Türkiye’nin haberleşmesine çok büyük katkı sağlayacak. Tekrar üniversite imtihanına girerek 1986 yılında Teknik Üniversite Uzay ve Uçak Bilimleri Fakültesine girdim. 1984 yılında kurulmuştu bizim bölümümüz. Amacı da özellikle Türkiye’nin uydusunu yerden kontrol edecek, onu denetleyecek mühendisleri yetiştirmekti. Hem havacılık konusunda temel bilimleri öğreniyorsunuz. Aynı zamanda haberleşme ile alakalı temel altyapıyı öğreniyorsunuz. Böylece hem mekanik hem de elektronik konularda tecrübe sahibi olan bir mühendislik dalında yetiştirilecekti. Benim için de çok cazip bir alan olduğu için 1986 yılında Teknik Üniversite’de bu bölüme girdim.
Yaklaşık 2 yıllık süre içerisinde fakültede öğrencilik dönemimizde birçok proje gerçekleştirdik. Bunların önemli bir kısmı da sanayide kullanılacak olan sistemler ile alakalıydı. 1989 yılına geldiğimizde üniversitede öğretim üyesi olan Dr. Turgut Berat Kalyot Bey bir gün beni odasına çağırdı ve dedi ki “Hakan bir sanayi robotu yapar mısın bitirme ödevinde?” Ben de böyle bir konuyu memnuniyetle yapabileceğimi ama konuya çok vakıf olmadığımı söyledim hocama. Çünkü endüstriyel robot konusunda çok büyük bir tecrübemiz ve bilgi birikimimiz yoktu. 1989 – 90’lar Türkiye açısından teknolojik olarak önemli gelişmelerin kaydedildiği yıllar olabilir ama endüstriyel yetkinlik ve tecrübe açısından çok fazla birikimin olmadığı dönemlerdi ve bir bitirme ödevi olarak aslında robot teknolojisi ile tanışma başladı.
Endüstriyel robotu bildiğimiz makinalardan ayrıştıran yapısal özellikleri nedir?
Bu endüstriyel robotun en büyük özelliği temelde insan kolunun benzer özelliklerine sahip olan bir yapı olması. İnsan kolunun benzer özellikleri derken neyi kast ediyoruz? Uzayda 3 öteleme hareketi yapabilen, 3 tane de dönme hareketi yapabilen koldan bahsediyoruz. Aslında bir nevi insan kolunun hemen hemen aynısı. İnsan kolunun benzer özelliklerini endüstrideki farklı alanlarda kullanma noktasında… Endüstriyel bir robotun temel bir yapısı bu. Buradaki en temel özellik ise hem bir mekanik yapı hem bir elektronik donanım hem de bunların üzerinde bu sistemi kontrol edecek bir yazılıma ihtiyacınız olması. Mekanik sistemin çok hassas olması lazım. Elektronik donanımınızın ise bu hassas mekanizmayı çok iyi denetleyecek bir kontrol yapısına hakim olması gerekiyor. Yapmış olduğunuz kullanıcı ara yüz programıyla mevcut bu kolu farklı görevlere adapte edebileceğiniz yazılımları gerçekleştirmek.
Projeye başlarken bir el kitabı bulabildim. Aslında bir el kitabıyla başladık 1990 yılında. Amacımız da 3 eksenli bir robot yapmaktı. Fakat yaptığımız çalışmalarla, kendi geliştirdiğimiz matematik modelle 3 eksenli bir robotun aslında 5 eksenli bilek kısmını da ekleyip, çalıştırabileceğimiz bir robot olduğunu gördük. 4.5-5 aylık bir süre zarfında 5 eksenli bir robotu Türkiye’nin ilk endüstriyel PLCC ile 6809 tabanlı Motorola işlemci tabanlı robotumuzu çalıştırma kısmet oldu. Hatta şöyle bir anısı da vardır. Robot ilk operasyonel görevini 27 Temmuz 1990 tarihinde fakülte de mezuniyet töreninde öğrencilerin çıkış diplomalarını, öğretim üyelerinden alarak öğrencilere dönüp vererek gerçekleştirdi. O çalışma 1990 yılında Türkiye’de endüstriyel anlamda elektrik tahrikli ilk robot olma ünvanını kazandı. Aslında bir lisans bitirme ödevi, elle yapılmış, birçok parçası kısmen düşük seviyede olmasına rağmen bir operasyonu ve görevi gerçekleştirebilecek olduğundan dolayı 1990 yılında Türkiye’nin ilk endüstriyel robotu oldu. Adı da Altınay 1 olarak tarihe geçti.
Bu çalışma gerçekleştikten sonra üniversitede robot teknolojisini geliştirmek üzere araştırma görevlisi olarak kaldım. Özellikle uzay robotiği konularında çalışmayı düşünüyordum. Biliyorsunuz uzay mekiğinin bir kolu var. Yörüngedeki bazı uyduları tamir etmek üzere. Mesela uzay mekiği Hubble teleskobunu aldı, dünyaya getirdi. Tamiratı yapıldı. Sonra tekrar yörüngeye yerleştirildi. Ona benzer robotik konularda çalışmak üzere uçak ve uzay bilimlerinde robotik konularında bir küçük laboratuvar kurduk. 1991 yılının başlarıydı. Bir gün fakülteden dekan bey beni çağırdı. “Hakan, Ankara’ya gidiyorsun. Orada Bakan Bey seninle görüşmek istiyor.” dedi. Ben de hatta “Hocam, bu konu hangi çerçevede bir görüşme olacak?” dedim. “Büyük bir olasılıkla robot teknolojisi üstüne olacak.” dedi ve 1991 yılında ben Ankara’ya gittim.
Rahmetli Adnan Kahveci beni davet etmişti. Adnan Bey ile görüşmeye başladık. “Hakan Bey, benim yüksek lisansım robotik üzerine, doktoram da Amerika’da tıp elektroniği üzerine. Robot teknolojisine ülkemizin çok ihtiyacı olacak önümüzdeki dönemde. Sizin Türkiye’de kalmanızı istiyorum ve sizi de desteklemeyi düşünüyoruz.” dedi. Bir Bakan ile bir araştırma görevlisi arasında böylece bir dostluk başladı. Farklı zamanlarda, farklı görüşmelerimiz oldu. Bir gün beni tekrar davet etti ve dedi ki, Teknik Üniversite’nin içerisinde bir teknopark kuruyoruz. Bu Türkiye’nin ilk teknoparkı. Görev Sanayi Bakanlığı’na verilmişti. 1991 yılının sonlarına doğru Teknik Üniversite’de kısa adı İstanbul Teknik Üniversitesi TEKMER olan Teknoloji Merkezi oldu. Fikri olup, parası olmayan kişilerin fikirlerini, teknolojik ürüne dönüştürmek üzere bir merkezdi burası. Ben de oraya bir proje sundum. Oraya proje sunan ilk kişi oldum ve projem kabul edildi.
Orada robotik konularını, endüstriyel bir kimlikle Türk sanayisine kazandırmak üzere robot çalışmalarına başladık. O çalışma Türkiye’nin endüstriyel boyutta desteklenen ilk Ar-Ge çalışması da olmuştur aynı zamanda. Çünkü fikrin endüstriyel bir kimlik kazanması sağlayacak bir projeydi. 2 yıllık çalışma zamanı oldu. Yaklaşık 1.5 yıllık kısmı teknoparktaki araştırma ofisinde geçti. Üniversiteden 2 tane arkadaşımı da bu projeye destek sağlaması için davet ettim. Birincisi Dr. Kadir Hurmalı. Diğeri de Yüksek Mühendis Can Bayar Bey. Onlarla beraber ve Dr. Turgut Berat ve Prof. Dr. Hamza Diken ile birlikte bir ekip oluşturduk ve gerçekten ülkemizde kullanılacak bir endüstriyel robot projesine, 1991 yılında teknoparkta başladık.
Peki, hangi segmentlerde faaliyet gösterebileceğinizi düşünüyordunuz? Hangi segmentleri hedefliyordunuz?
Bu teknoparktaki endüstriyel robot çalışmaları birinci faz olarak Türkiye’de robot teknolojisini sanayiye uygulama, robot teknolojisini geliştirme, bu konuda yetkinlik kazanma ve endüstriye uygulama konularında bir çalışmaydı. İlk hedefte sanayide kullanılacak bir endüstriyel robotu gerçekleştirmek üzere yola çıktık. KOSGEB bu projeye 44.000 dolarlık bir ürün desteğiyle proje finansmanı sağladı. 1991 yılında buna benzer endüstriyel bir proje finansmanı başka hiçbir alanda yoktu. İlk defa Türkiye’de böyle bir altyapı kurulmuştu. Amacı da fikirden ürüne dönüştürülecek olan süreçleri sağlamak ve yeni endüstriyel firmaları, Türk sanayisine ve Türk teknolojisine kazandırmak. Hedefimiz buydu. Genelde bakarsanız aslında Amerika’nın gelişmesini, bütün Batı toplumlarının gelişmesini sağlayan temel faktör budur. Genelde teknoparklarda fikri olan kişiler firmalarını kurarlar. Orada ürünlerini geliştirirler. Ürünler başarılı bir şekilde ortaya çıktıktan sonra da risk-sermaye modeli ile de desteklenerek büyük şirketlere dönüşürler. Bugün gördüğümüz birçok büyük şirket bu modelle kurulmuş şirketlerdir. Bizim bu 2 yıllık çalışmamızın sonucunda robot projesini nihai hale getirmek üzere TAKSAN fabrikasında ana gövdeyi ürettikten sonra Teknik Üniversite’de elektronik donanımlarını, ana bilgisayarını ve yazılımlarını gerçekleştirerek 1993 yılı 30 Ağustos’unda Türk ve uluslararası kamuoyuna Türkiye’de ilk uluslararası seviyede robot teknolojisi üretildi mesajını yayınladık. Bu başarılı çalışmalardan sonra Bakanlık bir karar aldı ve bunu Türk kamuoyuna geniş katılımlı bir toplantıyla duyurma kararı aldı. Bu da 27 Ocak 1994 tarihinde gerçekleştirildi.
1994 yılında Sanayi Bakanlığı, İstanbul Sanayi Odası, İstanbul Teknik Üniversitesi ve KOSGEB’in ortak düzenlediği bir toplantıyla Türk kamuoyuna, Türkiye’de ilk teknoparkta geliştirilen, ileri teknoloji ürünü Altınay HSR 4 robotunun tanıtımı gerçekleştirildi. Burada verilmek istenen mesaj da şuydu: Biz eğer bir konu ile ilgili iyi organize olabilirsek, Türkiye üretilemeyen teknolojiler konusunda başarılar elde edebilir. Türkiye ileri teknoloji konusunda bu robotu üreterek önemli bir başarı kazanmıştır. Bu toplantının ana mesajı buydu. Biz de teknoloji üretebiliriz mesajı. Bugün sayıları 42’ye yaklaşan teknoparklar ve bir çok ilde bulunan TEKMER’lerin kurulmasının arkasındaki başarı hikayesinde bu yapılan çalışmaların çok büyük katkısı vardı.
1994 yılında sahip olduğumuz bu birikimi Türk endüstrisine kazanmak üzere üniversitedeki görevlerimizden ayrıldık.
Ben ve arkadaşlarım artık bu bilgiyi ve teknoloji sanayimize aktaralım düşüncesiyle 94 yılında üniversitedeki görevlerimizden istifa ettik ve dışarı bir şirket kurduk. Amacımız da geliştirdiğimiz bu robot teknolojisini Türk endüstrilerine kazandırmaktı.
Peki bu, krizden önce miydi? Kriz sizi etkiledi mi?
Anlatacağım. Tabi biz şunu düşünüyorduk. Gençliğin ve onun vermiş olduğu heyecan ile Türkiye’de teknoloji üretmenin zor olduğunu fakat üretilmiş olan bir teknolojinin tabana yayılmasının daha kolay olduğunu düşünüyorduk. Buradan neyi kastediyorum.
Eğer başarılı bir teknolojik ürün varsa, sanayi, bilim ve bütün kamu kesiminin buna bir eğilim göstereceği, bir teveccüh göstereceğini ve Türk endüstrisinin bunu kullanma konusunda bir talebi olacağını düşünüyorduk. Gördük ki aslında teknoloji geliştirmenin daha kolay, geliştirilmiş olan bir teknolojinin sanayiye kazandırılmasının ise çok daha zor bir süreç. Çünkü en büyük yanılgılarımızdan bir tanesi bizim özgüven eksikliğimizdi. Yani başarma konusunda çok fazla isteğimiz olmasına rağmen başarılmış bir ürünü kullanma konusunda aynı isteğe sahip değildik. Bu bizim aslında yapmış olduğumuz en büyük hatalardan bir tanesiydi.
1994 yılında, 5 Nisan Kararları özellikle Türkiye’de büyük bir maddi erozyonu ortaya çıkardı. Aslında güçlü bir devalüasyon oldu. Biz de tam o yılda kurulmuştuk. Üniversiteden ayrıldık ve kurduğumuz zaman arkasında büyük bir ekonomik kriz geldi. Bu ekonomik kriz bizi 1 yıl boyunca robotik konularda çalışmamızı engelledi. Çünkü endüstriyel anlamda yatırımlar maalesef çok düşmüştü. 1 yıl boyunca Türkiye’de robotik konularında yatırım yapabilecek finansman aradık. Bankalara gittik. Bankalara teknolojimizi anlattık. O yıllarda Türkiye’de risk sermaye modelleri ve risk sermaye yatırımları yoktu. Bununla alakalı çok küçük bir çalışma vardı Vakıflar Bankası tarafından ama bu tarz projeleri finanse edecek durumu yoktu. İşte en önemli olaylardan bir tanesi de buydu. Başarılı bir projenin, başarıldıktan sonra hayata geçmesi için onu destekleyecek finansal imkanların olmamasıydı.
Maalesef Türkiye’de sermaye çok pahalıydı. Hatta sermaye bilgiden çok daha kıymetliydi. Soracak olursanız bugün bir değişim var mı diye, bugün de kısmen hala sermaye bilgiden daha kıymetli. Ne zaman ki bilgi sermayeden daha kıymetli bir hale gelecek o zaman ülkemizin ilerlemesinin daha hızlı olduğunu hep beraber göreceğiz.
1994’ler içinde bulunduğu yapı itibariyle bizim açımızdan teknolojik faaliyette bulunduğumuz yıllar olmadı. Biz yolumuza devam ettik çünkü bir davaya inanıyorduk. Bizim inandığımız dava da şuydu. Biz bu teknolojileri üretmeliyiz ve bunu tabana yaymalıyız. Yapabileceğimiz tek şey vardı. Elimizdeki imkanlarla teknoloji üretebilecek insanları bulup onları yetiştirmekti. 1994’ü teknolojiyi tabana yaymak konusunda insan yetiştirme yılı olarak gördük ve özellikle üniversitelerden, 1-2 tane fakülteden seçtiğimiz kişileri yanımızda yetiştirmeye başladık.
1995 yılına geldiğimizde, Arçelik’in Ar-Ge bölümünün bir özel projesi gündeme gelmişti. Rahmetli Refik Üreyen Bey, Arçelik Ar-Ge’nin de kurucusudur aynı zamanda ve Türkiye’ye çok büyük hizmetleri bulunan önemli bir şahsiyettir. Bizim yapmış olduğumuz çalışmaları değerlendirdikten sonra bir robotlu enerji ölçme teknolojisi ile ilgili proje geliştirmemizi istedi. Biz de memnuniyetle bu görevi aldık ve ilk endüstriyel proje olarak Arçelik Ar-Ge’ye bir akış metodu ile robotla ölçmek üzere yola çıktık.
Bu proje çamaşır makinesi motorlarının önceden oluşabilecek hatalarını test etme üzerine bir projeydi. Bu proje ile biz aynı zamanda Türkiye’nin ilk ağır sanayi robotunu geliştirdik. 2m fan açıklığında, 100 mikron hassasiyetinde ve 60kg kaldırma kapasitesinde olan Altınay AS 60 robotunu geliştirdik ve bütün altyapısını geliştirdik. Sahip olduğumuz birikimi 1 sene içerisinde robot teknolojisi konusunda artık Türk endüstrilerinde daha güçlü bir şekilde sunabileceğimiz için 1996 yılında, Dünya Robot Federasyonu, bizim firmamızı Avrupa’daki 28 robot üreticisinden birisi olarak kabul etti. Bu aynı zamanda Türkiye’nin de Avrupa ölçeğinde robot teknolojisi konusunda çalışmalarını bir üretici ülke konumuna getirdi.
Dünya Robot Federasyonu ile yaptığımız bu çalışma bizi aynı zamanda uluslararası düzeyde çalışmaların içerisine de yavaş yavaş sokmaya başladı. 1997 yılında seramik endüstrisinde kullanmak üzere bir çapak alma robotu geliştirdik. Bu yapmış olduğumuz robot projesi, Türkiye’de ilk defa uygulanmakta olan özellikle işçi sağlığının, işçi güvenliğinin sağlaması açısından çok önemli bir proje. Bu proje de çok başarılı bir şekilde gerçekleşti. Önümüzdeki mevcut döneme baktığımızda sadece robot yapma değil robotun yanında üretim teknolojilerini de geliştirme konusunda geniş bir alan olduğunu görmeye başladık ve tarih olarak bir karar vermemiz gerekiyordu. Seri olarak robot yapmaya devam etmeli miydik? Yoksa üretim teknolojilerine mi geçmeliydik? Tabi Türkiye’deki bankacılık sistemi ve mevcut finansman imkanlar bizim seri robot üretme konusunda yeterli mali desteği bulamadığımız yıllar oldu. Çünkü o dönemde seri anlamda robot üreten bir tesise ulaşmak için yaklaşık 10 milyon dolarlık bir yatırım yapmamız gerekiyordu. Bunu yakın zamanda sağlayamayacağımızı gördüğümüz için üretim teknolojilerindeki mevcut projelere odaklandık ve sadece robot teknolojisinde değil, 1997 yılından 2000’li yıllara kadar geçen o 4 yıllık süreç içerisinde farklı endüstriyel faaliyet alanlarında da robotlu projeler yapmaya başladık.
Şimdi Hakan Bey, birlikte yola çıktığınız arkadaşlarınız var anladığım kadarıyla. Sonra üniversitelerden bir takım adamlar aldık dediniz. Peki bu başlangıç sürecinde finansman sadece KOSGEB’in sağladığı mıydı? Yoksa bir gönül birliği mi oldu? İnsanlar ikna edildi mi? Burada Start-Up şirketlerinin kurulması sürecinde işbirliği kültürü ve insan ilişkisi çok önemli. Belki perde arkasındaki çok önemli faktörlerden bir tanesi. Burada süreci nasıl yönettiniz?
Teknoparktaki robotik çalışmaları başarı ile sonuçlandıktan sonra belirli disiplinlerde uzmanlık alanlarımız oluştu. Disiplinlerden kastettiğim de makine mühendisliğinde tasarım, yine makine mühendisliğinde mekanik tekniği ve kinematik yapılar, elektronik donanım, yazılım, bilgisayar ortamında canlandırma gibi ortamlarda bizim teknoparktaki ekibimiz yavaş yavaş olgunlaşmaya başladı. Hatta bu konularda Türkiye’de öncü çalışmalar da yaptığını söyleyebilirim. Aslında arkadaşlarımız robotik teknolojileri ile beraber bu konuyla ilgili Türkiye’de öncü de oldular. Projeyi başarıyla bitirdikten sonra arkadaşlarımız farklı alanlarda çalışmaya devam edebilirlerdi ama gördük ki robot teknolojisi birden fazla mühendislik disiplinini bünyesinde barındıran bir teknoloji. Hem makine mühendisliği var hem malzeme mühendisliği var hem elektrik, elektronik ve kontrol bölümleri var. Yazılım var. Çok geniş bir mühendislik dalı. Bu kadar geniş bir mühendislik dalında ürün ortaya çıkarmak tamamen o alanda yetişmiş insan kaynağınız olmasıyla ancak gerçekleşebilecek bir şey.
Türkiye’de robot teknolojisini üretmek konusundaki düşüncemiz Türkiye’nin ileri teknoloji üretmesi davasıyla aynı şey olduğu için Teknopark’tan başarıyla ayrılırken, üniversitedeki arkadaşlarıma bu konuyla ilgili beraber yola çıkalım, bu davayı beraber yürütelim, dediğimde; arkadaşların hepsi Türkiye’de teknoloji üretme davasına gönülden bağlı olduklarından dolayı bizimle beraber belirsiz olan bu geleceğe yelken açtılar aslında.
Dr. Gökay Kadir Hurmalı, Yüksek Mühendis Can Bayar, üniversitede araştırma görevlisi olan arkadaşlarımdı. Can Bey, başka bir özel kurumda uzman mühendis olarak çalışıyordu. Ben de üniversitede araştırma görevlisiydim ve el ele verdik. Üniversiteden ayrılıp dışarıda bir şirket kurduk. Buradaki esas amaç, üniversitedeki akademik bilgiyi teknoloji üretebilir hale dönüştürmek, bunu gerçekleştirdikten sonra da inanmış olan insanları yetiştirmek ve onları geleceğe hazırlamak. Zaten bir toplumun üretebilme yeteneği, ben onu yapabilirim, dedirttiren bilginin tümünün sizde olmasına eş değer bir şey. Yani bir ülke teknoloji üretebilme potansiyeline sahipse onu yapabilen bilgi süreçlerinin hepsine sahiptir. Biz bu anlayışla yola çıkarak, 3 arkadaş el ele vererek, bu teknolojiyi üretme konusunda disiplinler anlamında; ben mekanizma tekniğini kısmi ve olarak kontrol kısımlarını, bir arkadaşım yazılımını, bir arkadaşımda bilgisayar ortamındaki tasarım görevlerini aldı. Aslında çok kuvvetli bir iş bölümü yapılarak yola çıktık.
Bilgi olarak hiç lisans kullandınız mı? Yoksa literatüre açık bilgilerden, akademik ortamda edindiğiniz bilgilerden bir tasarım mı geliştirdiniz? Sonrasında patent oldu mu mesela?
Tabi robotu geliştirme süreci Türkiye’de herhangi bir şekilde bu konuyu danışabileceğimiz bir büyüğümüz olmadı. Olmadığı gibi aynı zamanda bize destek sağlayacak bilgi ve belge sürecine de sahip olamadık. Zaten herhangi bir lisans olma durumunuz olması için de ekonomik anlamda büyüklüğünüzün olması gerekiyor. Yani finansal imkanlarınızın olması lazım ki en büyük kısıtlamalarımızdan bir tanesi de oydu. Sahip olduğumuz tek şey kendi bilgimizdi. Kendi bilgimiz ve tecrübelerimizin haricinde gidebileceğimiz, dayanabileceğimiz veya alabileceğimiz herhangi bir destek yoktu. Bu 3 kişi, bu konuya inanarak, sahip oldukları bilgiyle bunu geliştirme yoluna gittiler. Aslında sıfırdan teknolojiyi üretme konusunda bir çalışmaydı. Robot teknolojisini geliştirmek. Sıfırdan başladık. Tamamen bildiklerimizi, öğrendiklerimizi üstüne koyarak tecrübe ettik. Tecrübelerimizi geliştirerek yeniden çalışmalar ve araştırmalar yaptık ve bunun sonucunda ortaya çıkan ürünün üzerindeki her türlü teknolojik bilgi bize aitti. Geliştirdiğimiz matematik modelleri, yapılar hepsi bize aitti. Hepsi özgün ve ülkenin sahip olduğu bilgi birikimiydi. Eğer bu sahip olduğumuz bilgi birikimini 1994’lü yıllarda finansal anlamda destekleyebilip, onu endüstriyel bir alanda büyütebilseydik, bugün o daha farklı bir noktada olabilirdi. En azından Türkiye dünyada saygın ülkelerden veya hatırı sayılır ülkelerden bir tanesi olabilirdi.
