Söyleşiler

Erkan Duysal Söyleşisi

 

“Ben Boğaziçi‘nde hep şunu görüyorum: 50 kişi seçiyorsunuz. Onları yetiştiriyorsunuz. Elektronik mühendisi yapıyorsunuz. 20 tanesi bankacı oluyor. 5-6 tanesi muhasebeci oluyor. En iyi adamlarımıza ODTÜ’deki, Boğaziçi’ndeki, İTÜ’deki yani bu kadar insanları sahiden bu sektörde tutabilmemiz lazım. Onun için de dediğiniz gibi belli bir yatırım, belli bir büyüklüğe ulaşmak. O insanları motive edebilecek getirileri yaratabilmemiz lazım.”

 

Siz nasıl başladınız? Arçelik’e giriş hikayeniz nedir?

 

Ben elektronik mühendisiyim, Boğaziçi Üniversitesi bursu alarak Amerika’ya gittim. Yine sayısal sinyal işleme ve sayısal görüntü işleme konusunda master yaptım.  Ondan sonra 15 sene Amerika’da kaldım. 2 sene ya da 3 sene eğitimi sayarsanız, geri kalan 12 sene boyunca Amerika’da mühendis olarak 2 tane şirkette çalıştım. İlki Florida’daydı. Uçak elektroniği konusunda çalıştım. Ondan sonra 1998 senesinde batı kıyısına göç ettim. Yani Silikon Vadisi, California. Orada da 5 sene kaldım ve bu ses ve görüntü konusunda ünlü firmalardan olan Dolby’de çalıştım. Sonra Türkiye’de

ST elektronik firmasında 2 sene çalıştım. Onların Tayvan ofisleri vardı. Türkiye’de televizyon üzerine bir grup kurduk. San Jose’de, Amerika’da şirketler aldık. 2-3 sene de öyle geçti. 2006 yılında da Koç Grubu‘na katıldım.

 

Peki, katıldığınız andan itibaren başlayalım istiyorsanız? Koç’ta durum nasıldı?

 

Tabi. 2006 yılı Türk elektronik sanayisi için oldukça zor bir dönemdir. Özellikle televizyoncular için. Çünkü o sırada çok hızlı bir şekilde tüplü televizyondan LCD televizyona geçiş vardı. Türkiye’de tüplü televizyon zamanında Türkiye’nin 3 büyük şirketi olan Vestel, Beko Elektronik ve Profilo sahiden Avrupa üretiminin % 60′ını yapan; 3′ü kendi arasında 40 milyon televizyon kadar üretebilen bir sektör. Ama hızlı bir şekilde tüpten LCD televizyona geçiş ile birlikte hem tasarım tümüyle değişiyor, hem oyuncular değişiyor. Onun için 2006 dönüşüm senesiydi. Bu büyük dönüşüme ayak uydurmaya çalışıyor ama takdir edersiniz ki ne üretim bantlarınız ne stok alımınız ne Ar-Ge’nizin yetkinliği buna uygun değil. Onları da hızlı bir şekilde değiştirmek gerekiyor. Aynı zamanda pazarlarınız da çok değişiyor, çünkü çok hızlı bir şekilde tüplü televizyondan LCD televizyona geçiş var. Bizim devletle, hükümetle çeşitli konuşmalarımızda şu konu ortaya geliyor. Acaba geç mi kalındı? Yani tüplüden, panele, LCD televizyona geçişte ya da orada bazı yatırımlar yapılabilir miydi?

Ama bugün bile dönüp baktığımızda bu konuda en iyi olan Japon firmalarının bile çok azının büyük yatırımlar yapabildiği; çünkü çok yüksek rakamlar gerektiği görülüyor. Bugün bir LCD üretimi dediğimiz 6-7 milyar dolara varan yatırımlar.

 

Türkiye‘de LCD, LED Panel teknolojileri yatırımı olur mu?

 

Bence Türkiye kısıtlı kaynakları olan bir ülke. Bana, 2018 yılında hala panel teknolojisi, LCD LED üretebilecek miyiz, diye soracak olursanız, size açıklıkla %100 evet diyemem çünkü yeni teknolojiler geliyor ve bu böyle bir yatırım ki 6-7 milyar dolar gerekiyor. Devletin sahiden burada belki şirketleri bir araya getirmesi ve bunu öncelikli bir alan olarak koyması gerekiyordu.

 

Panel yatırımı yapılsaydı da sadece Türkiye için değil, bölgedeki bütün üreticileri kapsayan bir yatırım olması gerekirdi. Çünkü nereden bakarsanız 20-25 milyon bile televizyon üretilse, Türkiye’de bir panel firmasını devam ettirebilecek ya da o ek yatırımları yaptırabilecek kadar büyük bir sayı değildir. Yani bu şöyle: Bir fabrika yapıyoruz. Buna bir sınıf veriyoruz. İşte 6. sınıf, 7.sınıf. Sınıf dediğimiz içeri giren camdan kesilebilecek panel büyüklüklerini gösteriyor. Diyelim ki fabrikanız 32″ televizyon için panel kesiyor. Buna 55″ kesemiyorsunuz. Feasible olmuyor, verimli olmuyor. Onun için ayrı bir tesis yapmanız lazım. O bir 5 milyar dolar daha. Yani nereden bakarsanız çok büyük yatırımlar ve diğer yandan istihdama hükümetin beklediği gibi katkısı yok.