97-2000 yılları arasında özellikle üretim teknolojileri konularında kendimizi geliştirmenin seri olarak robot yapmaktan daha önemli olduğunu görmeye başladık. Tabi ki robot yapmak bizim için esas varlık sebebimizdi fakat onu gerçekleştirecek finansal imkanlara sahip olamadığımız için farklı üretim teknolojilerine çalışmaya başladık. Buradan örnek vererek aslında açıklamak istiyorum. Bir düz cam nasıl üretilir? Bir züccaciye ürünü olan bardak, şişe nasıl üretilir? Beyaz eşya nasıl üretilir? Seramik nasıl üretilir gibi alanlarda çalışmaya başladık.
Buralarda özellikle esnek üretim teknolojilerini, Türk sanayicisine geliştirme konusunda projeler yapmaya başladık. Yaklaşık 4 yıl boyunca cam, beyaz eşya, seramik, mobilya gibi endüstrilerde projeler gerçekleştirdik ve gördük ki biz artık cam nasıl üretilir biliyoruz. Mobilya nasıl yapılır biliyoruz. Beyaz eşya nasıl yapılır biliyoruz. Bu kollardaki tecrübeler bize üretim teknolojilerinin yanında yeni teknolojileri de geliştirme ihtiyacı olduğunu gösterdi. Aslında yavaş yavaş bir ülkenin sahip olduğu teknolojik bilgiyi ciddi anlamda endüstriyel bir kabuk olarak öğrenmemizi sağladı.
2001’li yıllara geldiğimizde, Türkiye özellikle 93-94 yıllarında Gümrük Birliği ile ilgili yaptığı çalışmalar sonucunda yeni bir karara vardı. Türkiye artık Gümrük Birliği’ne girecekti. Bu Türkiye açısından çok önemli bir süreç değişikliğiydi çünkü Türk sanayisi artık gümrük duvarlarıyla korunmayacak, serbest piyasa şartlarına göre yapmış olduğu ürünleri rekabet edilebilir ürünler halinde pazarda satılacak. Bu ürünün zamanında kaliteli ürün olmasını ve aynı zamanda rekabet edilebilir fiyat avantajıyla üretilebilmesini sağlayan bir süreçti. Bu süreç özellikle otomotiv endüstrisini 2000’li yıllarda kabuk değiştirmeye zorladı.
Peki burada yine tabi ki bir kriz var. 2001 krizi ve sizin buradaki hikayeniz ve pozisyonunuz ne oldu? O dönemden bahsedebilir misiniz?
99 depreminden sonra özellikle yurt dışından projeler yapmak üstüne yola çıktık. Bildiğiniz gibi o dönemde Türkiye’deki mevcut sanayi depremden çok fazla etkilenmişti. Hem yatırım imkanlarının daralmasından dolayı hem de finansal imkanların depremden sonra nispeten kısıtlanmasından dolayı yurt dışından projelere ağırlık vermeye başladık. Yurt dışından bulduğumuz bir projenin finansmanı ile ilgili Türkiye’deki bir gazetede bizimle alakalı bir haber çıktı. Bu habere istinaden Çanakkale Seramik, Teknik ve Kimya Grup Başkanı olan Osman Okyay Bey, bizim bu gazetedeki demecimizden etkilenerek bizi aradı. Hakan Bey, biz böyle bir firmayız. Artık orta ve ileri teknoloji konularında da çalışmalar gerçekleştirmek istiyoruz, dedi. Sizinle ortak ne yapabiliriz, diye biz düşünmeye başladık ve bu yaklaşık 1.5 yıl sürdü. 1.5 yılın sonunda, 2001’in başına geldiğimizde firmamızın %50’sini bu firma satın aldı ve ortak bir şirkete dönüşme kararı aldık.
Tam bu ortak yatırım şirketini kurduğumuz anda biliyorsunuz 2001 krizi patladı. Dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakan’a Anayasa kitapçığını fırlattı ve Türkiye’de inanılmaz bir mali fırtına ve ekonomik kriz koptu. Bizim bu ortaklığımız tabi etkilenmedi fakat ortaklığımızı gerçekleştirecek olan finansal büyüklüklerimiz o devalüasyondan biraz etkilendi. 2001 yılında Türkiye’deki mevcut ölçeğin otomotiv sektöründe değişeceğini görerek otomotiv teknolojilerinde açılım kararı aldık ve ilk defa Renault firmasından çok küçük bir bütçeli robotlu bir proje gerçekleştirdik. Bu projemiz oldukça başarılı sonuçlar verince bu firma bize daha büyük ölçekli projelerle firmada görev vermeye başladı. 2001 yılında otomotiv endüstrisinde başladığımız bu yolculuğumuz önce otomotivde, araçların güvenlik parçaları dediğimiz gibi parçaları yaparak, sonra arabanın hareketli parçaları dediğimiz kapılarını, kaputlarını gerçekleştirerek, sonra araba da birinci geometri parçası dediğimiz kasalarının yanlarını gerçekleştiren robotlu hatlar yaptık.
Daha sonraki yıllarda arabanın alt kısımlarının robotlu hatlarını yaptık ve 2010’lu yıllara geldiğimizde yaklaşık 9 yıl sonra sahip olduğumuz robotlu otomotiv gövde teknolojileri ile bir aracın bütün geometrisini yapar hale geldik. Bu projede ilk defa bize proje ortağı olarak, güvenerek iş veren firma da 2010 yılında Ford firması oldu. Bu aynı zamanda Altınay’ın robotlu üretim teknolojilerinde geldiği noktayı da gösteren önemli bir değişim oldu. Biz bir teknoloji firmasıyız. Aslında teknoloji üretmeye inanmış insanların olduğu bir şirketiz.
2010’lu yıllara geldiğimizde artık otomotiv teknolojilerinde de çok yetkin bir firma haline dönüştük. Sahip olduğumuz teknolojik bilgi birikimi, teknoloji üretebilme yeteneği ve tecrübesi bizi farklı alanlarda teknoloji üretmeye sevk etti. 1990’larda robot teknolojisini üretmek üzere yola çıktığımızda asli olarak görevimiz Türkiye’de robot teknolojisini kurmak ve geliştirmekti. Gelişen zaman içerisinde sahip olduğumuz bu bilgi birikimi bizi bu teknolojiyle beraber farklı alanlarda da işler yapmaya ve teknoloji geliştirmeye sevk etti. Üretim teknolojilerine girmek, otomotiv teknolojilerine girmek bunların en önemlilerinden bir tanesidir.
2006 yılında savunma teknolojileri konusunda sahip olduğumuz bilgi birikimini, savunma teknolojilerinde de sunmak üzere ilk defa Türkiye’de de uluslararası düzeyde bir proje yarışmasına dahil olduk ve 2006 yılında savunma endüstrisine girdik. Savunma endüstrisinde, Türkiye’deki kullanılmayan mühimmatları robotlu sistemlerle sökme konusunda çok büyük bir proje gerçekleştirdik. 2007 yılında enerji depolama teknolojilerinde çalışmaya başladık. 2008 yılında özellikle elektrikli araç konusunda çalışmaya başladık. Enerji depolama teknolojileri ile beraber elektrikli araç teknolojilerini geliştirmeye başladık. 2008 yılının sonunda, 2009 yılının başında Almanya’dan patentimizi aldık bu konuyla ilgili. 2010’lu yıllara geldiğimizde araçların özellikle katlı olarak yapılanmasını sağlayan insansız araç depolama teknolojileri geliştirmeye başladık. Bunu aynı zamanda otomatik depo teknolojisiyle diğer farklı endüstrilerin de hizmetine sunmaya başladık.
Kısacası robot gibi inter disipliner bir teknoloji ile başladığımız 1990’dan 2010’lu yıllara geldiğimizde artık sadece robot teknolojisini değil enerji depolama teknolojilerini, otomatik depolama teknolojilerini, gıda endüstrisini, cam teknolojileri, otomotiv teknolojileri, savunma teknolojileri gibi çok farklı konularda projeler yapmaya başladık.
2007 yılında bir karar aldık. Bu kararla özellikle insan kaynağımızı nitelikli bir şekilde artırma konusunda düzenli bir çalışma yapmaktı. Bu konuda her 2 Altınay çalışanına 1 stajyer öğrenci alma kararını uyguladık. Yaklaşık 600’e yakın başvuru oldu bize. Bu 600’den 65 tane öğrenci seçtik ve 2007 yılında 65 tane lisans öğrencisine; farklı mühendislik dallarında, makine, elektrik, elektronik, bilgisayar, kontrol gibi konularda 65 lisans öğrencisine, Türkiye’nin farklı üniversitelerinde olmak üzere firmamıza davet ederek firmamızda staj yapmasını sağladık. Bu aynı zamanda bizim açımızdan da bir dönüşüm oldu. Ondan sonraki her yıl, her iki çalışana bir stajyer öğrenci almaya başladık. Bu önümüzdeki dönemde bizimle beraber çalışma konusunda arzu, isteği olan insan kaynağımızı da yetiştirme fırsatı verdi bize. Bugün yaklaşık 200 kişiye yaklaşan bir altyapımız var. Bunun 135’i yüksek lisans veya doktoralı arkadaşımız olmak üzere hepsi bizim altyapımızdan yetişmiş insanlar. Üniversiteden lisansları döneminde staj olarak veya lisans sonrası bitirme ödevlerini bizimle birlikte yapmış veya lisans sonrası, yüksek lisans sonrasında bize katılarak, beraber yüksek lisansını yaparak yollarımıza devam ettiğimiz arkadaşlarımız.
Yurt dışı açılımınız oldu mu? İhracatla ilgili?
İlk yurt dışı arayışlarımız 1999 yılında başladı. Türkiye’de özellikle depremden sonra. 2001 yılında yurt dışı ile ilgili temaslarımızı gerçekleştirdik. 2 yıllık araştırma süremiz oldu. İlk projemizde 2002 yılında gerçekleştirdik. Hollanda’dan bir firmaya robotlu bir Press hattı yaptık. 2003 yılında Fransa’dan bir proje aldık. Bizim için oldukça önemli.
1999 yılındaki o elim depremden sonra 2 yıl boyunca uluslararası seviyede proje yapma konusunda çalışma başlattık. 2001 yılına geldiğimizde ilk projemizi Hollanda’dan alma başarısını gösterdik. Özellikle Press’ler arasında çalışacak robotlu bir sistem aldık ve ilk ihracatımızı 2002 yılında tamamlamış olduk. 2002 yılının sonunda Fransa’dan otomotiv konusunda bir proje aldık. Onu da yaklaşık 2 yıl içerisinde başarıyla gerçekleştirdik. Gelişen dönem içerisinde özellikle yurt dışında firmamızın sahip olduğu mühendislik yeteneğini, uluslararası düzeydeki firmalar çok yakinen takip etmeye başladılar ve birçok proje konusunda tekliflerimiz gündeme geldi. Tekliflerimizin önemli bir kısmı 2006 yılından sonra gerçek olmaya başladı.
2006 yılından sonra çok güçlü bir şekilde yurt dışındaki mevcut potansiyel iş hacmimizi büyütmeye başladık. Bugün ulusal seviyedeki iş potansiyelimizin en az 1 katı kadar yurt dışında proje yapıyoruz. Şu anda Rusya’da, Romanya’da, Fas’ta, Slovenya’da, Fransa’da yapmakta olduğumuz orta ve büyük ölçekli, otomotiv endüstrisi ölçekli projelerimiz var. 2012 yılının sonunda geliştirdiğimiz teknoloji ile ABD’den savunma alanında doğrudan proje yapma konusunda bir iş aldık. Şu anda ABD’ye doğrudan savunma konusunda proje yapıyoruz.
Peki yurt dışına açılırken Türk teknolojisi ile ilgili önyargı yaşadınız mı?
Türkiye’deki bir firmanın ulusal seviyede yani kendi ülkesindeki bir firmaya proje yapmasının 1-2 tane zorluğu var. Bunlardan bir tanesi, ülke içerisinde o projeyi yapma konusunda finansal yetersizlikler. İkincisi ve daha önemlisi aslında, özgüven yetersizliği. Yani Türkiye’deki bir firmaya gittiğiniz zaman, Türk firması size o projeyi verirken, yapıp yapmama konusunda, sizi subjektif değerlere göre değerlendirme konusunda çok başarılı olamıyor maalesef. Rasyonel olarak sizi değerlendiremiyor. Yurt dışındaki bir firma ise sahip olduğu insan yeteneği ve insan kaynağı ile sizi baştan aşağıya kadar analiz edebiliyor. Bir işi yapma konusundaki mevcut potansiyelinizin ne olduğunu en az sizin kadar kısa zamanda öğreniyor. Bir Japon firması ile proje yapabilmek konusunda çalışma yapmanız en az 2 yılınızı alıyor. 2 yılın sonunda bir Japon firması sizin ne yapabileceğinizi çok iyi öğreniyor. Keza, Avrupalı bir firma da, bir Fransız firması, bir Alman firması da 1 veya 2 yılda, çok fazla proje vermeden sizi analiz ediyor ama 2 yılın sonunda nasıl bir proje ile sizinle başlayabileceğini çok iyi bilen bir yapıya sahip oluyor.
Türkiye’deki mevcut ulusal firmalara nazaran Altınay, yurt dışındaki firmalarla daha kolay proje yapabilme yeteneğine sahip. Çünkü Altınay’ın sahip olduğu mühendislik birikimini çok iyi analiz ediyorlar ve biliyorlar. Bir aşama daha ileriye gidelim.
Özellikle savunma konusu, sahip olduğu kısıtlar, güvenlik katmanlarının çok yüksek olmasından dolayı öncelikli teknoloji alanlarından değerlendirilen ve ağırlıklı olarak firmanın her bir sürecinin kontrol edildiği bir proje verilirken, her türlü sürecinin kontrol edilerek verildiği bir sanayidir savunma sanayi.
Amerikan savunma endüstrisi ile proje yaparken, bizim 1 yıllık bir araştırmanın sonucunda bu projeyi yapabilecek düzeyde mühendislik ve teknolojik yetkinlik konusunda sahip olduklarımız onlar tarafından kabul edildikten sonra her türlü süreci, bilgiyi ve belgeyi bizimle rahatlıkla paylaşabiliyorlar.
Bizim ülkemizdeki temel sorunumuz özgüven problemi yani ülke insanı aslında kendi insanına inanmakta zorlanıyor. Bunun en güzel örneğini söyle verebiliriz: Biz Türkiye’de bir altyapı kurup, uçak yapsak, bu uçağa bizim insanımızın binerken zorlanacağını düşünüyorum. Yabancılara satmak daha kolay olabilir ama kendi insanımız binerken hep kafasında bir tereddüt olur. Acaba bir şeyi eksik yapmış olabilirler mi?
Bu montaj sanayi ile ilgili bir görüş var. İşte yurt dışından parçalar getiriliyor. Parçalar burada birleştiriliyor. Buradaki değer nerede? Mühendislikte mi? Tasarımda mı? Biz bu değer katmanları ile ilgili yeterince bilgi sahibi miyiz?
Şimdi Türkiye sanayileşme sürecine geniş bir yelpazeden bakacak olursak şu bir gerçek ki gelişmiş olan bütün ülkelerde sanayileşme sürecine çok daha geç bir safhada girdi. Bizim şu anda bilgi toplumu olmak, bilgi toplamının gereklerini yerine getirmek konularında çalışabilmek için sanayi konusundaki bilgimizi belirli bir düzeye getirmemiz gerekiyor. Türkiye ağırlıklı olarak yurt dışında özgün ürün olarak geliştirilmiş olan ürünlerin Türkiye’de montajı yapılarak bir sanayi kimliği kazanan ülke konumuna gelmiştir. Bu sanayileşme kısmında birinci fazı ortaya koyuyor aslında. Doğru, önce nasıl yapıldığından ziyade, yapılmış olan bir sistemin montajı nasıl yapılabilir şeklinde başlayarak yola çıkmanız gerekiyor. Gelişmiş olan bütün toplumlar bunları bu şekilde geliştirdi. Lisans veya bunların üretilme haklarını satın aldılar ve kendi ülkelerinde montajlarını yaptılar. Kendi ülkelerindeki mevcut tüketiciye de ülkelerinde montajı yapılmış olan ürünleri sattılar. Fakat önemli bir ayrıntı var burada, özellikle bunu hem Japonya, hem Çin, hem Kore için söyleyebiliriz. Birinci fazda bu konu gerçekleştirilirken, ikinci fazında kendi üretim teknolojilerini geliştirmek üzere, kendi birimlerini ve altyapılarını kurdular. Tersine mühendislik dediğimiz, ürünün üzerinden öğrenme yöntemiyle, o ürünü modelleme yönetimiyle o ürünü tekrardan üretme sürecinin içerisine girdiler. Türkiye’de aynı sürece başladı fakat Türkiye birinci fazdan sonra ilk anlamda, kendisi aracı veya bir sistemi üretirken ikinci fazda üretme esnasında montajdan elde ettiği bilgiyi, ürünü geliştirme konusundaki bilgiye dönüştürmesi gerekiyordu. Bu konuda sadece sanayicinin yapabileceği bir görev değil aslında. Onun daha üstüne, ona bu görevi verecek olan, bütün sistemi düzenleyen devletin bu konuyla alakalı süreci başlatması gerekiyordu.
Türkiye özellikle son 50 yılda, bilim, teknoloji ve sanayi konularında hep vizyon çalışmaları yapmıştır. Bu vizyon çalışmalarının en büyük özelliği bu konuyla ilgili politika ve stratejileri belirlemek üzerine yapılmış olmasıdır. Böyle olmasına rağmen yapmış olduğu hiçbir politik ve strateji belgesini, gerçek anlamda, ulusal seviyede uygulama şansına veya imkanına sahip olamamıştır.
Eğer Türkiye, bugün de dahil olmak üzere bilim ve teknoloji konusunda bir strateji hazırlayıp, onu uygulama fazına geçerse, sanayimizde onu hızlı bir şekilde takip ederek bütün bu fazları, Türkiye’de teknoloji geliştirme fazı da dahil olmak üzere endüstriyel anlamda gelişme süreçlerinin hepsini sağlayabilecek forma gelebilir.
Bizim gelişmiş olan bütün ülkelerden tek farkımız montaj endüstrisi ile başlamış olduğumuz yolculuğumuza sonunda nihai ürünün bize ait olmak üzere, ürün sürecine dönüştürecek stratejileri sağlayamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Çok doğru.
Bugün sanayimizin çok önemli bir kısmı hala yurt dışında geliştirilmiş olan bir ürünün montajını veya sistem entegretörlüğünü yapmaktadır. Buradan hızla teknoloji üreten sürece doğru sanayimizi döndürmeliyiz. Bunu da yalnız başına sanayimizin yapması kolay değil. Üniversitelerle iş birliği içerisinde ortak bir anlaşma zemini içerisinde bunu baş başa sağlamalıyız. Organize olmalıyız. Teknoloji üreten şirketler çıkartmalıyız. Onları mevzuatlarla ve yasalarla denetlemeliyiz. Özgüveni daha üst katmanlara çıkarmalıyız. Bilgiyi daha kıymetli hale getirmeliyiz. Özel fonlar kurmalıyız. Bu özel fonlarla, özellikle teknolojiyi geliştirmiş alanları destekleyip büyütmeliyiz ki bunlar kendi ülkemizde büyüyüp kurumsal hale gelsinler. Sonra da bütün dünyaya açılabilsinler. Bunları küçük miktarlı girişimlerle, girişimcinin başarısı ile beklersek o alanı maalesef büyütemeyiz. Topyekün bir çalışma içerisinde olmalıyız.
Tabi teknoloji firmalarına mühendisler, yüksek mühendisler, doktora elemanları alınıyor. Bu firmalarda çalışan ara elemanlar, bu ara elemanlar konusu önemli mi? Türkiye’de yeterince iyi yetişmiş ara elemana ihtiyaç var mı? Ya da yeterince sağlanıyor mu diyeyim? Bu konuyu nasıl görüyorsunuz?
Teknoloji üreten süreci ve onun bütün mekanizmalarını sağlayan asıl unsur insan. Eğer onu yapabilecek düzeyde insanınız varsa her katmanda insanınız varsa teknolojiyi üretmek ve tabana yaymak sizin için çok kolay olur.
2.Dünya Savaşı sonrası bugün önemli noktalarda olan devletlere bakalım; Almanya, Japonya, 1950’lerden sonraki dönemlerde Kore… Bunların hepsi aslında çok büyük bir savaş sonrası harap olmuş ülkelerdi. Bu kadar hızlı bir şekilde gelişip, dünyanın önemli 2 ve 3 numaralı ekonomileri olmalarının sebebi bizce ne? Sahip oldukları makine parkı mı? Hayır. Sermaye güçleri mi? Sermaye güçlerini kaybettiler savaşta. Tek dayanabildikleri nokta vardı. Yapmasını bilen insan. Her kademe yapmasını bilen insana sahipti. Eğer iki ulus da. Japonlar da, Almanlar da. Bugün Koreliler de böyle. Demek ki insanı her kademede yapabilme yeteneği ile alakalı donatarak yetiştirmeliyiz. Doktoralı insanımızı, endüstriyel ürün konusunda maharetli kılmalıyız. Mühendislerimizi gerçekten mühendis olarak yetiştirmeliyiz. Gerçekten mühendis olarak çalıştırmalıyız. Türkiye’deki pek çok mühendisi biz teknisyen olarak kullanıyoruz.
Gelelim ara elemana… Türkiye açısından baktığınızda doktoralı insan kadar önemli olan teknisyenlerimiz. Ara elemana da çok büyük önem vermeliyiz ve onu hakikaten ihtiyaç duyduğu alanlarda yetiştirmeliyiz. Bugün Almanya, Japonya, Kore teknisyen anlamında çok güçlü ülkeler. Hem teknik kadroları çok kuvvetli, hem mühendislik kadrolar çok kuvvetli. Hem de akademik kadroları çok kuvvetli. Her kadroyu da kendi içerisinde yetiştirip, o alanda tecrübe sahibi yapan süreçlere sahipler. Biz belli dönemlerde ara eleman yetiştirme konusunda okullarımızı maalesef arzu ettiğimiz şekilde geliştiremedik. Türkiye’nin bu konuda çok büyük bir açığı var.
Hem üniversitelerdeki akademik personeli, hem teknik personeli doğrudan teknoloji üreten süreçlerin içerisinde dahil ederek yetiştirmeliyiz. O yüzden elimizdeki imkanların önemli bir kısmını mutlaka eğitime ayırmalıyız.
Mühendisleri biraz teknisyen gibi kullanıyoruz dediniz ya, orayı biraz açmak istiyorum. Burada bir tasarım zafiyeti mi ortaya çıkıyor?
Şimdi, Türkiye’de özellikle mühendislerin ara eleman gibi kullanılmasının arkasında yatan en büyük sorunlardan bir tanesi, doğru teknolojinin kısıtlı olması.
Üretilmiş bir teknolojiyi Türkiye’ye transfer ettiğiniz zaman o teknolojiyi alan insanlara ihtiyacınız var. Mühendislik yetkinliğini, o teknolojiyi kullanan insanlar olarak yönlendirdiğinizde mevcut mühendislerinizi etken bir sürecin içerisinde kullanmıyorsunuz. Daha doğrusu var edici, oluşturucu, yeniden ortaya çıkaran veya yaratıcı, olmayanı düşünen bir sürecin içerisinde değil; var olanı etkin bir şekilde kullanmaya sevk ediyorsunuz. Var olanı etkin bir şekilde kullanacak olan teknisyenler. Teknisyenler var olanı çok iyi bilirler. Hatta bunun örneği bile verilir. Bir araçla seyahat eden, o aracın motorunu geliştiren bir kişi, motorun her türlü mühendislik yetkinliğine sahip bir kişi; aracı arızalandığında, kendisi o aracın arızasını bulmakta zorlanabilir ama bir teknisyen gelip, hemen çok basit bir operasyonla, karbüratör tıkandığında karbüratörü, ateşleme sistemi bozulduğunda ateşleme sistemini hemen tamir edip, hayata geçirebilir. Ama o teknisyene bu arabayı, 70 – 80 beygir gücünde tekrar dizayn et, dediğiniz anda onu teknisyen dizayn edemez. Onu dizayn edecek olan mühendistir. Biz mühendisi mühendis gibi teknisyeni de teknisyen gibi kullanmalıyız.
Biz eğer teknisyeni teknisyen gibi mühendisi de mühendis gibi alanlarında çalıştırırsak, mevcut var olan motorun performansını mühendise yaptırıp, onun bütün teknik sorunlarını da teknisyene çözdürebilirsek o zaman ülke olarak başarılı oluruz. Bu da zaten teknoloji üretme süreçlerinin o ülkede hakim olduğunu gösterir. Biz eğer fikirden ürüne, ürünü de sanayiye, ürünü de topluma kazandıracak süreçleri var edebilirsek, fikri teknolojiye; teknolojiyi de topluma kazandırırız. Bu süreçlerin içinde hem mühendise, hem teknisyene, hem de akademik bilgiye ihtiyacımız var. Herkesi yerinde ve doğru kullanarak ülkemizi kalkındırabiliriz.
Son olarak bu elektrikli araç konusu çok gündeme geldi. Bir takım firmalarında zaten projeleri var. Altınay Robot bu konuda neler yapıyor? Bir girişimi var mı?
Biz bu konuda ilerdeyiz. Yaklaşık 25 yıllık bir teknoloji serüvenimiz var. Bu 25 yıl içerisinde birden fazla teknoloji disiplininde ürün veya süreç geliştirme konusunda çalışmamız oldu. Son dönemde ağırlıklı olarak yeni ve uç veren teknolojileri geliştirme konusunda çalışma yapıyoruz. Biraz önce de bahsettiğim gibi özellikle enerji depolama teknolojileri ile beraber, elektrikli araç teknolojisi ağırlıklı olarak üzerinde durduğumuz önemli alanlardan bir tanesi. Biz burada iki temel noktada araştırma yaptık. Bunlardan bir tanesi, enerji depolama teknolojileri konusunda, temel bilimler başta olmak üzere yani enerji depolamanın kimyası da dahil olmak üzere çalışmalar başlattık. Ondan sonra gelen süreçte ise mevcut var olan ürünü endüstriyel bir pakete nasıl dönüştürebiliriz. Yani buradan daha güçlü enerji depolama teknolojilerini nasıl geliştirebiliriz konularında çalışmalar yaptık.
Hem pil kimyası, hem pil teknolojisi, bunun elektronik modüllerinin geliştirilmesi hem de onların sağlıklı bir şekilde kullanılmasını sağlayan pil yönetim yazılımları geliştirdik. Bu birinci faz oldu bizim için, elektrikli araç teknolojisi için. İkinci fazda ise özellikle robotlu araç ve robotlu otomotiv teknolojileri konusunda, gövde teknolojileri geliştirdiğimiz için aracın bütün geometrik yapısına sahip olan bir firmayız. Oradan yola çıkarak elektrikli araç ile ilgili tahrik sistemleri, yol yazılımları, araç içerisindeki bütün kontrol yazılımları da dahil olmak üzere gömülü yazılımlar geliştirmeye başladık. Yaklaşık bu 3 yıllık bir zamanımızı aldı. 3 yıl içerisinde enerji depolama teknolojileri ile başlayan bu çalışmalarımız bütüncül bir araç teknolojisine döndü.
Bugün Türkiye’de otomotiv endüstrisinde kendi özgün aracını dizayn eden bir firmaya, biz enerji depolama teknolojileri, araç güvenlik yazılımları, araç yol güvenliği yazılımları, tahrik sistemleri ve aracın içerisindeki bütün modül ve sistem olmak üzere komple hizmet verme noktasına ulaştık.
Hali hazırda işbirliği yaptığınız firma var mı?
Birden fazla firma ile çalışıyoruz. Özellikle 1,5 yıldan beri Ford Otomotiv adına proje geliştiriyoruz. İki tane başarılı araç çalışması gerçekleştirdik. En son yaptığımız çalışmada Ford firmasının yeni ürettiği kurye aracının elektrikli versiyonu Altınay tarafından üretildi. Bütün enerji depolama sistemleri, tahrik sistemleri, kontrol yazılımları Altınay tarafından gerçekleştirildi. Sadece bununla alakalı yaklaşık 28.000 satırlık program yazıldı. Artı, TÜBİTAK tarafından yapılmış olan çağrılı proje konusunda da son dönemde 6 firma, elektrikli firma çağrıya davet edilmişti. Bu çalışma sonucunda da bir firma bu projeyi yapmaya hak kazandı. O firmanın projesi içerisinde destek sağlayan kurum olarak yine Altınay seçildi. O yüzden enerji depolama teknolojilerini, elektrikli araç teknolojilerini ulusal seviyede teknolojiyi üretme ve tabana yayma konusunda da Altınay, temel bilimler, mühendislik ve teknoloji üretme süreçlerinin hepsinde bulunuyor.
135’e yakın mühendis, doktoralı ve lisanslı arkadaşımız var. Bunlar da farklı teknolojik faaliyet alanlarına göre konumlanmış vaziyetteler. Otomotiv gövde teknolojisi konusunda bir ekibimiz var. Savunma ve havacılık konusunda çalışan bir ekibimiz var. Özellikle insansız araçlar konusunda çalışıyoruz. Mobil robotlar konusunda bir birimimiz var. İnsansız depolama teknolojileri konusunda çalışan, transfer teknolojileri konusunda çalışan bir birimimiz var. Enerji depolama teknolojilerinde çalışan bir birimimiz var. Farklı mühendislik alanlarında çalışan Ar-Ge ve mühendislik birimlerimiz var.
Peki, otomotiv elektroniği konusunda Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz? Elektronik firmaları, otomotiv konusunda sektörün içerisine yeterince girebilmiş durumda mı?
Otomotiv firmaları özellikle ürünlerinin önemli bir kısmını mühendislik anlamında yurt dışında geliştiriyorlar. Böyle olunca mühendislik sürecinin de gelişim kısmı çoğunluklu olarak yurt dışında gerçekleşiyor. Türkiye’de ki otomotiv ana sanayinin yanında yan sanayi Türkiye’de ki mevcut firmalara bu konuda hizmet sağlarken, ilk kısımda sadece ürün bazlı hizmet sağlayan firmalar konumundaydı ama özellikle 2007’deki Ar-Ge Kanunu ile beraber Ar-Ge merkezlerinin kurulması, özellikle otomotiv yan sanayinde yeni bir süreci başlattı.
Bu firmaların doğrudan ürün bazında, ürünün kendisini sadece imal etmek değil bir aşama ileri giderek, yeni ürün geliştirme süreçlerinin de ülkemizdeki altyapıdan sağlanmasını teşvik etti. Arzuladığımız düzeyde ürün geliştiriyor muyuz dersek, şu anda arzuladığımız düzeyde elektronik Component konusunda, elektronik ürünler ve sistemler konusunda geliştiremiyoruz ama bugün potansiyel anlamda altyapı kuruyoruz. Önümüzdeki süreçte Türkiye’deki firmalar özellikle gömülü yazılımlar, mekatronik sistemler, mikro elektronik donanımlar bu konularla ilgili yan sanayinden doğrudan yan sanayinin sıfırdan geliştirdiği ürünleri kullanır hale gelecek. Ne zaman ki Türkiye, altyapısında otomotiv anlamında ürünü ülkede geliştirmeye başlarsa, Türkiye’de bu konudaki ihtiyaçlar o oranda artacak. Şu anda Türkiye’de kapasite yüzken Türkiye’de bu kapasiteyi sağlama oranı %10 civarında diyebiliriz.
Türkiye büyük bir ülke. 75 milyonluk büyük bir nüfusa sahip. Büyüklüğünün yanında aynı zamanda genç bir nüfusa sahip. Çok geniş bir coğrafya ve kültürden beslenen bir ülke. Bizim gibi bir ülkeyi bu coğrafya daha güçlü bir hale getirmek için birinci öncelikli olarak yapmak gerekli olan eğitim. Eğitime çok büyük zaman ve imkan harcamalıyız. İkincisi de kendi insanımıza güvenerek aslında yapmakta olduğumuzdan daha fazla potansiyelimizin olduğunu bilerek ve buna inanarak organize bir toplum haline dönüşmeliyiz. Eğer organize olarak bir yapılarak kurabilirsek, Türkiye çok hızlı bir şekilde gelişebilir. Türkiye teknoloji üretebilir. Ürettiği teknolojiyi satabilir ve sosyo-ekonomik anlamda güçlü bir ekonomi olabilir. Türkiye’nin kendi teknolojisini üreterek ayakları üzerinde durması lazım.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mıdır Hakan Bey?
Hayır, çok teşekkür ederim.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Şimdi önemli olan bir nokta var, PTT-Arla kendisi üreten bir fabrika olarak kurulmuştur. Bu bakımdan kendi araştırmasını kendisi yapan Türkiye’deki yalnız elektronik sanayi içerisinde değil, bütün sanayi dallarında bu örneği ilk defa vermiş olandır.“
Geçmişten günümüze elektronik sanayi için neler söyleyebilirsiniz?
Söze buradan başlamak lazım diye düşünüyorum. Şimdi elektronik bir kere bir ana bilim dalı. Elektronik teknolojileri ve elektronik sanayi de, temel teknolojiler ve temel sanayidir. Ve bugün elektronik sanayi ürünlerinin insan hayatının her noktasında, her yerinde bulunduğunu gözlemliyoruz. Elektronik sanayi ürünleri insanın eğlencesinde, sağlıkta, eğitimde, güvenliğinde çok büyük ölçüde kullanılıyor. Bununla beraber diğer sanayi dallarına da bir destek veriyor daima. Onların verimliliğinin artırılmasında, onların kontrol kumanda sistemlerindeki ihtiyaçlarını karşılamada, her yerde elektronik sanayi ürünleri mevcut ve elektronik sanayi öyle ki insan yaratıcı gücünün en fazla uygulamasının bulunduğu bir yer.
Bu sebeple çok önemli. Şimdi elektronik sanayi nasıl başlamış, bir kere bütün dünyada geriye gidersek bir takım teorik fizikçilerin, Faraday gibi Maxwell gibi çalışmalarından daha sonraki elektronik teknolojilerinin, elektronik ürünlerin ortaya çıkmasında çok faydalanılmış. Hertz’in denemeleri büyük ölçüde yardımcı olmuş. Marconi mesela, 20. asrın başlarında ilk telsiz telgrafı ortaya attığı ve başarılı olduğu vakit Marconi aynı zamanda bir bilimadamı, bir teknisyen ve çok iyi de bir iş adamı. Çok başarılı olmuş bir İtalyan ama gitmiş İngiltere’ye yerleşmiş ve hem İtalyan donanmasına, hem İngiliz donanmasına bir takım şeyler yapıp satmış.
Şimdi elektronik sanayinde ve bugünün kullanılan elektronik ürünlerine ulaşmada bence asıl dönüm noktası, De Forest denilen bir Amerikan bilim adamının 1907 senesinde diode tüpüne ki o sıralarda deşarj vs. gibi olaylar belli diode tüpüne bir elektrot ilavesiyle Triode’ı bulmasıdır. Bundan sonra amplifikasyon, osilasyon gibi olaylar elektronik içerisinde meydana getirilmiş. Özellikle amplifikatörün ortaya çıkarılmasıyla çok büyük gelişmeler sağlanmış. Bu arada bunlardan evvel daha sonra elektronikte çok kullanılacak olan telgraf ve telefonun icadı var. O sıralarda elektronik cihaz yok. Bunlar sadece basit elektrik akımının çeşitli şekilde kullanılması ile Mors telgrafı elde edilmiş.
Daha sonra Graham Bell telefonu bulmuş ama buralarda hala elektronikten ziyade elektrik söz konusu. Kablo ve elektrik akımını kullanmak suretiyle gerçekleştiriliyor. Belki telefon cihazı biraz bugünün elektroniğinin içerisinde olan bir şey. Ama sonradan, De Forest’in buluşundan sonra bütün bunlarda çok büyük gelişmeler sağlanmış. Mesela telefonun o sıralarda çok geliştirilmiş olmasına rağmen uzak mesafeye sesin iletilmesi çok zor, kablolardaki zayıflıklardan ötürü ama işin içine amplifikatör girince, kuramportör cihazları, taşıyıcı akım cihazları geliştirilip yapılınca çok süratle dağılmış. O kadar ki bunlar için gerekli olan frekans bandını temin edebilme, frekans bandını taşıyabilmek için de iletişim yollarında yine büyük gelişmeler sağlanmak gerekmiş. İşte kablolarda bir takım gelişmeler olmuş, simetrili kabloya koaksiyel kablo, onun arkasında fiber optik kablo bu bir gelişim süreci gibi.
1. Dünya Harbi’nden sonra yavaş yavaş telsiz telefon, radyo alıcıları geliştirilmiş ve giderek yaygınlaşmış ama 2.Dünya Harbi’nde oluşan birikim elektronik ve elektronik sanayine çok büyük bir ivme kazandırmış. Radarın yapılması, televizyonun ortaya çıkması hemen 2.Dünya Harbi sırasında ve onu takip eden yıllarda mümkün olmuş ve çok büyük bir gelişme yaşanmış.
Daha sonra De Forest’in triodu bulmasından sonra ama sadece triod ile kalmamış bu iş, elektron tüplerinin envayi çeşitleri yapılmış. Onlar da küçültülmüş falan fakat bir takım düşüncelerin hayata geçirilmesi ancak 1948 senesinde Bell laboratuvarlarında yarı iletken teknolojisinin geliştirilip transistörün bulunması ile başlamış ve ondan sonra da çok hızlı bir gelişme meydana gelmiş. Bell laboratuvarlarında transistör keşfi sonrası yarı iletkenlerle, yarı iletken alanındaki gelişme çok süratle meydana gelmiş. İşte entegre devreler ortaya çıkarılmış. Intel bugün de hala mevcut olan şirketi Noyce ve Moore iki ortak tarafından kurulmuş. Entegre devrelerde çok büyük gelişme yaşanmış tabii bunun yanında başkaları da var ve entegre devlerin yoğunluğu giderek artmış. Hatta Moore kuramı vardır. Moore Kuramı’na göre her 18 ayda, 24 ayda bir elektronik devrelerin yoğunluğu iki katı artar.
Fikret Yücel’in amatör radyoculuk dönemi, Ptt-Arla, Teletaş derken kitabınıza bakınca hiç boş durmamışsınız, uzun ve dolu dolu bir meslek hayatı…
Evet hiç boş durmadım. Bu işin Türkiye’de başından itibaren çok yakın zamanlarına kadar faaldim.
Ne zaman başladınız?
Ben 1950 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nden mezun oldum. O andan itibaren değil de ondan önce benim amatör elektronikçiliğim var. Yani öğrenciliğim sırasında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde hatta lise öğrencisi olduğum zamanlardan kalan bir amatör elektronikçiliğim var.
Fikret Bey onu soracağım, sizin kitabınızı okudum. Geçmişten bugünlere, Tahsin Saya‘nın size yazdığı bir mektup var. Finalde iki mekandan bahsediyor. Onunla ilgili bize neler söyleyebilirsiniz
Kör Ziya, yani o yüksek kaldırımda, biz gidip oralarda kendimize parça arardık.
Ondan transformatör alırdık.
Kendisinin başka cihazlardan sökmüş olduğu parçaları bize satardı. Biz de ondan alıp kullanırdık.
Ne yapardınız onlarla?
Radyo alıcısı daha ziyade. Ondan evvel, radyo alıcısına kadar, benim orta okulu bitirdiğim zamanlarda ki bu 40′lı seneler, harbin ortası… Galen diye bir şey vardır. Bilmem hiç gördünüz mü, duydunuz mu? Bu bir kurşun sülfür aslında parlak, buruşuk yüzlü bir alaşım. Bu bir yarı iletken ama kullanıldığı zaman, bizim kullandığımız zamanda yarı iletkenin ne olduğu, nasıl çalıştığı belli değil. O sıralarda bunun üzerinde biz iki tane toplu iğne ile uygun nokta bulurduk işte bir yere bir bobin, bir taraftan da antene bağlar, bir de kulaklık ile bunu radyo alıcısı olarak kullanırdık. Yani böyle başladı benim amatörlüğüm. Sonra radyonun kendisini yapmak gibi. Radyo tamir etmek gibi. Bir ara amatörlüğümde kazandığım bu beceri, benim geçimime yardımcı oldu. Radyo tamiri yaptım mesela uzun süre.
İlk radyo, ilk amplifikatör üretimi… Mesela 1951 yılında Nevtron diye bir firma kurumsal olarak başlamış. Şu anda pek izini bulamıyoruz.
Yani Nevtron, bulabildiniz mi? Ben de tanıdım ama onlardan öğrendiklerimi unuttum. O tarihlerde sadece Nevtron değil, Zer Elektronik vardı. Zer isimli bir Ankara firması. Bunlar da amplifikatör yaparlardı. Küçük kasabalarda falan ses düzenleri yapılır, belediyenin halka hitap etmesi için bir takım bildiriler yayması için ses düzenleri kurulurdu. Onun amplifikatörlerini yapardı mesela Zer. Hilkat Bullu diye bir firma vardı yine bu 40′lı, 50′li yıllarda. Daha ziyade 50′li yıllarda Hilkat benim arkadaşım da oldu, rahmetli oldu şimdi. Oğlu hala hayatta mıdır, faal midir bilmiyorum. Hilkat’te bayağı jandarma ihalelerine girer, onlara telsiz cihazları yapardı ama nasıl yapardı ,çoğunlukla Marconi’nin ya da başka firmanın cihazlarını alır, onu kopya ederdi aşağı yukarı.
Lisansız mı ?
Lisanssız tabi. 2 tane 3-5 tane yapıyor.
O zaman henüz lisanslı üretim modeline geçmemişti Türkiye, öyle mi?
Yok, yok tabi. O 30 metrekarelik yerde çalışıyordu, işi gücü buydu ama çok bilgili, çok becerli bir insandı. Yani bilerek yapardı, oturup onu dizayn etmesine ne imkanı var, ne vakti var, ne parası var. Onun için yol kopya etmekti. Öyle Reverse Engineering falan değil. Düpedüz kopya edilirdi ve böylece hayatını kazanırdı.
50′li yıllar nasıl gelişti peki Fikret Bey ? Bu 3 tane ana üretici saydınız hatırladığınız. 1958′de kota ihalatı rejimini yazmışsınız kitabınızda, onun için neler söyleyebilirsiniz?
O da gerçekten bir dönüm noktasıdır. Zaten ben Türkiye’deki elektronik sanayi demeyeceğim çünkü 1958′den önce sanayi falan yok. Demin söylediğim gibi meşguliyetler öyle çok basit atölyelerde yapılıyor. Böyle kişisel ne kaydı var, ne kuydu var, ne araştırması var bir takım kopyacılık tarzında bir yerde bir şey öğrenmiş, onu yapıyor.
Türkiye hiçbir zaman kurtulamadı bu şeyden, bir cari açık dediğimiz olaydan, bu Türkiye’nin ekonomisinin hastalığıdır. O tarihlerde de var, o zaman dövizdi bunun adı.
Dışarıdan döviz temin etmek mümkün değil çünkü Türkiye’nin dışarıya satacak malı alacağından çok daha az. Bunun neticesi olarak zaman zaman bazen de büyük yatırımlar falan yapınca dövize ihtiyaç çok artıyor. Büyük açıklar veriliyor. İşte 50′li senelerin ikinci yarısı böyle bir dönem yaşıyor Türkiye ve artık hiçbir şeyi dışarıdan ithal etmenin imkanı olmayan bir dönemdi. Benzin yok, çikolata yok, o yok, bu yok. Onun için ithalata bir kota sistemi getirildi. Şu sektör için, bu sene bilmem ne kadar, şu kadar milyon dolar. Bunu aşmayacaksın, bunun içinde kalacaksın, diye kotalar kondu. O kotalar konunca tabi o para hiçbir sektörün ihtyacına yetmiyor, ithalat için. Bir takım ithalat kısıtlamaları oldu. Radyo ithal edilemiyor o zamanlar. Ne yapalım dendi. O zaman radyonun bir takım Component‘lerine ithal müsadesi verildi ve Türkiye’de montaj sanayi denilen sanayi dalı o zaman başladı. Ne yapılıyordu? Baştan burada bir tek çivi bile çakılmıyor. Her şey torbalar içerisinde geliyor. Şeması da geliyor, onlar da burada monte ediliyordu.
Henüz bir tasarım söz konusu da değil, doğru mu?
Tasarım falan hiçbir şey yok. Hatta bazı firmaların parçalarını getiriyorlar dışarıdan. Onun montajı sırasında kendisine yardım edecek elemanı da getiriyorlar buraya. Böyle başladı.
Peki Fikret Bey 50′lerde telefonun, telekomünikasyonun durumu neydi Türkiye’de?
O felaket tabi o zamanda. Yine aynı şey. Tabi her şey ithalata bağlı olduğu için, elektronik ile alakalı her şey ithalata bağlı olduğu için, Ptt Genel Müdürlüğü var o zamanlar şimdiki Türk Telekom’un yerine ve Ptt Genel Müdürlüğü’nün yatırımları var. Burada temin edebildiğine bakır teli bile dışarıdan getirmek mecburiyetinde.
1950′lilerde hiç mi üretim yoktu?
Yani belki enjekte direk dediğimiz, direk şeyi başladı bir ara. Yani o havai hatlarını taşıyan direklerin kendisi bile, dış etkenlere tahammül edebilmeleri için bir kimyasal şey enjekte edilir onlara, o ameliye bile burada yapılamıyordu. Onlar enjekte edilerek dışarıdan geliyordu. Sonra o enjeksiyon işi burada yapılmaya başlandı. Fincanlar, porselen yani o tellerin bağlandığı, izolam elemanlar onlar dışarıdan geliyor. Dediğim gibi bakır telin uygun şekilde çekilemediği için onlar dışarıdan geliyor. Bir tek burada montajı yapılıyor. Şimdi yavaş yavaş bunların sanayisi kuruldu.
Peki Crossbar’la kıyaslandığında telefon kalitesi nasıldı?
Crossbarlar daha sonra. Onlar 1960′lı yıllarda.
Farkı nedir ve 50′li yıllardaki telefon sistemi nasıldı?
50′li yıllarda Crossbar yok. Endirek seçmeli telefonlar var. Bir takım şeyler var evvela düşey hareket eder, çevirilen şeye göre ondan sonra yatay hareket eder.