 

Türkiye‘de Core teknoloji çalışmaları için neler söyleyebilirsiniz?

 

Sanayi devrimine bakarsak bizim şu anda yaptığımız güzel şeyler var. Kendi teknolojimizi geliştirdiğimiz beyaz eşya, televizyon, otomotiv sanayinde gelişmeler falan var ama bakarsanız bunların hepsi sonuçta bir montaj ile başlıyor. Yani bizim televizyon sanayimiz de öyle başlamış. Belki şimdi onlardan çok daha iyi bir yere getirmişiz. Kendimiz patentler geliştirmişiz. Kendi teknolojimizi yapmışız. Bunun üzerine bir şeyler yaptık ama dediğiniz yani Core teknolojilerde, tümüyle yaratıcı, şimdi internet üzerinde gördüğümüz olaylarda, yazılım mühendisliğinde yetkinliğimiz daha sınırlı. Bunlar da geliyor. Çok iyi okullarımız var. Teknokentlerde çok başarılı girişimlerde bulunuyoruz.

 

Büyük şirketlerimize bakarsanız genelde model bir yerden lisanslama, bir yerden bir şey üretme montajı ile başlayıp, ondan sonra bunu çok daha verimli hale getirme. Fabrikalarımızı buna uygun hale getirme. Yaptığımız ürünle ilgili yeni patentler alma, yeni teknolojiler geliştirme. Bunda da başarılıyız ama dediğiniz bir Core teknolojimiz maalesef yok. Mesela yarı iletken teknolojisi böyle. Yarı iletkende şu anda dünyanın çok büyük firmaları var biliyorsunuz. Bir kendi fabrikası olan firmalar var. Intel, Texas Instruments, STM gibi ama onun yanında Tayvan’da çok büyük 2 tane büyük fabrika var ve onu kullanan bir sürü Fabless firma var. İşte değeri 110 milyar dolar olan Qualcommlar, Nvidia, Mstar gibi, bunlar cep telefonu, TV, Setupbox için çip dizayn ediyorlar. Çok yetkin iş güçleri var.

 

Sonuçta bunlara da çok büyük bir yatırım gerekmiyor. Yani bir bilgisayar istasyonu üzerinde o çip tasarımını hızlı bir şekilde yapıp simüle edebiliyorlar. Ondan sonra bunları entegre devre, tümleşik devre haline getirmekse Tayvan’da yapılıyor. Türkiye’nin her zaman için bir fırsatı dediğim gibi bu çok az yerde var.

Belki böyle bir tümleşik devre Fab’ını bu bölgede yapmak çok başarılı olabilir. Burada da önemli olan çipi mümkün olduğu kadar ufaltarak, içine daha fazla transistör, daha fazla elektronik devre sokabilmek. Bunun haricinde güç tüketimini minimuma indirmek ki cep telefonunuz hem daha çok şeyler yapsın, televizyonunuz çok daha fazla iş yapsın hem de çok daha az enerji sarf etsin. Pili çok daha fazla dayansın.

 

Bu konuda bence Türkiye’nin geleceği çok parlak olabilir çünkü çok yetkin arkadaşlarımız var. Bunların önünü biraz açmak lazım. İTÜ’de ETA Vakfı. Aselsan’ın girişimleri var. Şimdi Bilkent işin nano teknoloji tarafında,  ama yine biliyorsunuz bir şey yaparsanız sadece Türk ordusuna satarsanız. İşte 1-2 orduya satarsınız ama 4.000-5.000 mühendisin çalıştığı kendi teknolojisini yaratan bir yerde bile 300-400 milyon dolarlık bir birikim yaratabiliyorsunuz. Halbuki Arçelik gibi Vestel gibi işte televizyon, beyaz eşya ya da birazcık daha tüketici elektroniğine dönük bir şey daha yaparsanız çok hızlı olarak 300-500 milyonlara, 7-8 milyar dolarlara gidilebiliyor.

 

Bizim, maalesef şu anda ürettiğimiz teknolojiler Ar-ge’miz, fikri haklarımız daha ziyade askeri, uzay ve havacılık sanayine yönelik olduğu için kullanımı kısıtlı kalıyor. Bu nedenle birazcık daha pragmatik olarak, tüketici elektroniği alanında, Avrupa’ya, Orta Doğu’ya, Afrika’ya yani satabileceğimiz bölgelere uygun ürünler geliştirmemiz lazım.