O iki hareket sonucunda aranan hizasına gelir. Sellektör dediğimiz şeyler var. Onlarla otomatik santraller var. Otomatik santralden öte daha evvel manuel santral var. Paralel de aynı şekilde yürümüştür. Birlikte yürümüştür yani. Manuel santral basit. Onların da işte merkezi bataryalı olanları var, lokal bataryalı olanları var. Bu arada belki madem telefondan açıldı, Ptt’nin bir de fabrikası var. Ptt Fabrikası adı.
Ne üretiliyordu orada?
Bugün Gülhane Parkı’nın ön tarafında bir bina vardır, tam caddeye bakan. Onun içinde olan bir bina. Bu ne yapıyordu? Bayağı eski bir mazisi var aslında. Kuruluşu 1800′li yıllardadır ve bir takım mors telgrafı için gönderen ve alan, o mors alfebesine ait işaretleri göndermeye yarıyan manüple dediğimiz şeyleri yapar, bunların öbür taraftaki, karşı taraftaki alıcılarını da yapardı. Öyle ki bu ilk kurulduğu yıllarda Paris’ten madalya falan almış. Gayet iyi başlamış ama sonradan gelişen teknolojiyi takip etmediği için hep orada kalmış. Benim bildiğim zamanda bunları hala yapıyordu, tamir de ediyordu. Bir de bu telgraf muhaberatında kullanılan Löklanşe Pilleri var. O pilleri yapardı ve çok titiz bir müdürleri vardı. Allah rahmet eylesin. Bunları merkezlere gönderir, ihtiyaca göre bu pilleri bazı kimseler istismar ederler. Mesela o sıralar yeni başlayan pilli radyolarda o radyoların beslemesinde kullanırlar. O da onları takip eder, bu pilin ömrü ve sürekli benim pilin ömrü bitti, bana yeni pil gönder, diye talepte bulunur. Oranın müdürünün de bütün işinin yarısı bu pillerin takibi ile geçerdi ki pillerin artık bitmemesi lazım neden benden istiyorsun, diye sualler sorardı. Yakın zamana kadar ayaktaydı. Hala var mı şimdi bilmiyorum bu Ptt Fabrikası.
Sonradan bizim Teletaş’ın; evvela Ptt Arla’nın sonra Teletaş oldu, binalarının arkasında bir binası vardı. Onları elden çıkardı şimdi zaten Teletaş ile sattı. Ptt Genel Müdürlüğü’nündü o arazi. Ptt fabrikası ve Ptt Arla’ya. Biliyor musunuz yerini bilmiyorum.
Ümraniye’de bu Netaş’ın olduğu arazi mi?
Netaş ile yanyana ve hatta oradaki otobüs durağının ismi hala Ptt Arla’dır. Arla duruyor kendisi yok.
Peki 1964‘teki montaj sanayi talimatnamesi için neler söyleyeceksiniz?
Yani böyle başladı Türkiye’de denilebilir. Sanayi, elektronik sanayi ama bir montaj sanayi olarak başladı. Sonradan yavaş yavaş bu kota sistemine zannediyorum 64 yılında bir montaj talimatnamesi çıkardı sanayi bakanı ve orada artık öyle her şeyin ithaline müsade etmiyordu. Bir takım parçaların yerleşmesini temin edecek baskılar uygulamaya başladı ve onlar yavaş yavaş yerli yapılmaya başlandı. Dedim ya ilk başladığında montaj sanayinde bütün parçalar vidasına kadar torbalar içerisinde buraya geliyor ve bunlar burada monte ediliyordu. Yani kalan sadece işçilik ve öyle yapılıyordu. Sonra yavaş yavaş bu parçalar yerlileştirilmeye başlandı. Mesela transformatörlarden başlandı bunlara. Transformatörin ve bobinlerin ithalatı yasaklandı. Evet. Yavaş yavaş bu yasaklar arttı. O tarihlerde Printed Circuit Board‘lar yeni ortaya çıkmış, onlar hazır gelirdi. Onlar burada yapılmaya başlandı.
Aslında Fikret Bey, çok ilginç, benim dikkatimi çeken bir konu var. 1937′de bir telsiz kanunu çıkmış ve bu elektronik sektörüne bir baskı gibi gelişmiş.
Yani çok kolay değilmiş bir yandan da elektronik Component‘leri getirmek. Bir baskı varmış. 12 Mart’ta elektronik şeylerden tutuklananlar olduğunu duydum. İkisi böyle birbiriyle çok çelişen şeyler değil mi? Bir yandan bazı şeyleri yerli istiyorsunuz ama diğer yandan da elektronik komponent‘lerine bir kısıtlama, bir denetim var. Onu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi şöyle, o meşhur telsiz kanunu şimdi geçerli değil. Hala bir telsiz kanunu var da tabi oradaki cezai hükümlerde, yasaklarda büyük değişiklikler meydana geldi. Bence Türkiye’de amatör elektronikçiliğin gelişmesini engelleyen bir faktör olmuştur o zamanki telsiz kanunu. Benim söylediğim zamanlarda o benim yaptığım şeyi yapmak bir cesaret işiydi. Yani bu o kadar büyük olaylar olur, öyle dedikodular duyardık ki, işte adamın birisi Bulgaristan radyosunu dinliyormuş. Büyük anten koymuş. Götürmüşler sorgu sual etmişler. Tırnaklarını sökmüşler. Bunlar ne kadarı doğrudur bilmiyorum, ben de çocuktum o zamanlar. Bu dedikodular hep kulağımıza gelirdi.
Bunlar Türkiye tarihinin aslında hiç bilinmeyen noktaları.
Bunları yaşayanlar biliyor, ben biliyorum ve yazdım da bir çok yere. Konuştuğumda da söyledim.
Ama kısaca şunu söyleyebiliriz Telsiz Kanunu, Türkiye’de elektroniğin, amatör elektronikçiliğin, amatör radyoculuğun ki asıl adı öyleydi, gelişmesini engellemiştir. Çünkü biz korka korka yapardık. Bunun bir de hikayesi vardır, bilmem onu kitapta yazmış mıyım.
Saadettin Sinman diye bir arkadaşım oldu benim sonradan. ODTÜ’de hocaydı. Konuşurken anlaştık ki biz aynı dönemlerde amatör radyoculuk yapmışız. Şimdi Saadettin Sinman, Rıhtım Caddesi var Kadıköy’de bilir misiniz? Rıhtım Caddesi o tarihlerde 40′lı yılların başlarını söylüyorum. O tarihlerde öyle taksi falan yok. Yahut olan ellerin parmaklarının sayısı kadar fayton kullanılır. Bu faytoncuların yerleştiği bölge. Başka yerlerde de var ama orada yoğun bir şekilde var. Faytoncuların nasıl evleri, altı ahır arabasını ve atını koyuyor. Üstte kendisi oturuyor.
Şimdi Saadettin’lerin evi de bunların ortasında bir yerde. Saadettin de meraklı benim gibi. İşte evinde bir takım elektronik komponent‘ler, Kör Ziya’dan aldığı şeylerle bir takım devreler yapıyor. Osilatör yapıyor mesela. Osilatör böyle ultrasonik sesler çıkarıyor, insan duymuyor ama yanındaki, iki ilerisindeki atlar kişnemeye başlıyormış ve ailesi Saadettin’in endişe içinde birisi duyar da söyler, bizim oğlanın ne yaptığını bilmez, başımız belaya girer, diye endişe içersinde yaşarlarmış. Bu işte telsiz kanunun şeyleri. Şimdi telsiz kanunu filanca parçanın ithali ile meşgul olmuyor. O bitmiş cihazın veya bir yerin dinlenmesini, bir yere haber gönderilmesi gibi şeylerle ilgili. MİT’in sahasına giren yasaklar var daha ziyade. Onun için onunla bu montaj sanayinin parçalarının gelip gitmesinin arasında pek bir ilişki kurulmadı zaten ama o parçaları getirip de eğer ondan böyle çalışan bir radyo yaparsanız, bir verici yaparsanız özellikle işte o zaman tepenize biniyordu. Bu yakın zamana kadar da devam etti yani.
Ptt-Arla’nın kuruluşu için neler söyleyebilirsiniz?
Bence bu ortada Ptt-Arla’yı muhakkak anmak, zikretmek lazım. Ptt Arla, 1962′de kuruldu ilk defa. 63-64′te kuruldu ve nerede kuruldu? Mısır Çarşısı‘nın içinde, orada bir Ptt’nin telefon santrali vardı. O santralin, o zamanlar yeni inşaat halindeydi, orada kendisine bir yer tahsis edildi. Soğuk kış, evvela 60 metrekarelik bir yer. Sonra büyütüldü 600 metrekare oldu. Sonra Ümraniye’ye taşındı, 6000 metrekare oldu. Ondan sonra Dudullu’daki yeri de aldı 60.000 metrekare oldu ama sonra sıfırlandı. Tabi o söylediğim 60.000 metrekare Teletaş zamanına aittir. Ptt-Arla ne yaptı o sıralarda, biraz evvel bahsettik Ptt her şeyini ithal etmek mecburiyetinde ve ihalelerle işini yürütüyor.
Yani şimdi ne lazım telefon haberleşmesi için. En fazla talep edilen oydu çünkü. Kablo lazım, telefon santrali lazım, telefon makinesinin kendisi lazım. Bunların hepsi ithal. Şimdi yapan kimselerde farklı. Bunları farklı ihalelerle alıyorsunuz ve uzak mesafe için ya telsiz telefon sistemi lazım, radyolink sistemi lazım, kuranmportör sistem lazım. Bunların arasında paralellik bulamıyorsunuz. Hepsinin burada mümessili var. Rekabet, aralarındaki çekişme, sen aldın, ben aldım dedikodular, şunlar, bunlar, iki de bir ihaleler iptal edilir. Kablo şebekesini döşersiniz, telefon santrali yok. Telefon santrali olur, uzak mesafe haberleşmesi için kuramportör yok, şu yok, bu yok. Yani hepsini bir araya getirmek mümkün olmaz. Yani bir yatırımı burada yaparsınız öbürkü burada olmadığı için ondan da istifade edemezsiniz. Yani çok sıkıntılı bir dönem yaşıyor Ptt.
60′ların başı değil mi?
60′ların başı ve öncesi. 60′ların başında da durum böyle. Şimdi bunu ne yapacak. Oturtup Ptt Genel Müdürlüğü, yaptığı ihalelerin birinde dedi ki bu sefer ben telefon santrali alacağım ama bu işi alan firma burada, fabrikada kuracak.
Fabrika Kuramportör cihazları mı üretecek?
Hayır, o santral için ayrı yapıldı bu iş. Kuramportör işini Ptt-Arla olarak biz aldık üstümüze. Ben eski bir Ptt mühendisiyim aynı zamanda. Ptt mühendisleri arasında kuramportör sınıfı var, daha o sıralar radyolink yok. Bunlar elektronikçiye, elektroniğe en yakın insanlar var, havi hatta bakanlar var, iç şebekeye, yer altına kablolarına bakan mühendisler var falan. Bunların pek elektronik ile ilgileri yok. Kuramportörcüler elektronik devreler ile meşguller ve hep ithal edilmiş kuramportör sistemleri bir müze gibi Türkiye. Her dönemden, her firmadan gelmiş olan cihazlar var.
Kuramportör sistemleri 50′li yıllardan itibaren mi ithal edilmiş Fikret Bey ?
Yani kesit olarak öyle. Daha önceden kalanlar da var. Mesela 40′lı yıllarda Almanlar’ın bize hibe ettiği MG15 bir kuramportör sistemi var. Bu 40′lı yıllarda Türkiye’ye gelmiş. Montajı yapılmış. Bu iki tane sistemdir.
Montajı da yabancılar mı yapmış yoksa Ptt mi?
Yabancılar yapmışlar. Ondan sonrasını biz yaptık. İki sistem var. Bir tanesi İstanbul-Ankara arasında öbürü de Türkiye’nin Trakya tarafına gidiyor, devam ediyor Bulgaristan’dan, Bükreş’e kadar gidiyor.
Oradan da onların daha ileriye giden cihazlarına bağlanmak suretiyle Türkiye’nin bütün dünya ile olan telefon irtibatı sağlanıyor. O MG15 ile. MG15 standart bir sistem değil. Almanların Rusya’yı işgalleri sırasında o askeri maksat ile geliştirdikleri bir sistem. Sözüm ona portatif ama her biri 200 kg ağırlığında çok ağır sistemler. Bütününde böyle 7-8 tane frame var, bu framleri söküp, ayrı ayrı kolayca nakledip, kolayca monte edebiliyorsunuz. Askeri amaçlı bir sistem. O cihazdan iki tanesini de bize vermiş Almanlar. Repetörleri ile beraber. O tarihlerde, 40′lı yıllar. 40-42 falandır zannediyorum o kadar erken. Yine Standart Elektrik’in bazı sistemleri var çok enteresandır. Bunların bir bobini var mesela bu kadar. Karbon direnci yok mesela ellerinde. Telle imal edilmiş dirençler var. Böyle sistemlerin işletmesini yapıyorduk biz. Buradan neredeyse transistörlü cihaza kadar her türlü cihaz var elimizde. Neredeyse değil, öyle ve hepsi de ayrı firmalardan. Şimdi ama bu hayatı yaşamış olan kuramportör teknisyenleri ve mühendisleri elektroniğe vakıf. Elektroniğe iyice şey etmiş. Öyle bir şey ki şimdi adam gelmiş MG15′i kurmuş bir kitap bırakmış, bir de kötü tercüme yapmış. Anlaması mümkün değil. Doğru düzgün şemaları yok. Oranın mühendisleri, o tarihin mühendisleri oturmuşlar bunları teker teker fiziki yapı üzerinde takip ederek şema çıkarmışlar. Yani her dönemin, her türlü çözümün bilgisini onlardan almışlar. Büyük bir birikim var. Dolayısıyla Ptt- Arla aslında Ptt Araştırma Laboratuvarı adı. Ptt- Arla onun kısaltılmışıdır. Kurulduğunda amaç bir şey imal etmek değildi ama o tarihlerde bir de şey var. Biliyoruz diğer Ptt idarelerinin şöyle takiğ ettiği bir politika var. Onlarda da sanayi var ama sanayi Ptt’ye ait cihaz geliştirmiyor. Ptt idaresinin kendisi geliştiriyor cihazını, kendi laboratuvarında. Al, diyor bana 500 tane yap, diyor mesela ve onun imalatı sırasında, imalat bittiği vakit kontrolünü fabrikasında yapıyor. Şimdi bu fikir bizde de şey etti. Yani Ptt olarak böyle bir düşünceyle, Ptt-Arla kuruldu ama oturuldu bir takım şeyler dizayn edildi. Baktık ki dizayn etmekle bitmiyor, oturduk imalata da başladık.
İlk imalatlarınız ne üzerineydi Fikret Bey?
İmalat başlangıçta havai hat kuramportörleri ile başladı. O sırada dediğim gibi radyo ring yok Türkiye’de ve çok sayıda havai hat var. Havai hatlar üzerinde de ithal edilmiş MG15 ilaveten 3 kanallı, 2 kanallı envai çeşit kuramportör sistemi var. Teletron’un var, General Electric’in var, Philips’in var, var oğlu var. Şimdi bizde şöyle bir fikir ile başladık özellikle karadeniz sahilinde çok sık yerleşim merkezleri var. Bunların aralarında havai hatlarlarla irtibat var ama ne yapıyor, fizik devre üzerinden konuşuyor. Çok nadir olarak 3 kanallı kuramportör var. Bir özel sistem yapalım dedik. Tek kanallı kuramportör. 1+1 ve 1+2 sistemi geliştirdik. Standart şeyler üzerinde 3 kanal şey ediyor. Bu sistem fevkalade tuttu o kadar çok kullanıldıki Türkiye’nin ihtiyacı da böyle zaten. 1 kanal ilave etseniz yetiyor ki bu 2 kanal ilave ediyordu. Geliştirilen 2 kanallı sistemlerle bütün Türkiye donatıldı. Bundan binlerce yapıldı.
Kaçla kaç yılı arasında? 64-70 mi?
60′lı yılların başlangıcından bu devam etti; 70, 80′lere kadar bu cihaz kullanıldı. Hatta daha uzun süre. Hala var mıdır bilemiyorum.
1970′li yıllarda bir Crossbar teknolojisi geldi. Cross Bar santralleri de bu hatları mı kullandı?
Crossbar telefon santrali. Ben şimdi şeyden bahsediyorum. Bu uzak mesafe haberleşmesinde telefon irtibatı temin etmek için yani 100 metre aralıklı küçük kasabalar, şehirler arasındaki telefon irtibatını temin etmek için kullanılan cihazlar bunlar. Şimdi bu arada, buna paralel olarak Ptt-Arla bu faaliyete başladı ve devam ederken Netaş kuruldu. 68 yıllarında. Netaş kuruldu. İşte demin bahsettiğim ihale neticesinde Northern Telekom Netaş’ı aldı. Northern Electric, o zamanki ismiyle ihaleyi o aldı. Ümraniye’deki satın alınan arsa bizim Ptt-Arla’nın arsası ile Netaş’ın arsası birlikte alındı. Ptt Genel Müdürlüğü ile birlikte aldılar o Netaş’ın arazisini, oraya da fabrika kuruldu ve Crossbar santralleri orada ve telefon makinalarıyla beraber imalata başlandı.
Netaş ve Ptt-Arla birbirini nasıl tamamlıyordu?
Birisi başlangıçta telefon santrali ve telefon makinası yapıyordu. Biz Ptt-Arla’da uzak mesafe haberleşmesi için evvela kuramportör sistemleri, taşıyıcı akım sistemleri, daha sonra da radyolink sistemleri yapıyorduk. Yani kısa mesafe haberleşmesini Netaş; biz de uzak mesafe haberleşmesini temin ediyorduk. İşte sonra Ptt Arla’nın bu 2 kanallı kuramportörlere standart 3 kanallı kuramportörler, 12 kanallı kuramportörler, telegraf kuramportörleri; daha sonra koaksiyel kablo ve radyolink üzerinde çalışacak daha yüksek hiyerarşik düzeyde 60 kanallı, 120 kanallı, 960 kanallı sistemlere kadar imal edecek hale geldi.
Şimdi önemli olan bir nokta var, PTT-Arla kendisi üreten bir fabrika olarak kurulmuştur. Bu bakımdan kendi araştırmasını kendisi yapan Türkiye’deki yalnız elektronik sanayi içerisinde değil, bütün sanayi dallarında bu örneği ilk defa vermiş olandır.
Uzun senelerde böyle kalmıştır. Netaş dahi bizimle rekabet edebilmek için bu yola girmiştir zaman içerisinde. Netaş’ta başlangıçta uzun seneler kendi araştırmasını falan yapmamıştır tamamen hazır olarak kendisine verilen Know-How anlaşmasına dayanarak bir takım cihazlar üretmiştir, çok faydalı. Sonradan kendi araştırmasını da yapmaya başlamıştır ama ilki Ptt-Arla’dır ve bunu takip eden Teletaş’tır. Tabi Teletaş haline geldikten sonra çok çeşitli yollarda, yalnız havai hatlar üzerinde çalışan kuramportör sistemler, koaksiyel kablo üzerinde çalışan kuramportör sistemleri, taşıyıcı akım sistemleri, fiberoptik üzerinde çalışan sistemler, onların alt teçhizatı ve sonra bizatihi radyo linkin kendisi.
Radyolink ilk ne zaman geldi Fikret Bey?
Radyolink bir kuzey radyolink sistemi, ondan sonra güney radyo link sistemleri vardı. Nato anlaşmalarından sonra geldi Türkiye’ye.
Kaç senesiydi?
1955… 50′li yılların ikinci yarısı. Yani Türkiye Nato’ya girdikten sonra.
Sonra Radyolink sistemlerini biz mi üretmeye başladık?
Biz yine Teletaş olarak evvela Ptt-Arla iken bir 60 kanal kapasiteli bir radyolink sistemi imal ettik.
Kaç senesiydi hatırlıyor musunuz?
70′li yılların birinci yarısı. Sonradan, Teletaş kurulduktan bir süre sonra, kurulduğu sıralarda bir yabancı ortak aldı. Sonradan Alcatel olan o sıralarda ITT’ydi. ITT’nin Belçika’daki temsilcisiydi. Oradaki fabrikasıydı. Onunla bir Know-How açıklaması yapıldı. Ona ve Sistem 12′lerin imalatını yapmaya başladılar.
Sayısal santral dönemi başlıyor. Sistem 12 Alcatel’in ürünü müydü?
Evet, evet. Alcatel’den evvel ITT’nindir. Alcatel ITT’nin Avrupa’daki fabrikalarını alınca onunla beraber sistem 12′nin haklarıda ona geçti.
Netaş eski genel müdürü Tanju Bey ile görüşmüştüm. Ptt bir ihale açmış bunun sonrasında ilk önce Elektronik Santral önermişler sonra dijital istemiş Ptt’de dönemin genel müdürü. Bunların üstüne mi sizler Sistem 12′yi devreye soktunuz? Bu ihale sonrasında mı?
Tabi. Şimdi şöyle Crossbar’lar artık demode olmaya başladı. Söylediğiniz şey çok daha yakın zamana aittir. 1980′lerde.Ve bütün dünyada yavaş yavaş elektronik santraller kullanılmaya başlandı ve analog elektronik santraller kullanılmaya başlandı. Ptt’de böyle bir ihaleye çıktı ama bu ihalede, ihaleyi alan kişi bunu yapamadı, firma yapamadı. İhale iptal edildi. Yeni ihalede bu analogtan, dijital santrale döndü ve sonradan bunu Netaş, Northern Telekom aldı. Yavaş yavaş Crossbar‘lar yerine bir süre birlikte imal edildi DMS‘ler, sonradan Crossbar‘lar tamamen tasviye edildi. Aynı tarihte Ptt‘de tüm bunlar birbirine karıştı. Ptt-Arla’nın özelleştirilmesi, özelleştirme dediğim de birine satmak değil, şirketleştirilmesi diyelim mevzubahisti. Ptt de tek kaynakla çalışmaktan bizar olmuş her şeyde iki kaynak olsun istiyor. Onun için Ptt-Arla’nın da şirket haline gelirkenki ismi Teletaş olacak, Teletaş’ın bir başka dijital santral imal etmesini istedi.
Yani burada Netaş ve Teletaş rakip mi oldular birbirlerine?
Burada rekabet asıl oradan başladı. Biz o sırada ikinci santrali tabi, Northern Elektrik dışında, DMS dışında bir santral olacaktı, bütün dünyadaki santralleri tetkik ettik, yaptıklarını baktık ve sistem 12′yi seçtik. Bunlar hep aynı tarih, gerek Ptt-Arla’nın şirketleştirilmesi, Ptt-Arla’dan Teletaş’a geçiş, Crossbarlar’dan DSN’e Teletaş’ın geçişi ve Sistem 12‘nin Teletaş içerisinde imalatı. Birkaç ay farklıyla aynı tarihlere rastlar.
Peki, 80′li yıllarda dijital santral işi nasıl gelişti?
Dijital santral dediğim gibi evvela tamamen bir lisans anlaşmasıyla, aynı Netaş’ın Northern Elektrik ile yapıldığı gibi. Sonradan biz Teletaş olarak kendi küçük santralimizi yapmak istedik. Tamamen kendi prensibimizde.
Köylere dağılması için mi?
Evet, köy santrali gibi. Epeyce de ilerlemişti bu santral ama orada özelleştirme oldu yani bizim içimizdeki yabancı ortağın sermaye payı %50′nin üzerine çıktı, çıkarıldı. Onlar bu araştırmayı durdurdular. Kendilerine rakip olması, kendi cihazlarına rakip olması dolayısıyla, olabilir endişesiyle bunu durdurdular. Hatta bu santralin geliştirilmesi için Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı’ndan destek de alınmıştı.
1950′lilerdeki sistemle, bu Crossbar sisteminin, kullanım pratiği olarak farkı neydi Fikret Bey? Mesela bir vatandaşın 50′lilerdeki telefon aramasıyla, 70′lerdeki telefon araması arasındaki kalite farkı neydi?
Tabi bir sürü opsiyonlara sahip. Ayrıca daha çok daha hızlı.
Crossbar daha mı hızlı?
Tabi. Dijital ondan da çok daha fazla hızlı. Bir sürü özellikler ilave ediliyor, bir takım opsiyonlar var.
Hızlı dediğiniz daha çabuk mu geliyordu çevir sesi mesela?
Evet, evet. Arama işlemi de çok çabuk oluyor. Yani o santral içerisinde sizin çevirdiğiniz numaraya ulaşma meselesi çok daha kısa zamanda oluyor.
Şimdi de Türkiye’de bu ihaleyle bu telefon santrali ve makinası kurulması, Ptt-Arla’nın buna göre uzak mesafe haberleşmesiyle ilgili cihazları geliştirip, imal etmesi hem Türkiye’de böyle bir sanayi dalına kurulması ve geliştirilmesine, bunların yıllık toplam imalatları bir ara yarım milyar doları geçmişti. Netaş artı Teletaş’ın. Böylece elektronik sanayi tabi sadece telekomünikasyon cihazlarından ibaret değil. Komponent sanayi var, tüketici elektroniği var. Radyo, televizyon, Tape Recorder gibi şeyler.
İlk büyük özelleştirme Ptt-Arla’nın özelleştirmesi diyebilir miyiz?
İlk örnektir tabi. Bence çok yanlış bir şey olmuştur. Zamansız olmuştur. Teletaş’ın özelleştirilmesi zaten yanlıştır. Özelleştirme tabiri de yanlıştır çünkü zaten Ptt-Arla özelleştirilerek Teletaş kuruldu. Yani Ptt hisselerinin %50′nin üzerindeki kısmı şirketlere satıldı. Dolayısıyla zaten özel bir şirket statüsündeydi. Şimdi bu özelleştirmek değil, yabancılaştırma oldu. Yani yerli ortaklara da tazyik edilerek onların hisselerini bizim yabancı ortağımıza satmaları sağlandı.
TESİD ve TTGV için neler söyleceksiniz?
Ben senelerce TESİD’in başkanlığını yaptım. Onunla paralel olarak ve ondan sonra Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı’nın Yönetim Kurulu Başkanı’ydım bu senenin nisan ayına kadar. Yani 20 küsür sene de oradaydım. Dolayısıyla yani elektronik sanayinin bütün dallarıyla ve hatta sanayinin bütün dallarıyla ilgim oldu, devam etti yıllarca. Hele Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı sadece elektronik sanayi değil Türkiye’de bütün sanayinin araştırma geliştirmesini, innovasyonunu destekleyen bir kuruluş. Dolayısıyla bütün sanayi dalları ile irtibat halindeydi. Dolayısıyla bütün bunlar hakkında bilgim vardır. Tabi komponent sanayi, cihaz sanayicilerinin çok yakın tanıdığı, bildiği, ilişki içerisinde olduğu bir şeydir. Yarı iletken yapanlar, elektron tüpü yapanlar, vs. yapanlar onların müşterisisiniz, onu seçiyorsunuz.
Fiyat bakımından, kalite bakımından onların ürünleri ile yakından ilgilisiniz ama Türkiye’de maalesef komponent sanayi hiç gelişmedi.
TESTAŞ hikayesi, Chip tasarımı ve üretimi… Sizin bir Testaş tecrübeniz olmuş. Nasıl kuruldu Testaş? Kimlerin insiyatifinde?
Testaş, rahmetli Necmettin Erbakan’ın başbakan yardımcılığı, başbakanlığı sırasında üstünde durduğu bir şeydir. Testaş belki iyi niyetlerle ama şekilde kurulmuş bir şirket olmuş oldu. Hiçbir zaman başarılı olamadı ama çok önemli adımlar attı.
Bence siyasi bir takım hatalar yapıldı. Mesela Testaş ne yaptı? Cihaz da yapmak istedi, komponent de yapmak istedi. Testaş’tan bize arda kalan bence en önemli şey Yital’dir. MAM‘da mevcut olan Yital. Testaş’ın bir yarı iletken fabrikası kurulması anlaşması içerisinde kurulmuş bir yerdir Yital. Onu Tubitak MAM mensupları iyice benimsediler, geliştirdiler. Çünkü çok iyi çalışan bir müessese orası.
Duran Leblebici ile görüşmüştüm. Bana şundan bahsetti. İTÜ Teknokent’te yerli çip tasarımına büyük şirketlerin 4-5 tane ortak olduğunundan. Ama çip tasarımının çoğunlukla askeri segmentte yapıldığını ve tüketici elektroniğine henüz geçilemediğinden bahsetti. Siz bu konuda neler diyeceksiniz?
Şimdi Duran Bey muhakkak size ETA Vakfı’ndan bahsetmiştir. ETA Vakfı bu yarı iletken dizaynı daha ziyade ASIC dizaynıyla ilgili bir şeydir. Yital onu yapmıyor. Yital üretim yapmıyor. Yani yarı üretken üretiyor. ETA Vakfı’nın bununla ilgili departmanının tasarlamış olduğu entegre devrelerin imalatını yapıyor, yapabiliyor. Sadece onu değil tabi başka şeyler de yapıyor ama dediğiniz doğru pazar olarak sadece askeri de var. Zaten MAM’ın da daha ziyade askerlerle iyi ilişkileri var.ETA’yı, İstanbul Teknik Üniversitesi ile 5 büyük şirket yaptı. Teletaş vardı bunun içinde. Siemens vardı. Aselsan daha sonra katıldı. Vestel vardı.
Kaçan fırsatlar ve yapılan yanlışlar, 90-94 dönemini biraz bahsedebilir misiniz?
Söylemek istediğim şey o döneme ait. Buralarda yani Ptt mobil telefonda alıcı haline gelmiş ama bunu karşılayacak bir yerli firma çıkamamış. Bugün mobil haberleşmede, Türkiye’de yapılan bir şey yok hemen hemen. Servis kolaylıkları için Software geliştirmeler var ama işin esasında mesela terminal cihazı Türkiye’de, Aselsan’ın işte bir şansız bir talihsiz denemesi oldu orada kaldı. Bizim Suat’ın eski çalıştığı şirketin o da montaj, hala devam ediyorlar mı bilmiyorum. Milyarlarca dolar dışarı gitti ve gitmeye devam ediyor cep telefonlarına.
Cep telefonu üretimi gündeme gelmiş ama ölçeğe ulaşılamadığından girişilememiş bir şey olarak okumuştum.
Ama bu şeyden ileri geliyor. Söyledim ya köy santrallerinin geliştirilmesini yabancı ortak durdurmuştur diye Teletaş içerisinde. Aynı şey bunlar içinde söz konusu olmuştur. Mobil elektroniğine el atma imkanı bulamamış Teletaş, bulamadı daha doğrusu. Aynı şey Netaş için söz konusu ve yeni bir girişimin teşviki yeterli olmadığı için de hiçbir zaman olmadı.
Peki Teletaş mesela araç telefonu yada mobil telefon gibi teknolojilere girmek istemiş miydi?
Yani bu gündemdeydi, düşünülüyordu ama o tarihler sizin söylediğiniz 94 vs. bu Teletaş’ın hisselerinin yabancı ortak tarafından daha doğrusu bir özelleştirme idaresi vardı idare tarafından devlete ait hisselerinin şeye satılmasıyla denge, sermaya dengesi tamamen yabancı ortak tarafına geçtiğinde satın alan şirket, global stratejileri gereği kendisi sahip olduğu cihazların burada pazarlanmasını tercih etmiştir.
Peki, politikacıların elektroniğe katkılarını nasıl değerlendirirsiniz? Demirel, Erbakan, Özal ayrı ayrı katkı ya da köstek sanayi ile ilgili icraatlarını nasıl değerlendirirsiz?
Şimdi yani ben Erbakan’ı çok iyi tanımadım. Aynı tarihlerde aynı okulda okuyorduk ama çok münasebetimiz olmadı. Demirel’i de az tanırım ama Özal’ı çok yakından tanırım. Sınıf arkadaşım benim. Özal çok akıllı bir insan, çok iyi şeyler yaptığını da biliyorum fakat bence bu bazı şeylere fazla saplantılı olmanın zararları da ortaya çıkıyor daha sonra. Örneğin; yani serbest piyasa ekonomisi tamam, hiç birimizin itirazı yok ama zamanında bunu sırf ideolojik, o serbest piyasa ekonomisine uygun olsun diye bir takım şeyleri yapmak, gerekmediği halde, o esnada olmaması icap ettiği halde onun üstüne gitmek çok yanlış oluyor. Bence bunun örneklerinden birisi dediğim gibi, biraz evvel söylediğim gibi bu Teletaş’ın ikinci kademeden özelleştirilmesidir. Netaş aynı şeyin tüketilmesidir. Tersine Türkiye’de bir örnek bırakılacaktı. Çünkü o tarihe kadar kendi kendine göstermiş işte bunları yakinen bilmiyorlar. Bu yabancı sermaye tabi gerekli de çok fazla buna meraklı olmanız bazı yanlar getirebiliyor. Bir takım şeyleri iyi hesaplamak lazım ve böyle ideolojik saplantılarla işe devam etmemek lazım.
Aselsan içinde benzerinin yapılmaya çalışıldığını duymuştum. Bu Marconi’nin temsilcisi gelmiş, Hacim Bey karşı çıkmış, reddedilmiş, sonradan TSK’dan 5 yıl iş almadıklarını söylemişti.
Rahmetli Hacim çok iyi dayandı orada onu biliyorum. Onun bir desteği vardı, o tarihlerde askerlerin kuvveti inkar edilemez. Arkasında orduyla aynı fikirde olmadığı için bundan yararlanılmış oldu bazen. Bazen böyle şeylerin de faydası olabiliyor demek ki. Bizim öyle bir şansımız yoktu çünkü şöyle oldu, bizim derken Teletaş’ı kastediyorum. Teletaş’ın ilk kuruluşunda Ptt %49 hisseye sahipti. Başka türlü şirket olamıyor çünkü. Öbürkiler de yerli ortaklar tarafından şey edilmişti. Paylaşılmıştı. Şimdi yabancı ortağın alınması yine Özal’ın ısrarı ile olmuştur. Ona bizim biçtiğimiz pay %19′du. Turgut Özal bunun %39′a çıkarılması hususunda ısrar etti çünkü bize doğrudan doğruya karışamasa bile %49′un tamamını kontrol etmek elinde. Devlet o zamanlar değil mi? Ptt’ye ne derse yaptırıyor. Ptt’nin ve diğer ortakların bir takım hisseleri satılmak suretiyle bir yabancı ortaya %39 hisse verildi. Daha sonra Ptt’nin özelleştirilmesi adı altında Ptt’nin hisseleri de özelleştirme idaresine devredildi. O da onların elinde. Ondan sonra tuttu onu da bir yabancı ortağa satınca onların Teletaş’ın içerisindeki hisseleri bilmem %50′nin üstüne çıkar. %63-65′lere çıktı. Buna bizim yapabileceğimiz bir şey yok. Aselsan’ın bu avantajı da var. Aselsan’ın bütün sermayesi, işte Silahlı Kuvvetler Güçlendirme Vakfı’na ait. Devlet’in kontrolünde değil .
Peki Fikret Bey son olarak bizim elektronik sanayindeki geleceğimizi nasıl görüyorsunuz?
Tabi genelde çok parlak görmüyorum. Türkiye’deki bu politika ve sanayi yapısıyla, anlayışla, girişim eksikliği ile doğrusu elektronik sanayinde yakın zamanda bir atılım yapılabileceğini beklemiyorum. Mazide de çok büyük fırsatların kaçırıldığını düşünüyorum. Yanlış demin de söylediğim gibi zaten başlamış olan bir gelişmenin önünü kesecek yanlış davranışlar da olduğunu biliyorum. Türkiye’deki siyasi otoritenin böyle gelişmeleri bazen aklı erip veya ikna olup destekleme kararı alsa bile sürekli bunun arkasında durmadığını, bu karakterde olduğunu biliyorum. Onun için çok umutlu değilim doğrusu. Dediğim gibi bu ama ben ne kadar ileriyi görebilirim bilmem. Bazen çok önemli şeyler olur beklenmedik bir takım hadiseler olur. Çok önemli bir buluş olur o her şeyi değiştirebilir ama şu günkü bizim bütün bu yapı içerisinde oluşmuş yapı taşlarının mevcutiyetiyle önemli bir gelişme beklemiyorum.
Şu anda size göre Türkiye’nin bir teknoloji politikası yok öyle mi ?
Yok. Hiçbir zaman olmadı hala da yok. Yani burada bir Kore, bir İsrail de ki gelişmeleri beklemek mümkün olabilirdi. Bakın mesela Kore dedim, 1960′lı yıllarda zannediyorum, 1963′tür ilk planlı döneme geçiş bizde. 5 yıllık kalkınma planları. O tarihte, aynı tarihlerde Kore de aynı şeyi yapıyor. Güney Kore’den bahsediyorum. İkimizin de kişi başına geliri, hatta bizimki biraz daha iyi kişi başına gelir 80 dolar. Bugün Kore 25.000 dolar, biz 10.000 dolar. Mesela Kore bu işi nasıl yapmış. İki önemli şey var. Üstelik Kore’de böyle bizdekine çok benzer askeri müdahalelerle demokraside kesintiler olmuş ama bazı şeylerde süreklilik sağlanmış. Ne de? Eğitimde. General Park diye bir adam var. İşte sonraki yıllarda iktidarı ele geçiriyor 15 sene falan kalmış iktidarda. Sonra da bir yakın adamı öldürmüş onu. Öyle ortadan kalkmış. Bir eğitim seferberliği yapmış. Türkiye’de bu hiç bir zaman olmadı. Ne ortaöğretimde ne yüksek öğretimde.
Bir eğitim yaklaşımı mı geliştirmiş Kore?
Evet. Şöyle ondan sonra bu eğitim seferberliğine başlamış onu devam ettirmiş. Bir noktada sanayi şekillendirmeye başlamış. Tabi Park’tan sonra da devam etmiş bu. Büyük oynamışlar. Samsung denilen şirket meyve ve balık satan bir şirketmiş, ihraç eden.
60′larda mı oluyor?
Daha evvel, 50′lerde. Samsung işte bugünkü haline gelmiş. Şimdi ne yapmış bunlar. Bir takım şirketleri koruyorlar. Eğer serbest piyasa ekonomisi diyorsanız onun içinde bu da var. Yolsuzluk yapmadan ama. İyi kontrol ederek bunları desteklemek. Türkiye’de bu yapılmamış hiç bir zaman.
Orada bir takım hatalar yapmışız 80′lerden sonra ve önce.
Maalesef. Yani birçok treni kaçırmışız. Yakalanmaz mı? Hiçbir zaman Türkiye’de geç değildir. Dediğim gibi bizim toplumumuzda da bir takım eksiklikler var. Neden bizim şimdi Osmanlı döneminden kalma bir takım alışkanlıklarımız var.
Sanayi Devrimi dışında kalmışız bir kere. O çok büyük bir şey kaybettirmiştir Türkiye’ye bence. Bu girişim eksikliği yani insanlar, Türk insanı ne olmuş ya asker ya memur. Hiç bir zaman bir şey üreteyim, bir şey elimden yapayım. Usta olayım düşüncesi yok. Küçümsenen bir şey ustalık. Siz bilmezsiniz ama benim çocukluğumda Türkiye’de bırakın fabrika bilmem ne, usta bulmak Türk insanın içinde mümkün değildi. Hep gayri müslimlerden, azınlıklardan olurdu bu şeyler. Bu alanda girişim sayısı çok az. Şap diye olmuyor zaman istiyor. Biraz toplumumuzun da bazı şeylere alışması lazım diye düşünüyorum burada. Bu Kore’de varmış, onda da devlet bu tür radikal kararlar alarak, doğru kararlar ile bugüne gelmesine sebep olmuş. Tabi İsrail’inki bambaşka. İsrail zaten çok hazır.
Bir mühendis ülkesi diye biliyorum ben İsrail’i.
Tabi, tabi. Bütün büyük şirketlerin teknoloji şirketlerinin İsrail’de büroları, fabrikaları var ve mesela Intel bir sürü şeyi orada geliştiriyor.
Eprom‘un mucidi. Intel’e, İsrail’de fabrika da kurdurmuş, önemli bir patent kazandırmış.
Biraz evvel bahsettiğim şey ısınma meselesini halledenler, ona çözüm bulanlar İsraillilerdir. Intel batıyormuş, bu yüzden ayakta kalmış. Sadece Intel değil, bütün büyük firmalar orada.
Peki, çok teşekkürler Fikret Bey.
Ben teşekkür ediyorum.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Türkiye’ye bakıyorsunuz, bundan 10 sene öncesine kadar, çok zor ekonomik koşullarda, yüksek bir enflasyonda çok kısa dönemli yatırım hedefleriyle gitmiş bir ülke. Bu yeni alışkanlıklar son 10 sene içerisinde gelişmeye başladı. Bu tabi belli bir kuşağın, bizim kuşağın alışmadığı bir, diğer ülkelerden çok daha az alıştığı bir yeni yapıyla karşılaştığımızı görüyorsunuz. Dolayısıyla gençlerin bu konuda ki şanslarının çok daha fazla olduğunu görüyorsunuz ama dediğim gibi bu ülkeden ülkeye farklılık gösteren yapılar. Türkiye’nin bence şansı var. Evet, çok var ama bunu yalnız yazılım olarak görmek istemiyorum. Artık teknoloji bence hem diğer sektörlerin içerisine daha fazla yerleşen hem de kendi içinde devamlı gelişen ve farklılık göstermeye başlayan bir alan. Yazılım dediğiniz zaten her şeyin içinde var.”
Herhalde 90′lı yılların ortasında, 90′lı yılların ikinci yarısında diyelim, internetin yavaş yavaş tabana yayılmasının başlaması daha sonra akıllı telefonların devreye girmesi bence en önemli değişiklikler. Bir de, bir açıdan E-devlet dediğimiz çalışmaların başlaması. Ben onu da çok önemli olarak kabul ediyorum. Türkiye Bilişim Vakfı’nın, bizim için en önemli çalışmalarından biri, Bilişim Vakfı’nın 11 sene önce, 2002’de başlattığı, E-devlet ödülleri yarışması. Bugün hala devam ediyor ve bunların bu kısa dönemde etkilerini gördükçe insana çok ilginç geliyor. Çünkü bir kariyer hayatının aşağı yukarı yarısını kapsayan bir alana sığıyor bu kadar zaman, yani 25 sene hatta belki bir kariyer hayatı diyelim. Bu dönemde bütün bu değişiklikleri, farklılıkları görmek aslında bayağı etkileyici ama kilometre taşı diye bir şey söylediğiniz zaman benim doğrusu aklıma o şekilde bir şey gelmiyor çünkü birçok yenilik oluyor. Bunların bazıları etkili oluyor, bazıları da geçip gidiyor.
E-Devlet’i biraz açabilir miyiz? Nasıl bir ihtiyaçtan ortaya çıktı? Zaman içinde nasıl gelişti? Nasıl kolaylıklar sağladı?
E-Devletin amacı vatandaşın doğrudan doğruya devlet, bürokratik çalışma, devletle birlikte veya belediye ile yaptığı her türlü bürokratik ilişkilerini düzenlemeye yönelik bir çalışma. Yani devlet dairesine veya belediyeye siz gideceğinize bunu doğrudan doğruya ekranınız kanalıyla halletmek. Hiçbir yere gitmeden yapmaya çalışmak. Temelinde ihtiyaç buradan doğuyor. Bunu biraz da devletin vereceği, belediyelerin vereceği servislerin doğrudan doğruya kullanıcının veya vatandaşın odasına taşınması olarak nitelendirebiliriz. Bunun hem kurumsal ayağı var hem bireysel ayağı var.
Gerekliydi ve bence önemli bir çalışma çünkü gidiyorsunuz, bir zamanlar bizim çok kullandığımız bugün git, yarın gel gibi bir takım kavramları bazı çalışmaları doğrudan doğruya teknolojiye yükleyerek, birkaç günlük rutinleri, 1-2 saate sığdırmaya çalışıyorsunuz ki bunlar bence çok gerekli çalışmalar. Yeteri kadar kullanılıyor mu? Tabi yeteri kadar kullanıldığı konusunda benim çok büyük kuşkum var. Daha fazla kullanılmalı. Burada alışkanlıklar biraz daha öteye gitmeli ama herhalde zaman içerisinde gelecektir. Bu kuşaktan kuşağa daha farklı bir takım davranışlar getirecektir zaman içerisinde.
Gömülü yazılımlar ve sistem yazılımları konusunda Türkiye’nin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin geleceğine nasıl bakıyorsunuz?
Ben burada yalnız Türkiye olarak değerlendirmekten başlamak istemiyorum doğrusu. Bugün bilgi ve iletişim teknolojilerinin genelde tabana yayılması ve çok sermaye ihtiyacı olmaması yani bizim anladığımız klasik anlamda endüstri için gerekli sermayeye ihtiyaç göstermemesi, aslında bizim gelişmiş diye nitelendirdiğimiz ülkelerin de dışına kayan bir çalışmayı getiriyor. Yani yeni girişimcilerin, yeni mühendislerin, pazara atılmak isteyen mühendislerin aslında bütün dünyada fırsatları çok daha iyi değerlendirme imkanı olduğunu gösteriyor.
Sizin rekabet ettiğiniz, daha doğrusu eskiden gelişmiş ülkeler, bizim anladığımız anlamda batı ülkeleri diyelim, daha fazla kendi içlerinde rekabet ederken bugün artık aşağı yukarı küresel düzeye yayılmış durumda. Sizin rakibiniz çok fazla. Burada da siz bunun altyapısını Türkiye olarak ne kadar başarılı hazırlarsanız, girişimcilere ne kadar fazla olanak tanırsanız ve onları desteklerseniz sizin dünya piyasasında şansınız o kadar artacak. Onun için burada ben rekabet koşullarının daha da sıkılaştığını ve çok daha genişlediğini düşünüyorum. Gerek yazılım olsun ki aşağı yukarı, bırakın yalnız bilgi ve iletişim teknolojilerini, bütün endüstrinin dahi içine penetre etmiş bir yapı var.
Özellikle gömülü yazılımlardan bahsettiğiniz zaman, o kadar geniş bir yelpazeden bahsediyorsunuz. Burada herkese yer var ama rekabet de o derece arttığına göre sizin için hedef mükemmel ürüne yakın ürünler geliştirmek. Bunu yalnız Türkiye piyasasında değil, dünya piyasasını hedef alarak çalışmanızı yapmanız ve bu konuda iddialı olmanız gerektiği düşünüyorum. Yani Türkiye’nin şansı var mı? Bence çok büyük bir şansı var ama unutmayalım ki dünyanın kaç türlü ülkesi varsa herkes de sizin rakibiniz ve bu o kadar dinamik bir pazar ki durup dinlemeye kalkıştığınız zaman birden bire rekabet ortamında geri kalabilirsiniz. Bunu kaldırabilecek imkana sahip olmadığımızı düşünüyorum.
Peki size göre bizim model almamız gereken bir ülke var mı?
Çok güzel bir soru bu. Model almamız gereken ülke var mı? Siz bu soruyu bundan 15 sene önce sormuş olsaydınız 3-4 tane ülke özellikle öne çıkıyordu. Hindistan, İrlanda, İsrail gibi ülkeleri öncelikle farklı stratejik yaklaşımlarıyla görebiliyordunuz fakat şimdi bir Kore modeline bakıyorsunuz, bir Japonya’daki farklılıklara bakıyorsunuz, Rusya’ya bakıyorsunuz herkesin kendi modelleri çerçevesinde, kendi yöntemleri çerçevesinde yeni yeni yapılaşmalara gittiklerini görüyorsunuz.
Herkes birbirinden etkileniyor diyelim ama yine de herkesin modeli kendine özgü oluyor. Bu ürünler için de geçerli aslında. Burada gittikçe daha fazla yöresel çalışmaların ağır bastığını, yöresel modellerin ağırlık kazandığını görüyorsunuz ama bu demek değil ki başkalarından izole olarak yapıyorsunuz. Hayır, bu iletişim gittikçe artıyor ama sizin kendinize özgü olan alışkanlıklarınız bu açıdan bence çok önemli.
Türkiye’ye bakıyorsunuz, bundan 10 sene öncesine kadar, çok zor ekonomik koşullarda, yüksek bir enflasyonda bana sorarsanız çok kısa dönemli yatırım hedefleriyle gitmiş bir ülke. Uzun vadeli Ar-Ge’ye ye yatırım gibi yeni alışkanlıklar son 10 sene içerisinde gelişmeye başladı. Bu tabi belli bir kuşağın, bizim kuşağın alışmadığı bir, diğer ülkelerden çok daha az alıştığı bir yeni yapıyla karşılaştığımızı görüyorsunuz. Dolayısıyla gençlerin bu konuda ki şanslarının çok daha fazla olduğunu görüyorsunuz ama dediğim gibi bu ülkeden ülkeye farklılık gösteren yapılar. Türkiye’nin bence şansı var.Evet, çok var ama bunu yalnız yazılım olarak görmek istemiyorum. Artık teknoloji bence hem diğer sektörlerin içerisine daha fazla yerleşen hem de kendi içinde devamlı gelişen ve farklılık göstermeye başlayan bir alan. Yazılım dediğiniz zaten her şeyin içinde var.
Yazılımla alakalı olarak bankacılık konuşuluyor. Siz geçmişten bu yana yazılımın bankacılığa neler kattığını düşünüyorsunuz?
Bankacılık tabi çok özel bir alan. Bankacılıkta yazılıma bakacak olursanız, mesela bir kilometre taşı dediniz demin. Bence bizim 2001-02 yılında yaşadığımız ekonomik krizin bu konuda, özellikle bankacılıkta önemli bir dönem olduğunu düşünüyorum. Bankacılık sektörü kendini yeniledi. Ama ben bundan sonra asıl karışıklığın farklı alanların birbirinin içerisine kaymasında (Convergence) yaşanacağına görüyorum. Bankacılıkla iletişimin, iletişimle diğer sektörlerin iç içe girmesinin, mesela internet bankacılığına artık akıllı telefonlardan veya mobil bankacılıktan ayırt edemiyorsunuz. Bundan 10 sene önce böyle alışkanlıklar, böyle çalışmalar hiç yoktu. Çok daha farklı boyutlara geldi. Dolayısıyla burada hatların zaman içerisinde daha fazla karışacağına inanıyorum.
Şimdi mobil cüzdan uygulamaları gelecek. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Yaygınlaşacak mı?
Bence yaygınlaşacak tabi ama nasıl yaygınlaşacak? Onun için hiçbir şey diyemiyorum. Bu alanda, sektörlerde çok büyük oyuncular var. Zaman zaman büyük oyuncular, bir ürün çıkarıyorlar, devreye koyuyorlar bütün alışkanlıkları allak bullak edebiliyorlar ama aynı şekilde geliyor, başka bir yenilik getiriyor. Onun da hiç tutmadığını görüyorsunuz. Ben kaba olarak baktığınız zaman tabi ki bu gibi kavramların hepsinin gelişeceğini düşünüyorum.
Peki, bilişimde, genel olarak oluşan bu Network’ü, iklimi doğru buluyor musunuz? Vakıflar, üniversiteler, sektör ve onun içindeki etkileşim, birlik, alışveriş şu anda size göre ne seviyede? Mesela bazı şikayetleri var; yeterli yazılım mühendisinin çıkmadığı, çıkanların çok dağıldığı gibi şeyler…
Bakın, ben böyle bir şey konuştuğumuz zaman yine yalnızca Türkiye örneğinden hareket etmek istemiyorum. Ben doğru veya yanlış diye de veya eksik veya yanlış diye de nitelendirmek istemiyorum ama şu bir gerçek ki artık kimse eski alışkanlıkları, eski modelleri örnek alarak yeni bir şey yapamıyor.
Gittikçe de bu sektörlerde iletişim teknolojilerinin dominant olduğunu görüyorsunuz. Gittikçe ağır bastığını görüyorsunuz ve gittikçe alışkanlıkları çabuk değiştirdiğini görüyorsunuz.
Bence burada önemli olan bu dinamik ortamların gelişmesi. Bu dinamik ortamlar içerisinde bu kurumlar biraz daha piyasa olarak demek istemiyorum, her türlü rekabetin birazcık da vahşi koşulları içinde birbiriyle zaman zaman birlikte çalışıp, birbiriyle rekabet edip, gücünü kazanması, güçlerini birleştirmesi, iş birliğine gitmesi, zaman zaman rekabete gitmesi yöntemiyle olabileceğini düşünüyorum.
Burada en önemli olan konunun da yani bence mevcut yapıyla kimsenin kendisini yeterli görmeyip, mümkün olduğu kadar dalganın önünde gitmeye çalışmasını, beklentilerini yüksek tutması gerektiğini ve kendi dili çerçevesinde, kendi amaçları çerçevesinde bu mücadeleyi yapması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de güçlü bir devlet var. Birbirleri ile rekabet eden büyük şirketler var, küçük şirketler var, merdiven arası şirketler var. Bir sürü de konuyla ilgili dernek var. Bu tabi size belli bir şeffaflık getiriyor mu? Hayır, ama ne yapabiliriz ki, koşullar bunlar. Bunu da yalnız biz değil hiçbir yer yaşamıyor artık. Alışmamız lazım.
Bir nevi biz de dünyanın yönünde gidiyoruz. Farklı değiliz öyle midi?
Tabi. Evet.
Fatih Projesi hakkında da görüşlerinizi almak istiyorum.
Bu çok zor bir soru Fatih Projesi bugün, şu anda kendi çalkantılarını yaşıyor. Başarılı olacak mı, olmayacak mı belli bile değil. Biraz daha genel olarak sorabilirseniz tercih ederim. Oradan Fatih Projesine geçebiliriz. Yani eğitimdeki teknolojik gelişmelerden yola çıkacak olursak belki…
Deminki soruyla da bağlantılı olarak değerlendirebiliriz. Hem size genel Türkiye’de ki bilişim iklimini sormuştum dolayısıyla geleceğe de bir yatırım yapılıyor. Dolayısıyla sektöre yeni mühendisler yetişiyor bir yandan da bilişimin daha yaş olarak tabana yayılması amaçlanıyor. Bu anlamda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi, bizim konuşmanın başından beri üzerinde durmaya çalıştığımız konu alışkanlıkların değişmesi. Bizim en temel bildiğimiz birçok alışkanlığın, davranışın yıllar boyunca, zaman zaman çok hızlı, zaman zamanda çok yavaş olarak değiştiğini görüyoruz ve burada bunun sonucunda birçok alanında etkilendiğini görüyoruz. Diyelim eğlence sektörünün ilk önce çarpıldığını gördük. Ticaretin, internet üzerine kaydığını yaşadık. Müzik endüstrisi ve sinema endüstrisini ben eğlence olarak nitelendiriyorum. İlk önce etkilenen bu alanlar oldu.Medya endüstrisinin ne kadar etkilendiğini görüyoruz. Şimdi bakıyorsunuz aslında eğitim alanında teknolojinin kullanılabilirliği size çok büyük farklılıkların getirilebileceğini görebiliyorsunuz. İçgüdüsel olarak görebiliyorsunuz.
Teknolojinin tabi ki eğitim sektörüne de etkisini görmeye başladık. Yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada görüyorsunuz. Yüksekokul eğitimden, ilkokul hatta yuvaya kadar giden bir etki alanı var.
Özellikle ilköğretim alanında veya lise alanında da Türkiye kendine Fatih Projesi çerçevesinde bir çözüm bulmaya başladı fakat bizim öncelikle başladığımız alan, bu konuda tabi tablet ve akıllı tahta konusundan hareket etmek oldu.
Bence bu yeterli değil. Hedefin hangi teknolojiyi kullanmaktan ziyade başlaması gereken noktanın “Biz nasıl bir insan görmek istiyoruz?” noktasından yola çıkıp bunu bugünkü olanaklarla veya gelecek olanaklarıyla nasıl gerçekleştirebilirizi ikinci soru olarak görmemizden geçtiğini düşünüyorum. Teknoloji çünkü neticede büyük bir çoğunluğu, para verirsiniz, alırsınız. Yani spesifikasyonları belirlersiniz, alırsınız ama birincisi, o teknolojinin geçerli olduğu süre nedir? Bu konuda cevaplarda eksiklik kalacağını düşünüyorum. İkincisi hakikaten farklı ve yeni bir yapı çıktığı zaman buna nasıl adapte olabiliriz sorusunu da birlikte getireceğini düşünüyorum. Onun için tepeden hareket ederek en büyük, en önemli amacı belirleyerek oradan aşağı inmenin doğru olduğunu düşünüyorum. Ben hükümete düşen temel görevin de bu olduğuna inanıyorum. Bugün tablet olur, yarın telefon olur, öbür gün anten olur ne bileyim ben. Kafanıza takacağınız bir anten olur. Beyine yerleştirilen bir çip olur. Bütün bunlar olur. Gözlük olur. Bir sürü şey olabilir. Onun için ben, teknolojinin kendisinden başlanmasını açıkçası ben çok doğru olmadığını düşünüyorum.
Bir hedef mi belirlenmeli?
Evet, evet.
Aslında benimde gördüğüm, bu belgesel boyunca yaptığım araştırmalarda hani hedef belirleme diyorsunuz ya, genelde tasarrufa yönelik bir teknoloji politikası olmuş. Yani yerli katkı payını artıralım. Bazı mühendisliklerden, tasarımlardan tasarruf edelim. Artık Türkiye bir inovasyon, bir buluşçuluk, dünyada ne yok, ben neyi yapayım da bu globale yayılsın gibi bir düşünce tarzına geçmek üzere mi? Siz bunu gözlemliyor musunuz yoksa…
Modeliniz başarılı olursa niye olmasın. Yani bu model başarılı olursa niye olmasın ama bu model bugünden yarına başarılı olmaz, bir. İkincisi, model, teknolojinin kendisi değil. Yani o artık daha detay olarak çizilmesi gereken konulardan birisi.
Biz yeni bir eğitim modeli belirlediğimiz zaman eğer bu ile Fatih Projesi kapsamında yaklaşıyorsak, burada bizim temel hedefimiz nedir? Teknoloji üretmek mi? İnsan yetiştirmek mi? Teknolojiyi en iyi şartlarda sunmak mı? Nedir? Bu sorunun ben yeterli derecede sorulduğu konusunda ve cevaptan ziyade sorunun kendisinde bir takım eksiklikler görüyorum. Keşke tabi ki teknolojiyi biz yaratsak. Çok güzel bir şey çok da doğru bir şey. Birçok alanda bize fayda getirecek bir şey ama Fatih Projesi’nin amacı insan yetiştirmek ise, eğitimde farklılık getirmekse o zaman bu ikinci planda kalacak bir soru. Bu daha sonradan bir politika olarak benimsenebilir. Fatih Projesi stratejisi çerçevesinde bir politika olarak benimsenebilir. Doğrudur da. Yapılması gerekli ama eğitimin temel hedefi değildir. Eğitimin temel hedefi eğitimdir. Eğer Fatih Projesi’ni biz teknolojiyi geliştirmek olarak görüyorsak o zaman eğitimi Fatih Projesi içerisinde düşünmemiz lazım. O daha global bir konu, daha farklı bir konu. Bu ayrışmanın yeteri kadar yapıldığı konusunda ben açıkçası emin değilim.
Size sorduğum Türkiye ile ilgili sorularda dünya geneline bakarak, global bazda cevap vermek istediğinizden yola çıkarak, teknoloji konusunda, bilişim, elektronik konusunda bir şeyler yapmak isteyenler artık dünyayı hedef alarak mı bir şey yapmalı?
Bu soruya, bakın bugün en büyük, koca koca şirketler dahi cevap vermekte çok zorlanıyor. Yani kendi ülkesinden dışarı çıkmaya başlayan veya multi nasyonel olarak kabul ettiğimiz veya uluslararası olarak nitelendirdiğimiz şirketler, yöresel pazarlara girdikleri zaman, daha farklı pazarlara girdikleri zaman zorlanmaya başlıyorlar. Yani eskisi gibi sorgusuz sualsiz uluslararası şirketlerin ürünlerini kabul etmek diye bir alışkanlık bitti. Yani bir yandan tüketici alışkanlıkları yine bizim anlamadığımız şekilde, daha doğrusu yeteri kadar irdeleyemediğimiz şekilde hem globalleşiyor, küreselleşiyor, öbür yandan da yöresel yapılarında kendi farklılıklarını ortaya koyduğunu görmeye başlıyorsunuz. Ama bir gerçek de var ki sizin yalnız kendi içinize satmaya, vermeye kalkıştığınız servisler bugün için artık sizi yeteri kadar duymayacak. Piyasalar küçük kalmaya başladı. Onun için standartları mümkün olduğu kadar yüksek tutup, ülkenin biraz da dışına taşacak şekilde nitelendirip bu şekilde görmek gerektiğini düşünüyorum.
Burada Türkiye’nin ben kendine biçtiği standartların zaman zaman çok düşük, hedefin
ise çok yüksek olması gerektiğine inanıyorum ve bunu da gerçekleştirebilecek bir altyapı olduğunu, yani insan olarak altyapı olduğunu düşünüyorum. Ama işte bu birliktelik yine devlet, özel sektör, sivil toplum alışkanlıklarının bu yöndeki seferberliğinin zaman zaman aksadığına inanıyorum.
Kişisel bilgisayar ve internetin ülkeye girmesi, ADSL’e geçişimiz ve geniş bant internete geçişimiz. Bunların etkileri ile ilgili yorumlarınızı ve son görüşlerinizi alabilir miyiz?
Bunların hepsi aslında, yani düşünsenize 25 sene en fazla 30 sene içerisinde gerçekleşen alışkanlıklar ve üçüne biçtiğiniz zaman dilimi ise yani yaygınlaşmasının zaman dilimleri ise gittikçe daha kısaldığını gösteriyor. Kişisel bilgisayarın, gerçekten kişisel bilgisayar olarak tabana yayılması belki bir 10 sene aldı. İnterneti 5 sene de gördük. Belki ADSL’i de herhalde o da bir, en fazla 5 sene sürmüştür ama bundan sonra 4G’de dahil olmak üzere artık bunların yaygınlaşmasının ben tahmin ediyorum, nerede kaldı? Biz bunu kullanacağız artık. Kullanım beklentisinin, kullanılmaya başlanmasının da önüne geçtiğini düşünüyorum. Anlatabiliyor muyum? Yani geniş bant dediniz. Artık isteniyor bunlar ve herkes istiyor gelmesi gerektiğini. Yani bize özgü bir şey olduğunu düşünmüyorum. Yani kullanıma devreye girmesi belki eskiden zaman alıyordu şimdi bunlar anlık meseleler.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
“Ar-Ge işini, araştırma ve geliştirme işini firmamız içinde yaptığımız için yurt dışındaki çok uluslu firmalar bize gelmeye başladılar. Onlar için, onların markalarıyla ürün üretmemizi istediler. Araştırma ve geliştirmeyi elinizde tutunca, Know-How’ı elinizde tutunca tabi bunları yapmak çok kolay oluyor. Nitekim şimdi birkaç çok uluslu şirkete kendi markalarıyla bizim ürünlerimizin benzerlerini üretiyoruz. Trajikomik olan kısmıysa, aynı ürün bizim firmamızda var, her yerde satılıyor ama öteki ürün üzerinde bir başka Avrupa firmasının markası olduğu için onlar bu ürünleri çok kolaylıkla %50, %60 bazen %100 fiyat farkıyla satabiliyorlar.
Bu da işin ayrı bir komedi kısmı ama bunu kenara bırakırsak Türkiye’nin, Avrupa’daki firmalara böylesine kafa tutması, ürünlerimizin önemli bir kısmını, elektroniğin beşiği olan diyelim, ucuz elektroniğin beşiği olan Çin, Tayvan, Tayland gibi ülkelere çok yoğun satmamız, çok hoşumuza gidiyor.
Bundan gerçekten çok gurur duyuyoruz.”
Entes için önemli kilometre taşları nelerdir dersek?
2000′li yılların başında Entes önemli bir şey fark etti. Ürünler üretiyoruz. Yurt dışına satmaya çalışıyoruz. İşte, yurt dışı fuarlarına gidiyoruz. Yurt dışı fuarlarına gittikçe baktık ki standartlar denilen bir takım şeyler var. Öyle sadece ürünleri yaptım, çok iyi, çok güzel bir ürün yaptım, demek yetmiyor. Bunu standartlarla belgelemek lazım. Aslında Entes’in doğru şirket olmaya, iyi şirket olmaya başladığı zamandır. Standartlara başvurduk. Türk Standartlar Enstitüsü ile çalıştık ama Türk Standartlar Enstitüsü, kabul edilmiş, Motified Body değil. Nasıl diyelim Motified Body için? Yurt dışı standartlar ofisi tarafından kabul edilmiş bir kurum değil. Onun üzerine TÜV benzeri şirketlere başvurduk. O şirketlere başvurduğumuz zaman baktık ki bizim mükemmel zannettiğimiz ürünler mükemmel değilmiş. O zaman onların istedikleri değişiklikleri ürünlere yansıtmaya başladık. Sonra bunu bir şirket geleneği haline getirdik. Bundan sonra yapılan her ürün onlara uymaya başladı. İşte eşik o oldu aslında. Bu eşikten sonra çok fazla ülkeye satmaya başladık. Bu dönüşüm ENTES için önemli bir kilometre taşı diyebiliriz.
Entes’in üretiminde ciddi payı olan kompanzasyon cihazları ne işe yarar?
Enerji gittikçe pahalılaşmaya başladı. Enerji pahalılaşmaya başladıkça bizim cihazlarımız daha çok kullanılıyor. Kompanzasyon denilen bir olgu var.
Kompanzasyon denilen cihazlar var. Bunlar ne demek? Aynı arabalarda olduğu gibi depoyu dolduruyoruz ama deponun yarısını motorda sıcaklık olarak kaybediyoruz. Biz enerji verimliliğini 1’e kadar çekiyoruz. 1 demek enerjinin tam verimlilikle kullanılması demek. İşte ürettiğimiz cihazlar aslında bunları yapıyorlar. Bu önemli bir konu.
Ar-Ge işini, araştırma ve geliştirme işini firmamız içinde yaptığımız için yurt dışındaki çok uluslu firmalar bize gelmeye başladılar. Onlar için, onların markalarıyla ürün üretmemizi istediler. Araştırma ve geliştirmeyi elinizde tutunca, Know-How’ı elinizde tutunca tabi bunları yapmak çok daha kolay oluyor. Nitekim şimdi birkaç çok uluslu şirkete kendi markalarıyla bizim ürünlerimizin benzerlerini üretiyoruz. Trajikomik olan kısmıysa, aynı ürün bizim firmamızda var, her yerde satılıyor ama öteki ürün üzerinde bir başka Avrupa firmasının markası olduğu için onlar bu ürünleri çok kolaylıkla %50, %60 bazen %100 fiyat farkıyla satabiliyorlar.Bu da işin ayrı bir komedi kısmı ama bunu kenara bırakırsak Türkiye’nin, Avrupa’daki firmalara böylesine kafa tutması, ürünlerimizin önemli bir kısmını, elektroniğin beşiği olan diyelim, ucuz elektroniğin beşiği olan Çin, Tayvan, Tayland gibi ülkelere çok yoğun satmamız, çok hoşumuza gidiyor.
Bundan gerçekten çok gurur duyuyoruz.
2000′li yıllara yaklaşırken Almanya’da bir fuarda… Şimdi hemen hemen dünyada en çok ürünü yaptığımız bir ürünümüz var. En iyi iddialı olduğumuz ürünümüz var. Bu ürünü o zaman yapmıyorduk. O firmaya dedik ki gel bu ürünü Türkiye’de senin adına yapalım. Hem kendi markamızı koyalım hem sana verelim. O da dedi ki siz bunu yapamazsınız. Bu bizim çok ağırımıza gitti. Birkaç sene içerisinde çok uğraştık, o ürünü yaptık. O ürün şimdi çok basit bir ürün oldu ama o zaman önemli bir üründü. Şimdi o firma artık yok. Kalmadı, ama biz hala birçok çok uluslu şirkete o ürünü, onların markalarıyla yapıyoruz ve satıyoruz.
Bu bahsettiğimiz ürün şebeke, Network analizörü. Biz elektrik sistemlerindeki bütün parametreleri, bütün büyüklükleri, akım, gerilim vs. 160 küsür tane büyüklüğü bu cihazla ölçüyoruz. Bu bizim en önemli, en parlak cihazımız olan devre analizörü. Bu analizörle sayesinde aslında hem teknolojik olarak hem de dünya markaları arasında oldukça önemli bir yer edindik.
Az önce bahsettiğim kompanzasyon konusunda da önemli bir şey söylemek istiyorum. Yaptığımız kompanzasyon rölesi yani bu sistemi idare eden elektronik sistemde dünyada en çok üretim yapan firma biziz. Bizim firmamız. Bu da bizim çok hoşumuza giden bir konu.
Enerji sektörü ile gelecekteki planlarınızı anlatır mısınız?
Enerji fevkalade önemli. Elektrik kesildiği anı bir düşünelim. Bütün hayatımız sönüyor ya da cep telefonu 5 dakika çalışmıyor hay Allah, diyoruz, ne olacak şimdi?
Sanki eskiden varmış gibi. Bütün bunların hepsi enerjiyle çok yakından ilgili. Çözümün, güneş enerjisinde olacağını düşünüyorum.
Petrol ve gaz hala çok kullanılan enerjilerden ama çok yakında bitmek üzere. Rüzgar enerjisinin ise kapasitesi belli ama güneş enerjisi fevkalade önemli olacak.
Firmamızın da bu konuda yaptığı, işin bize düşen kısmıyla ilgili çalışmaları oldukça yoğun. Güneş enerjisinde, güneş pillerinde enerjiyi topluyoruz, ondan sonra akülere aktarıyoruz. İşte bundan sonra bizim işimiz başlıyor. Bu akülere, bizim doğru akım dediğimiz enerjiyi depoladıktan sonra bunu tekrar sanayinin kullanabileceği, evlerimizde kullanabileceğimiz hale çevirmemiz lazım. İşte burada çeviriciler (Inverter’lar) dediğimiz cihazlar üzerinde çalışıyoruz.
Enerjinin özellikle evlerde, apartmanlarda üretilmesi tamamıyla verimlilik ile ilgili. Şu anda Almanya’da çok yoğun kullanılıyor. Verimden şunu kastediyorum, bu güneş enerjisini alıyoruz, depoluyoruz. Ondan sonra işte bunu tekrar kullanabileceğimiz elektrik enerjisi haline getiriyoruz. Burada verim %10′lar civarında yani 100 birimlik bir harcama yapıyoruz. Ancak bunun 10′unu kullanabiliyoruz. Bu benzinde %50. Araçları kastediyorum. Bu %10 arttıkça, güneş enerjisi kullanımı artacak. Almanya’daki evlerin çoğunda güneş pilleri var. İşte bunlar enerji üretiyorlar ve bunları şebekeye veriyorlar. Sisteme veriyorlar. Alman hükümeti de böyle bir yatırım yaptığınız zaman size çok ciddi para veriyor ama burada kazanç konusu değil. Hükümet güneş enerjisi kullanımını desteklemek için, doğal enerji kullanımını desteklemek için böyle bir yatırımda bulunuyor. Dolayısıyla bu enerjinin, enerji üretiminin iyice herkese dağılması ancak verimin artmasıyla olacak. Bu verimin artması lazım. Bu konuda tabi dünya devleri çok ciddi şekilde çalışıyor ve her gün %0.5, %1 gibi haberler alıyoruz. Bu verimin artıp, artmaması bizi çok ilgilendirmiyor. Aslında biz dönüştürücü (Çeviriciler) kısmındayız. Bir aküde toplanan enerjiyi, bir motorun kullanacağı şekle çevirmemiz lazım.
Evde elektrik üretimiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Özellikle Avrupa’da olan uygulama şu, evlerinize güneş paneli kuruyorsunuz ve gün boyunca güneş varken elektrik üretiyorsunuz. Bu elektriği de 2 yönlü sayaçlar üzerinden sisteme, devlete satıyorsunuz ama akşam güneş gidince bu sefer devlet size enerji vermeye başlıyor. Orada bir sayaç var. Bakıyor, akşam ne kadar elektrik tüketmiş ev. Gündüzleri ne kadar elektrik vermiş? Aradaki farkı oradaki vatandaş ödüyor ama böyle bir sistem kurarsanız Avrupalı firma, Avrupa ülkeleri, son kullanıcıya ciddi şekilde geri ödeme yapıyor. O nedenle herkes bunu kurmak istiyor ya da kurmak akıllıca oluyor. Bizim ülkemizde henüz geri ödeme miktarı çok az. Eğer böyle bir yatırım yaparsanız, yaklaşık konuşuyorum, Türkiye’de bunu geri almanız 10 yılın üzerinde. Oysa Avrupa’da bu çok daha kısa sürelerde. Geri alıyorsunuz çünkü aslında enerji satıyorsunuz. Küçük de olsa enerji satıyorsunuz. Küçük küçük enerjiler birleşince sonunda tabi Megawatt’lara çıkıyor. Petrol ve gaz kullanacağımıza güneş enerjisini kullanmış oluyoruz.
Entes’in üniversiteler ile iş birliği var mı?
Evet, Entes’te özellikle, İstanbul Teknik Üniversitesi ile çok iç içe çalışıyoruz.
Çeşitli projelerde bilgisine başvurduğumuz ve resmi olarak üniversiteye bir ödeme yaparak burada çalışmasına imkan tanınan bir hocamız var. O hocamız belirli günlerde buraya geliyor ve bizim Ar-Ge’deki mühendis arkadaşlarımıza ihtiyaçları olan, özellikle matematik ile ilgili formüllerle ilgili bütün desteği sağlıyor.
Elektronik aslında yazılım demek, matematik demektir. Biz her ne kadar adına elektronik mühendisi, yazılım mühendisi, bilgisayar mühendisi diyorsak da aslında bunların hepsi matematik mühendisidir. Aslında matematik yapıyoruz. Az önce anlattığım, analizörlerimiz sisteme bağlandığı zaman ona 6 tane tel giriyor. Bu 6 tane telin içerisinde 4 tane parametre var ama biz bu bilgileri alıp birçok matematiksel seriden geçirdikten sonra bunlardan 164 tane bilgi alıyoruz. Bunları yorumlayarak enerji tasarrufu yapıyoruz. İşte bunlar hep matematik ile oluyor. Yani elektronik aslında matematik. Matematik dediğiniz zaman da matematikteki gelişmeleri iyi takip eden, yeni açılımları iyi takip eden beyinlere ihtiyacınız var. Onlar da üniversitede mevcut. Bu şekilde kendimizi ve Ar-Ge’mizi güncel tutuyoruz.
Elektronik sektörünün önemi nedir sizce?
Turgut Özal, bu konulara çok hakim bir Başbakan’dı. Elektronik sektörünün önemini iyi kavramıştı ancak onun ölümünden sonra gelen Başbakanlar bütün ısrarlarımıza rağmen elektronik sektörünü yalnızca ihracat rakamlarındaki yüzdelere bakarak değerlendirdiler. Oysa elektronik her şeyin içinde yoğun olarak var. Bir Makine, kocaman bir Press yapıyorsunuz. Birçok ülkeye satıyorsunuz. O ihracat rakamlarında makine satışı gibi gözüküyor ama onun aslında içindeki fonksiyonların tamamı elektronik devreler tarafından yapılıyor. İkincisi, yine vaktiyle özellikle 90′lı yılların ortalarında Elektronik Sanayicileri Derneği, hükümet üzerinde yoğun baskı kurup, Türkiye’yi yazılım ülkesi haline getirmeye çalışmak için onlardan yardım istedik. Çünkü yazılım az önce de söylediğim gibi çok kolay. Yazılım, matematik. Bir buzdolabı kurmak için dönüm dönüm yere ihtiyacınız var. Birçok makineye ihtiyacınız var ama eğer bir yazılım devi haline gelmek istiyorsanız ihtiyacınız olan 100 tane masa 100 matematikçi, 100 tane de bilgisayar. Eğer o zamanlar Elektronik Sanayicileri Derneği önerisi dikkate alınıp teşvik sağlansaydı, Türkiye bugün şimdi, Hindistan’ın olduğu gibi bir yazılım cenneti olabilirdi.
Her şeye rağmen, yazılım ve elektronik açısından bugün Türkiye’nin geldiği yer, bütün bu engellemelere rağmen fevkalade iyi. Hem teknolojiyi yakından takip ediyoruz, hem Ar-Ge yapan çok şirketimiz var. Daha da büyük firmalar var Ar-Ge yapan. Sonuç olarak gelinen yer iyi.
Peki son olarak Türkiye’nin geleceği hakkında neler söyleyeceksiniz?
Türkiye her şeye rağmen, herkese rağmen gayet güzel ve iyi adımlarla ilerliyor ama unutmayalım ki emeklemeden yürümek, yürümeden koşmak olmaz. Biz önce emekleyeceğiz, sonra yürüyeceğiz, sonra koşacağız.. Türkiye her şeye rağmen güzel gidiyor. Demek ki Mustafa Kemal temeli iyi atmış. Kimse yıkamıyor.
Çok teşekkür ediyoruz.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15
Devir o kadar değişiyor ki mesela, 70’li yıllarda genç, yetişmiş bir elektronik mühendisi oturur kendisi amplifikatör yapardı. Ve onunla mesela müzik dinlemek büyük bir zevkti. Bugün amplifikatör yapmak bitti. Hazır, tüm devre olarak alıyorsunuz, işte bu amplifikatör diye veriyorlar size. Hani onu yeniden tasarlayıp, o zevki tatma bile kalktı.
Türkiye’ye bilgisayar ilk olarak ne zaman giriyor?
63’te yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye’ye gelen ilk bilgisayar İTÜ’ye geliyor. Yani İTÜ kiralıyor, satın alma yok o günlerde. Ama ondan evvel bir tane var. Ama o, yazılım kullanan bir bilgisayar değil. Marshall yardımıyla beraber ilk bilgisayar geliyor. O bilgisayar da bayağı kablolarla programlanabilen bir makine. O makineyi kullanmış bir hocamız var, İzmir’de. Ama programlanabilir ilk bilgisayar İstanbul Teknik Üniversite’sinde 1963 yılında alınmış. Benim şansım var, Teknik Üniversite giriş sınavına girdiğim zaman, oturduğum sıranın hemen sol tarafındaydı bilgisayar. Böyle bir ilginç anım var.
Ben 65’te İTÜ’ye girdim. Bilgisayarla ilk tanışmamın hikayesi de ilginç. Onu da anlatayım size; 68-69 olabilir, okulun duvarlarını, Gümüşsuyu’nda ilan gördük Fortran iki programlama kursu var Taşkışla’da. Biz, yanlış hatırlamıyorsam üç arkadaş merak ettik ve gittik. Para falan istemiyorlar. Sınıf kalabalık ama böyle herhalde iki yüz kişiye yakın kalabalık var, dersi anlatan da Ataç Hocamız. Kayan noktalı sayıları, kaymayan noktalı sayıları anlatıyor. İlk bir hafta iki hafta hınca hınç dolu. Ondan sonra giderek azaldı, biz üç kişi kaldık. Hatta dediler ki, “Kursu iptal ettik, siz gelin makinenin başında oynayın.” İlk tanışıklığımız o zaman. O günkü makineyi söylemek lazım o günkü insanlara, kiralık günlüğü bin Dolar mertebesine yakın kiralar ödenen bir makine. Makineyi kiralayan firmanın mühendisi bizzat her gün geliyor, orada bulunuyor. Yani adamın işi o, makineye sahip çıkmak. Makinenin kapasitesi yaklaşık 40K belleği var, 1MB disk kapasitesi var, tek kullanıcı kullanabiliyor. Delikli kartlarla, delikli kartlardan örnek, tesadüf burada duruyor: Bunları delmek için özel makineler var. Takır tukur bunları deliyorsun. Program giriyorsun, belli bir süre sonra cevap veriyor. Diyor ki sentaks hatanız var, bir virgülü unutmuşsunuz. Hadi tekrar karttan düzenlenecek, tekrar girilecek. Şimdi o tabi bizde bir merak uyandırdı. Programlamayı öğrendik. O gün için bayağı bir meziyet sayılıyordu programlama bilmek. Bana çok şey kattı.
Mezun olma sırasında, bizim zamanımızda diploma çalışması diye bir çalışma yapılıyor. Yani bugünkü yüksek lisans tezi karşılığı. Ben de o günlerde analog bilgisayar denilen, ama bugün olmayan bir bilgisayar yapmayı hedefledim. Ve aşağı yukarı bir buçuk yıl çalıştım ve bilgisayarı yaptık. Şimdi o bilgisayarın ilginç bir şeyi var, yıllarca laboratuvarı kullanıldı. Yani bayağı işe yaradı.
Analog bilgisayarda böyle program yazma yok. Onda da böyle fişlerle daha çok diferansiyel denklemler kurabiliyorsun ve anında sonuç veriyor. Çok da işe yaradı zamanında. Bir şekilde onu basın duydu. Şimdi tam hatırlayamıyorum sene 70-71 herhalde. O günkü Milliyet gazetesinden geldiler, anlattık. İşte 24 işlemcisi var, şu yeteneği var, bu yeteneği var falan filan. Sevdiğim bir gazetecidir, onu 24 işlemi aynı anda yapabilen bilgisayar diye, bir yarım sayfa haber olarak yayınladı. İlginçtir, o makine hala duruyor, kullanılmıyor ama hatıra olarak duruyor. Türkiye bilişim tarihinde diyelim, Türkiye’de yapılmış ilk bilgisayar olarak tescillendi.
Öyle bir anım var. Daha sonra zaman şöyle değişiyor; bahsettiğim bilgisayar bir süre sonra daha üst modelle değiştirildi İTÜ’de. Diğer okullar da tabi bu arada bilgisayar aldılar. Aşağı yukarı bu 85’e kadar her üniversitenin büyük boy bilgisayar kullanma geleneği devam etti. 85’te dünya genelinde bir kırılma oldu biliyorsunuz. Önce ev bilgisayarı, ofis bilgisayarı gibi değişik isimlerle her firma bilgisayar çıkardı. O devir 86’da bir yerde IBM’in devreye girmesiyle, IBM PC devriyle bir noktaya ulaştı. Biz İTÜ’de 86’da yanlış hatırlamıyorsam, ilk ciddi alımı yaptık. O zamana göre 80-100, ikinci sene 200-300 tane PC alıp okula dağıttık. Bir süre sonra gördük ki öğrenciler de hocalar da artık büyük makine kullanmaya gitmiyorlar, niyetleri yok. Herkes kendi odasında, kendi makinesinde çalışmaya başladı. Ama dünyadaki genel gidişat da böyle. Bir süre sonra artık o ana bilgisayar dediğimiz bilgisayarların devri kapandı.
Şimdi aradan 40 yıl geçince bilgisayarın Türkiye’deki seyri aşağı yukarı dünya ile birebir aynı. İşte kiralık, bugüne göre ilkel sayılabilecek makinelerden, bugün herkesin çantasında taşıdığı günlük hayatta kullandığı bilgisayarlar devrine kadar geldik. Bu 40 yıl içinde gördüğüm ilginç olaylardan bir tanesi ilk masaüstü bilgisayar. Ona dizüstü diyemiyoruz, masaüstü böyle iki bavul büyüklüğünde bir bilgisayar. Bize de getirdiler, gösterdiler. Baya böyle gözümüz ışıldayarak baktık demek bilgisayar bu kadar olabiliyor diye. Ama şimdi bugünü düşünün kıyaslanacak gibi değil. O bilgisayarlar artık müzelik…
Peki hocam siz bir bilgisayar oluşturdunuz. Bunun için sonrasında mesela şirketleştirmek, markalaştırmak gibi bir şey düşünmediniz mi? O dönem yani buna bakış açısı nasıldı?
Şimdi işi ticarileştirmek başka, mühendis olarak veya teknolojik olarak yapmak başka. Şöyle diyeyim, ben yapmış olsaydım ne olurdu, diye düşünmeyelim. O gün yani 60’lı, 70’li yıllarda dünyada çok sayıda bilgisayar firması vardı. Yani büyük boy bilgisayar yapan, hatta büyük boy bilgisayar yapan firmalara rakip olan, şimdi isimlerini söylemekte mahsur yok. DEC diye bir firma vardı, IBM’in en büyük rakibiydi. İyi bir strateji takip edemedikleri için battılar. Yani en iyisini yapabilirsiniz ama pazarlayabilmek, onu ticarileştirmek farklı bir olay.
Yani bazı şeyleri yapabiliyorsunuz. Yaptığımız şeylerin, mesela bir tanesi çok övünerek anlattığım şeylerden bir tanesi, Tofaş’ta bir klasik tezgah. Kopya Freze tezgahı derler, devasa bir şey. Yatay eksende beş buçuk metre, düşey eksende dört metre, z ekseninde de iki metre giden, devasa bir tezgah. Bu arabanın gövdesini oluşturan kalıpları yapıyor. Bunun bir problemi vardı. Bu problemi çözmek için çağırdılar beni. Titreşim problemi varmış. Çok ayrıntıya girmeyeyim. En sonda da ben bu probleminizi bir tek yolla çözebilirim. Bunu bilgisayarla çalıştırır hale getirirsem çözerim. O günkü fabrika müdürü çok ileri görüşlü; yapın, dedi. Masrafların hepsini karşılayacağım, dedi. Burada çarpıcı bir olay söyleyeyim; bu projeyle ilgili uğraştığım yıllar 80-81 yılları yine, bugünkü anlamda PC falan yok piyasada. Bilgisayarı bizzat yapmak zorunda kaldım. O bilgisayarı, devasa tezgahı, bilgisayarla yönetilen bir tezgah haline getirdim. Sonuçta ne oldu?
Bundan böyle biz bu işin ticaretini yapalım denmedi, ama şu dendi: Bize çok şey öğrettiniz, biz bundan sonra bilgisayar kontrollü, yani CNC denilen tezgahlardan satın alalım. Ama mesela bir firma kalkıp da bir CNC tezgah yapayım hedefine girmedi.
Anladığım kadarı ile bilgisayar kontrollü üretim cihazları konusunda yoğun çalışmalarınız olmuş, doğru mudur?
O konularda epey uğraştım. Bir tane pantograf yaptım, yani bilgisayarla yönetilen. Mesela pantografi yaptığım zaman, işte ev bilgisayarı denilen Amstrad’larla falan yaptım. Yani biraz daha hazır bilgisayar bulmaya başladık. Ama Tofaş için yaptığımda kartın tasarımı, her şeyiyle bire bir kendim yaptım. Ve o bir şey, o çekirdek yapı, bizim laboratuvarda yıllarca kullanıldı.
Devir o kadar değişiyor ki mesela, 70’li yıllarda genç, yetişmiş bir elektronik mühendisi oturur kendisi amplifikatör yapardı. Ve onunla mesela müzik dinlemek büyük bir zevkti. Bugün amplifikatör yapmak bitti. Hazır, tüm devre olarak alıyorsunuz, işte bu amplifikatör diye veriyorlar size. Hani onu yeniden tasarlayıp, o zevki tatma bile kalktı.
Bugün ne oldu, elektronik cihazı hazır buluyorsunuz. Mekanik cihaz da öyle. İşte bir CNC tezgah yapacaksınız, bir firma size hazır mil satıyor. Hazır sürücü motor satıyor. Geri kalan ne oluyor? Diyor ki mekanik sistemin parçalarını al, bunları birleştir tezgahını yap. Öbür tarafta elektronik firma diyor ki bak sana sürücü devrelerin onlar da hazır var. Hiç bir şekilde onları yeniden yapmana gerek yok. Ama ne yapacaksın sen onun aklını yapacak olan, yazılımını geliştirmen lazım. Katma değer burada.
Peki hocam benim aslında merak ettiğim bir konu var. Siz elektronik mühendisi çıkışlısınız değil mi? Mesela şimdi bilişim tarihine baktığımızda yazılım mühendisleri ilk önce nerede çalışmaya başladılar? Yani senelere göre hangi sektörlere dağıldılar? Ve elektronikle o ilişkileri nasıl yakınsadı birileri ? Hani siz 80’lerin başında sanayiye girmekten bahsetmiştiniz. O sırada, 80’li yıllarda tarihte öne çıkan bankacılık otomasyonları var, yazılım mühendislerinin girdiği. Bu konuyla ilgili neler söyleyebiliriz?
Aslında birazcık tarihi gelişmeye bakmak lazım. Mesela benim mezun olduğum 71-72’li yıllarda bilgisayar mühendisliği diye bir eğitim yok. Yani bir insanın çıkıp “Ben bilgisayar mühendisiyim.” demesine imkan yok. Ne var? Benim gibi işte meraklı insanlar, gidip bir programlama dili öğreniyor. O günlerin bilinen programı diye gidip bir Fortran öğrenirsiniz veyahut ticari işlerle uğraşırsanız Cobol öğrenirsiniz. Şimdi öyle insanlar var ki o zamanlarda, mesleği hiçbir şekilde elektronik değil.
Mesela makineci, inşaatçı kendi mesleği icabı bilgisayar kullanma ihtiyacı doğmuş, tutmuş programlama dili de öğrenmiş, hiçbir sistematik bilmiyor aslında. Yani sadece işte temel kuralları biliyor, onunla program yazmaya başlıyor.
80’li yıllara kadar bir kere bu piyasada çalışanların hiçbirinin böyle ciddi alt yapılı eğitimleri yok. Onlar kendilerini çekirdekten yetiştirmişler ve o gün ihtiyaçları daha çok nedir; mali işler, bordro işleri, muhasebe işleri, işte çokça benim gördüğüm mesela, inşaatçıların statik işlemleri. Hatta bazıları hazır yurt dışından gelen programları kullanarak işlerini görüyorlardı.
O günlerde ofis bürolar vardı. Şimdi ofis büro kavramını açmak lazım. 80 yılına kadar sadece üniversitelerin veyahut büyük kuruluşların büyük makineleri var. Herkesin öyle evinde, ofisinde bilgisayarı yok. Ama sizin ihtiyacınız maaş ödeyeceksiniz, bordrolar, ya elle yapacaksınız ya da ofis bürolara gideceksiniz.
Ofis büroya gidiyorsunuz, diyorsunuz ki, benim çalışanların listesi bu, benim uyguladığım yöntem, ödeme sistemi bu, ona göre bana bir program yapın ve bana her ay sonunda, kime ne kadar ne ödeyeceğimi kağıt üzerine dökerek getirin. Şimdi bu ofis bürolar, programları yazıyorlar, geliyorlar falanca üniversiteden veya filanca şirketten makine kiralıyorlar, zaman kiralıyorlar, orada programlarını çalıştırıyorlar. O günkü devir o. Şimdi bu devir ne oldu? Aradan 20 sene 30 sene geçti. Örnek olarak söylüyorum, muhasebe paketi, ticaret paketi geliştiren firmalara dediler ki siz bizden program satın almayın, bize bağlanın işinizi görün, ne kadar kullanırsanız biz sizden o kadar para talep edelim. Dolayısıyla bilgisayar satın almayın. Teknik eleman tutmayın. Fena değil. Peki benim bilgilerini çalıp çalmayacağınızı kim söylüyor? Hemen bir soru işareti.
Şimdi bir 10 sene geçti, Bulut Bilişim çıktı. Aynı şeyi söylüyor Bulut Bilişim. Bulut Bilişim’de firmalar diyor ki ”Hiçbir programa ihtiyacın yok. Yani hiçbir programı lisanslı olarak satın almaya ihtiyacın yok. Hiçbir şekilde donanım satın almaya ihtiyacın yok. Ne ihtiyacın var senin? Diyelim ki teknik çizim programı. Ben de var, al kullan. Ne kadar kullandıysan o kadar bana para öde.
Sonuçlarını bende saklamak istiyorsan sakla. Saklamak istemiyorsan saklama.” Yani ofis büronun zaman içindeki gelişmişliği bence Bulut Bilişim oldu. Ama soru hep aynı, benim sırlarımı kim saklayacak? Şimdi elektronik de öyle, o bağlantıyı kuralım. Şimdi bilgisayarın tabi ki donanımı ve elektronik olduğu için, elektronikçiler bunun yapımıyla son derece içli dışlı olmak istiyorlar. Oldular. Ama kullanıcısı olmadılar. Kullanıcısı daha çok inşaatçılar, uçakçılar, gemiciler oldu. Dolayısıyla orada bir yol ayrımı başlıyor. Bilgisayar mühendisleri ve bilgisayar bilimcileri diye ayırıyoruz. Bir tanesi bilgisayarı en iyi şekilde, işler şekilde kullanacak olan insanlar. Bunlar bilgisayar nasıl çalışırmış, nasıl imal edilirmiş, nasıl tasarlanırmış bilmek zorunda değil. Yani şunu diyelim, bir şoför araba nasıl yapılır bilmek zorunda mı? Hayır. Ama en iyi şekilde kullanmak durumunda. Onları o sınıfa koyalım. Farklı bir meslek. Bilgisayarı en iyi şekilde, kendi amacı için veya başka bir amaç için kullanmayı beceren insanları da böyle ayıralım. Bilgisayar mühendisleri, bilgisayarın kendisini yapan, yani bilgisayarı yapan. Bilgisayarla sistem kuran, demin anlattığım gibi mesela CNC tezgahta olsun, ne bileyim telefon olsun…
Bugün akıllı telefonlar bilgisayar mühendislerinin projesi. Bu tip işleri yapabilen, yaptığı cihazlara da diyelim, onlara can verecek olan, programını yapabilmesi lazım. Dolayısıyla bilgisayar mühendisi için artık program yazmak okur yazarlık olayı. Yani bir sanat değil.
Ama şimdi üçüncü bir yol daha çıktı, olay o kadar büyüdü ve o kadar büyük boyutta yazılımlar yazılıyor ki 50 kişi, 100 kişi çalışıyor aynı şeyi yazmak için. Şimdi böyle bir yazılımın, kurgulanması, tasarımı, her aşamada kontrollerin yapılması, hatalarının ayıklanması ne bileyim işte hızının yeterli olması gibi bir takım başka problemler var.
Şimdi bu problemleri çözmek için de bu sefer yeni bir yol açıldı. O da yazılım mühendisliği. Bir bilgisayar bilimleri dedik, onları büyük boy yazılım geliştiren falan değil kendi amacı için kullanan insanlar, farklı bir bilim dalı. Bilgisayar mühendisleri de bilgisayarı yapma, onda sistem kurma, ona can verecek yazılım yazmada görevli kişiler.
Yazılım mühendisleri de var ki onlar da bilgisayarın nasıl çalıştığını bilmek zorunda değil ama çok büyük çaplı yazılımları, bankacılık yazılımları sigortacılık yazılımlarını daha ne aklına gelirse gelsin onların hepsini yazabilen başka bir kulvar daha oluştu. Bunlara ilave iki tane daha var; bilgi teknolojileri ve bilişim sistemleri. Bilgi teknolojileri de, mevcut bilişimle ilgili cihazları bir araya getirip sistem oluşturanlar. Mühendisliğin farklı bir alanı. Bilişim sistemleri biraz daha işletme, yönetim bilgisine sahip ama bilgisayar da bilen başka bir alan denilebilir. Ama ilk saydığım 3 alan bugün için daha yaygın ve dünyada da çok geçerli birer meslek.
Şimdi hocam bizim aslında önde gelen yazılım şirketlerine baktığımızda Logo, Link gibi daha çok muhasebe yazılımlarıyla ön plana çıkmış kurumlar. Sizin bahsettiğiniz sanayinin içerisindeki sizin yaptığınız üniversiteden bir uygulamaydı. Mesela Aydın Hoca bahsetti, dedi ki bu çelikçiler de bu süreç denetim yazılımlarından yararlanmışlar. Türkiye’de bu anlamda yani sanayiye giren bu süreç denetim yazılımı anlamında öne çıkan bir firma var mı? Yoksa bu işler hep bireysel böyle üniversiteden yardımla mı yapılıyorlar?
Bahsettiğiniz o firmaların kurucuları hasbelkader öğrencim oldu genç yaşlarda. Çok da iyi tanırım, çok da başarılı insanlar. Bir kere piyasa işi zorluyor.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bilgisayarı ilk kullanmaya kalkanlar, parayla oynayanlar. İşi parayla ilgili olanlar. En basiti muhasebe paketleri işte. Ondan sonra ticari otomasyon paketleri. Bu bahsettiğiniz firmalar da bence doğru zamanda doğru işe başladılar. Başka firmalar da var. Bazıları yaşayabildi, bazıları yaşayamadı. Şimdi onlar içinde başka bir sıkıntı var, yabancı firmaların baskısı altına giriyorlar. Yani 85-86’da Türkiye’de ticari paketlerin çok az olduğu devirde, iyi bir yol seçtiler, o yolda başarılı oldular. Şimdi biraz sıkıntıları olduğunu tahmin ediyorum. Bu bir yol. Diğer yollar, diğer konular, işte diyelim ki bir sanayi kuruluşunun teknik bir probleminin çözülmesi gerekiyor. Tekil olaylar, arkası yok. O olayları ticari firmanın yapması çok çekici değil. Yani kalkıp da bir CNC tezgahını veyahut klasik tezgahı CNC tezgah haline getirmek ticari firma için cazip bir konu değil.
O şöyle cazip olabilir; bir tezgah üreticisi, yerli firma der ki “Ben şu güne kadar klasik tezgah üretiyorum, bunu bilgisayarlı tezgah haline getirmek için beraber çalışalım.” Ve o onun devamını getirir. O sanayi Türkiye’de fazla yok. O konuda çok istekli yok. Belki piyasa çok büyük değil. Ondan kaynaklanıyor. Ama tekil çözüm çok yapılmıştır Türkiye’de. Çok başarılı askeri projeler yaptık mesela.
Peki hocam, mesela 80’li yıllarda bir bilgisayar mühendisi mezun olduğunda daha çok bankacılık alanlarına mı yöneldi?
Şimdi bilgisayar alanında çalışanların nerede iş bulduğunu tekrar ele alırsak. Bankacılık sektörü ciddi talep yaratan bir kuruluş. Başka örnek verelim, 70’li yıllarda elektronik mezunları, en azından İstanbul için konuşmaya çalışayım, Netaş ve Teletaş’a gitmek, orada çalışmak isterdi. Çünkü büyük iş veren onlardı. Bugün Netaş yazılım firması. Tamamen değişti. Çünkü telefon santrali mantığı değişti. Eskisi gibi röleler bilmem transistörler yapılan santraller yerine şimdi bilgisayarla yapılan santrallere döndüğü zaman olay yazılıma döndü. Devir bu şekilde değişiyor.
Yani elektronik mühendisleri de artık bugün mecburen bilgisayar bilmek zorunda olmaya başladılar. Hatta Amerika’da bazı okullarda elektrik mühendisleri, elektrik ve bilgisayar mühendisliği diye isimlerini değiştirmek zorunda kaldılar. Bu zamanın ortaya çıkardığı bir durum.
Bunun dışında Türkiye’de asıl ciddi gelişme şu: Yazılım firmaları doğmaya başladı. Yani muhasebe, ticari paketlerin dışında, ben ne iş olursa yazarım anlamında yazılım firmaları. Aslında bu da ihtiyaç. Mesela sağlık sektörü için yazılım gerekiyor diyelim; ne bileyim bir trafik sistemi için yazılım gerekiyor veyahut bir uçak için yazılım gerekiyor. Bu tip, bu sefer özelleşmeler başladı. Ve bu firmalar var şu anda. Yani birkaç yüz kişinin çalıştığı, işin tanımı, analizleri yapıldıktan sonra o programları yazabilen, yazılımları geliştirebilen, testlerini yapabilen, belli uluslararası kalite standartlarına uygun yazılım geliştiren firmalar ortaya çıktı. Bunları çok fazla isim olarak duymayabilirsiniz. Önemli de değil. Hatta bunların bazıları sadece yurt dışına çalışıyor. Yani dışarıdan işin tanımı geliyor, analizi geliyor, işte her şeyi geliyor, burada yazılımı geliştiriliyor, testleri yapılıyor ve firmaya teslim ediliyor. Bu var. yani dolayısıyla Türkiye’de yazılım alanında veyahut bilgisayar mühendisliği alanında bir şey yapılmıyor gibi üzüntüye kapılmaya gerek yok. Ciddi şeyler yapılıyor, yapılmıyor değil.
Teknokent’te iki üç tane röportajımız oldu. Pozitron da bunlardan biriydi. Mesela o bankacılıkta…
Evet ben isimlerini çok vermek istemiyorum ama o güzel bir örnek. Bunlar hemencecik değer kazanıyorlar. Başkaları tarafından satın alınıyor. Şöyle diyeyim; mesela bu benim başında bulunduğum fakülte için güzel bir övünç kaynağı. Turkcell’in bir operasyon kısmı var bir de, biliyorsunuz araştırma geliştirme yapılan Turkcell Teknoloji var. Turkcell Teknoloji benim bildiğim kadarıyla 400’den fazla mühendis çalıştırıyor. Bunun dışında bilgisayar mühendisleri büyük çoğunlukta. Bunun %47’si bizim mezunumuz. Yani yarısı bizden gitme. Bu şimdi bir gerçeği ortaya koyuyor. Firmanın iş sahası, haberleşme.
Haberleşme denildiğinde, haberleşme mühendisine ihtiyaç var diye düşünüyorsunuz ama bilgisayar mühendisine ihtiyaç var.
Turkcell’in iş ortakları denen kesim anladığım kadarıyla bilişim firmalarından oluşuyor. Öyle midir?
Çoğunlukla öyle. Yani işte şu çarpıcı olay Türkiye’nin övünç kaynağı olan bir firma diyelim, Avea’sı olsun, diğerleri de neyse, bunlarda yeni çalışmaları yapanlar elektronik haberleşme mezunları olması bekleniyor, konusu o. Ama hayır, bilgisayar mühendisleri. Yani bu şunu gösteriyor, elektronik cihazları hazır bulma imkanı var. Ama hazır bulduğunuz cihazları, ülke koşullarına göre sizin işletme mantığınıza göre yorabilmeniz için yazılımlı ihale yapmak zorundasınız. Ve katma değer de orada. Yani siz ne kadar çok yazılım geliştirirseniz, kazancınız orada.
Peki hocam biraz internete gelmek istiyorum. İnternetin Türkiye’ye gelişi… Üniversitelere daha önceden girmiş bildiğim kadarıyla. Bu konuyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Vardı ama bugünkü anlamında değil. Benim ilk kullandığımda Altavista galiba onu kullandık. Altavista’yı kullandık. Yani üniversitenin arama motoruydu.
Yıl 95 falan diye tahmin ediyorum. Bir tane iş istasyonum vardı, bugünkü PC’ler kalitesinde bir makine. Onunla bağlanıp bazı bilgileri oradan indirdiğimi hatırlıyorum ama bugün internet insanlar için farklı bir anlam taşıyor. İnternet insanlar için sosyal medya. O gün için öyle bir şey yok. İnterneti biz akademik çalışmalar için kullanırdık. Olsa olsa işte akademisyenler arasında mektuplaşma için kullanırdık. Şimdi öyle değil, günde 100’den fazla bana mektup geliyor. 100’den fazla mektubun önce bir hangilerini okumayacağımı bir siliyorum ondan sonra okumaya başlıyorum
Peki bu anlamda mesela internet teknolojilerinin alt yapılarını transfer mi ettik ? Orada bir katma değerimiz oldu mu 90’lı yıllarda ?
Alt yapısı zaten bizim yapmamız gereken bir şey değil. Alt yapıda yapılan tek şey şudur, üniversiteler arası Ulakbim kuruldu. Üniversiteleri birbirine bağlayan bir altyapı. Bir kere alt yapınız yoksa interneti kuramazsınız. Yani o mümkün değil. Ama alt yapı bir fiziksel katman sağlıyor. Ondan sonrası içerik olayı, siz ne kadar sağlayabilirseniz o kadar. İçerik bambaşka bir olay. Ve Türkiye’nin dünya internet dünyasına sağladığı içerik çok büyük miktarda değil. Yani biraz da İngilizcenin dünyada yaygın olmasından dolayı daha çok batı dünyasının içerik sağladığını söylemek mümkün.
Peki hocam internet servis sağlayıcılar tam olarak ne yapar ? Bir katma değer yani tabi bir ekonomik iş oluşturuyorlar fakat katma değerleri de bunların teknoloji adına bir katkıları var mıydı ? Mesela Superonline olsun bayağı bir servis sağlayıcı kullanıldı.
Onun için tam bir sayı bilemiyorum. Birkaç tane Türkiye’de öyle internet servis sağlayıcı ciddi olarak hala çalışıyor. İşte Superonline gibi bireysel kullanıcıya yönelik olanlar var. DorukNet gibi daha çok kurumsal kullanıcıya hitap edenler var.
Onlar da yakın zamanda gördüğüm katma değer sağlayabilmek için veya kendilerine kazanç sağlayabilmek için Bulut’a doğru yönelmeye başladılar. Çünkü öbür türlü sadece telefon operatörü gibi. Yani siz internete çıkmak istiyorsunuz, işte birinden bunun bağlantısını sağlamanız lazım. Sırf bağlantı sağlıyorsan, ona o bağlantıyı sağladığın için aylık bir kira ödeyeceksin. Orada onun yaptığı bir eklenti yok. Sadece size bir yere ulaşmanızı sağlıyor veyahut size bir isim hakkı veriyor. Orada zannedersem çok bir şey kazanamadılar. Ama asıl kazanç, şunu yapıyorlar gördüğüm kadarıyla; donanım almayın, bizim donanımımızı kullanın.
Bir yerde bugünkü terminoloji ile Bulut Bilişim’in hizmetini sağlamaya başladılar. Oradan kazanç sağlayacaklar. Tabi onu sağlamak demek oradaki yazılımları eğer kendileri yapar ve koyarlarsa para kazanırlar. Veyahut o yazılımı yazmış olan yerli bir firmanın önünü açarlarsa ona para kazandırırlar, kendileri kazanırlar. Böyle bir ticari ilişki var tabi. Ama beklendiği kadar mı? Yani öyle bir global olay ki aynı hizmeti daha ucuza yurt dışında bulduğunuz zaman yurt dışından alıyorsunuz. Rekabet ortamı çok geniş. Yani gümrük duvarı gibi, yok siz yurt dışından bu hizmeti alamazsınız illa ki yurt içinden alacaksınız falan gibi, bir teşvik olmadığı sürece katma değeri sağlamak çok zor.
Bu açıdan servis sağlayıcılarının transfer ettiği bir teknolojik alt yapı var mıdır? Yoksa sadece hat mı kiralıyorlardı?
Hat kiralıyorlardı. İşte o hattı paylaştırabilmek için bir bilgisayar alt yapısı kuruyorlar tabi ki. Orada bir teknik bilgiye ihtiyaç var ama müthiş bir bilgiye de ihtiyaç yok açıkçası. Yani bir internet servis sağlayıcısı nasıl kurulur? Şöyle diyeyim: Bir kalorifer tesisatına ihtiyacınız var, kalorifer tesisatı kurmayı bilen birine “Gel, kur.” diyorsunuz. Ondan sonra sistem çalışıyor.
Yani siz öyle bir servis sağlayıcı olursunuz ki siz o servis sağlayıcıdan günlük haberleri alabilirsiniz. Ne bileyim, meteorolojik haberleri alabilirsiniz. O tip size ek bilgiler veriyorsa oradan kazanç oluyor. Onun yanında reklam koyarsa kazancı olur.
Peki hocam, aslında bankacılık, muhasebe olayına geri dönmek istiyorum. Bunun bir üst katmanı ERP yazılımları…
Tam değil.
Yani o ikisi arasındaki fark ne?
ERP genel anlamda şu: Örnek olarak araba yapacaksınız. Ülkenin veyahut dünyanın çeşitli yerlerindeki satıcılarınızdan günlük, haftalık hatta anlık siparişler almanız lazım. O siparişleri aldınız, o siparişlere karşılık bir üretim planı yapmanız lazım. Ben bunu ne gün, ne zaman imal edebilirim. Tabi bunu diyebilmeniz için sizin, her üretimin, bizim piyasa tabiriyle reçetesini; bir arabanın hangi parçalardan oluştuğunu, hangi parçaların nereden temin edildiğini, fiyatını, onların üretim sürelerini, bütün bu detayları bilmeniz lazım. Çok karmakarışık bir iştir bu. Bu bilgileri programa yüklemeniz lazım. Dolayısıyla, aldığınız sipariş bu temel bilgilerle birleşip size şunu çıkaracak: Tamam, sen bu arabayı 8 gün sonra teslim edebilirsin.
ERP paketlerin özelliği bu. Ve bu paketlerin bütün bu söylediğim özellikleri kapsayanlarının fiyatları aşağı yukarı 1-2 milyon Türk Lirası bedelinde. Böyle bir sistemi ayağa kaldırabilmek için de en az 1 yıl danışmanlık alman lazım. Onun da günlüğü 1000 ile 2000 Lira arasında. Yani büyük paralar yatırman lazım. Bunu yapanlar var mı Türkiye’de? Var. Bu tip programlar dünyada bir numara olan bir Alman firması. Dünyanın %30’una sahip. %30 piyasayı bir firma tek programla sağlıyor.
Türkiye’de buna benzer program yapanlar var. Daha küçük ölçekli yapanlar var. Kullanıyorlar. Yani kullanıcıları da var.
Türkiye’de Logo ve Link’in kurulduğu 80’li yıllar, O dönem bu yazılım firmalarını kurma devri nasıl oluştu?
85’li 90’lı yıllarda ticari paket yazmak için kendilerine hedef seçmiş olan firmalar bence doğru seçim yaptılar. Ve onlar hala Türkiye’de yaşıyorlar. Yani bir sıkıntı yok. Bugün şunu söylemek lazım, dedik ya en çok bilgisayar mühendisi, yazılım mühendisi ihtiyacı olan bankalardır diye. Yakından izleme fırsatım olduğu için biliyorum, bugün Türkiye’de geliştirilmiş olan bankacılık yazılımları dünya standartlarının çok üstünde. Yani bugün internet bankacılığı için, bankaların insanlara sunduğu hizmet, dünyanın sayılı bankalarında yok. Yani bu bence Türk mühendislerinin büyük bir başarısıdır. Hem bankacılığı biliyorlar hem Türk insanının kıvrak zekasını biliyorlar ve ona uygun çözümler buluyorlar. Mesela şu an yasaklandı ama taksitle, kredi kartıyla taksitli satış Türkiye’nin dışında hiçbir yerde yok.
Böyle bir şey bizimkilerin icat ettiği, kullandığı bir olay. İnternet bankacılığı üzerinden verilmeyen hizmet yok. Yani yabancı bankaların bu tipte hizmetleri çok sınırlı. O bakımdan yani bilgisayar mühendislerinin yaptığı son derece başarılı çözümler var.
Peki hocam Robotics konusu sizin alanınıza mı giriyor ?
Robotla uğraştım ben. Yani robotla şöyle uğraştım; 85-86 civarı hatta TÜBİTAK adına bir tane robotik ünitesi kurduk, makine fakültesiyle beraber. Onlar mekanik kısmını yapacaktı, biz bilgisayar kısmını yapacaktık. Onu çok iyi geliştiremedik ama robot konusunda toplumun bilgilendirilmesi konusunda epey bir çalışmam oldu. 1-2 tane deneysel yaptıklarım da oldu. Daha sonra o alandan çıktım. Benim köken olarak elektronikçi olmam yani bilgisayarda daha sonra çalışmış olmam ama mekaniğe özel merakımdan dolayı üçünü birleştiren güzel bir konuydu.
Sizin aslında fakülteden çıkan girişimcilerden midir Altınay Robotics?
Çok değerli bir arkadaşımız, başarılı çalışmaları da var, imalatçının ihtiyacına uygun robot yapıyorlar. O uçakçı ve makineci, yani makine bilgisi kökeni olduğu için mekanik kısımlarını tabi ki iyi şeyler yapıyorlar. Yani iyi şeyler duyuyorum onlar hakkında.
Mesela tartıyla ilgili yine hatırlıyorum, bazı ilginç öğrencilerim oldu geçmiş zamanda. Mezun olmuşlar, gitmişler, gelmişler, geldiler benim mikro işlemci dersimi izlemek istediler. Onlardan bir tanesi, Esit galiba yanlış hatırlamıyorsam firmanın adı, onlar mesela bir süre karayollarındaki tartı sistemlerini yaptılar. İşte teraziler, endüstriyel tartı sistemleri başlı başına bir iş. Ama dediğim gibi Türkiye’de bir şey yapılmış mı ? İşte güzel yapılmış uygulamalardan bir tanesi o. Robot onlardan bir tanesi.
Daha ilginci mesela Milli Gemi Projesi. Milli Gemi Projesi’nin savaş hareket merkezinin tasarımını bizzat iki sene çalıştım. Yani bunlar görünür işler değil ama bugün milli gemi yapılıyorsa milli geminin temel harcında payımız var.
Gemi bir kere tasarlanıyor, o gemiden aşağı yukarı 13-15 yılda 13 tane yapılacak. Yani milli gemi adı üstünde gerçekten milli gemidir. Her şeyiyle, tasarımı yerli ama şu demek değil; üstündeki her şey %100 yerli. Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil; Topu bir yerden alıyorsunuz, demir anahtarını bir yerden alıyorsunuz ama onları bir araya getirip savaş gemisi yapmak bir sanat.
Peki hocam 90’lı yıllarda internet geldikten sonra bilgisayar yazılım mühendisliğinde şekil değişti mi?
Kesin var. Bir kere ivme kazandı. Yani 90 yılında çıkmış olanlara yazılım mühendisi bile belki demiyorduk. İşte programcı falan diyorduk. Hatta hala Türkiye’de bilgisayar mühendislerini programcı olarak görenler var. Hatta bazı yerlerde duyuyorum, bilgisayar mühendisi falan değil, gidin bir doğru dürüst mühendislik eğitimi görün. Ne bileyim bir elektrik mühendisi olun, makine mühendisi olun, işte bir de programcılık öğrenin, her şeyi yaparsınız. Belki bu 90 öncesinde doğruydu. Niye doğruydu? O günlerde bilgisayar mühendisi olmadığı için, fizikçiler, matematikçiler, elektronikçiler bir programlama dili öğrenip, programcı olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Ama devir değişti. Şimdi bugün için yazılım kalitesi, yazılım güvenilirliği, yazılım performansı gibi bir yığın kriter var ve uluslararası organizasyonlar var ve sonuçta da yazılım mühendisliği diye yani bir mühendislik doğdu. Yani o mühendisliğin bütün gereklerini bilen adam bugün çalışabiliyor. Diğerleri, programcı olabilir.
Peki hocam teşekkür ediyorum, benim sorularım bu kadar. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bilgi teknolojileri hayatın her noktasına girecek. Yani artık kişiler normal hayatlarını sürdürürken sağlık kontrolünden geçebileceği bir devire geliyoruz. İşte haberleşme sisteminin getirdiği şeyi görüyoruz. Artık cep telefonlarımız bilgisayar gibi.
Bizim internet bağlantımızı, yazmamızı, çizmemizi, yani tatil yapıyorsunuz, tatilde misiniz belli değil. Yani sizi her an her yerden bulabiliyorlar, erişebiliyorlar. Hani bugün için şu tip bilgisayar ağı mı kullanalım, bu tip mi diye sormuyorsunuz. Herkes Ethernet diyor, kullanıyorsunuz. Bir gün arabalarda Ethernet benzeri bir ağın olacağını düşünür müydük ? Bugün arabalarda öyle. Yani şöyle diyeyim; siz arabanın sağ camı yukarı çıksın veyahut aşağı insin dediğiniz zaman, elektrik düğmesi gibi yukarı düğmesi aşağı düğmesi basmıyorsunuz. Bir düğmeye basıyorsunuz ama o bilgisayara yönlendiriyor, bilgisayar kapının içindeki bilgisayara haber veriyor, camı yukarı doğru yöneltiyor. Şimdi diyeceksiniz, “Niye buna ihtiyaç var?” çok çarpıcı bir örnektir. Dünyada kablo fiyatları yılda %15-20 artıyor. Bilgisayar fiyatları her yıl %15-25 ucuzluyor. Yani arabanın direksiyonundan kapıya kadar kablo çekmenin bedeli arabanın içinde bir bilgisayar ağını kurmaktan daha pahalı. O yüzden bilgisayar ağını kuruyorsun, bilgisayarları koyuyorsun, çünkü kapının içine koyduğun bilgisayarın fiyatı 1 Lira, kablonun fiyatı daha fazla. Yani dolayısıyla hayatımızın her noktasına girecek. Herhalde bir gün şu nokta geleceğiz “Niye burada bilgisayar yok ?”
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15