 

Erkan Bey, ben Duran Leblebici ile, Yavuz Erçil ile görüştüm, bir takım denemeler yapılmış. Arçelik’in de 90′lı yıllarda özellikle bir takım segmentte denemeleri olmuş. Ama çoğunlukla verimli olmadığından vazgeçildiğini söyleyen açıklamalar yapıldı bana. Şu anda o noktaya geliyor muyuz? Bu konuda biraz umutlu konuştunuz.

 

Ben çok umutluyum. Ben her zaman umutluyum ama Duran Hoca bu işin Türkiye’deki en büyük önderi. Hep buna inanmış, bu yaşında bile ETA’nın devam etmesi ve bu konuda destek verilmesi gerektiğini düşünüyor. Çok değerli de öğrenciler yetişti. Ben üniversiteden mezun olurken, siz belki hatırlamazsınız 2 tane büyük şirketimiz vardı. Netaş ve Teletaş. Türkiye sadece iletişim bakımından çok farklı bir yerdeydi yani 1988 yılında. İşte ISDN’i konuşuyorduk. Şu anda iletişim sektörümüzün kalbini oluşturan bir sürü teknoloji vardı ve çok iyi de mühendislerimiz vardı. Bugün Ericsson’un mikro elektronik tasarım takımı dediği 50 kişilik, 60 kişilik grup Teletaş’ta kurulmuş. Teletaş’tan Alcatel’e gelmiş. Alcatel’den sonra ST Electronics adını aldı.

 

Türk mühendisleri çip tasarlıyor, öyle mi?

 

Türk mühendisler yani İTÜ’de 30-40 kişilik çok iyi bir ekip. Çoğu 30-40 yaş arasında çok başarılı 35-40 arkadaşımız vardı mesela böyle. Yenileri ekleniyor. Dediğim gibi iletişim teknolojilerinde çok iyiler ama şu önemli. Bu denenmiş, Boğaziçi Üniversitesi’nde de denendi. Beko Elektronik’te denenmiş. Tek bir tümleşik devre yapıp ondan sonra onu kıyaslayarak bir yere varmamıza imkan yok.

 

Bunun en güzel örneğini biz Tayvan’daki üreticilerde görüyoruz. Mesela bugün, ben bu işe başladığımda yani 2003′lerde, hızlı bir teknoloji vardı. LCD teknolojisi yeni geliyordu. Bütün şirketler Amerika’daydı. Yani televizyonda Philips varken,  Fransa’dan ST varken çok hızlı bir şekilde Amerika’daki Genesis, Pixel Works gibi.

Ondan sonra ne gördük? Yani 2003′ten 2013′e geldik. Dünyadaki bütün bu şirketlerin pek çoğu teker teker battı, yok oldu. Avrupa’daki televizyon üreticileri. Amerika’daki çip yapımcıları. Sadece ama sadece Mstar ve Mediatech diye Çin’de, Tayvan’da iki tane firma kaldı. Bunlara bakarsanız şunu görüyorsunuz: Bu firmalar aslında sıfırdan başlayıp, Amerika’dan 3-4 Designer’ın kurduğu firmalar. Yetkin insanları kendi içlerinde topluyorlar ve çok hızlı bir şekilde, devamlı System-On çip yapmak. Devamlı onun üzerine bir şey eklemek ve tabi lokasyon olarak da doğru yerdeler. Tayvan’da dediğimiz iki Fab olduğu için çok hızlı şekilde yaptıkları tasarımları, tümleşik devreye çevirebiliyorlar. Ondan sonra da özellikle bilgisayar dalında, tablet dalında, televizyon dalında, cep telefonunda bu entegre devreleri çok hızlı ve yüksek derecede satabiliyorlar.

 

Sizin Arçelik olarak üniversite ile yakın ilişkiniz var mı?

 

Var. Tabi şu anda Arçelik büyük bir grup. Elektronik işletmesindesiniz. Biz burada, belki o bilgiyi en önce vermeliydik. Biz genel olarak burada Arçelik, Beko, Grundig markası altında televizyonlar üretiyoruz. Tasarımı, üretimi her şeyi burada yapılıyor. Elektronik yazar kasa üretiyoruz. Set-Top Box üretiyoruz. Bir de 6 milyon kadar beyaz eşyanın içine giren elektronik kartı burada yapıyoruz. Şimdi üniversitelerle beraber projelerimiz var. İşte İTÜ, Yıldız, Boğaziçi ve Koç Üniversitesi ile Sabancı ile ortak projeler yürütüyoruz.

 

Ne gibi projeler?

 

Mesela Boğaziçi Üniversitesi ile beraber,  Image Enhancement konusunda yani normal bir Scaler kullanıyoruz, onun üzerine bir tane FPGA koyuyoruz. Sonra beraber geliştirdiğimiz, buradaki mühendislerle, Boğaziçi‘ndeki araştırmacıların algoritmalarını koyarak görüntü kalitesini çok daha güzel bir yere getiriyoruz. Bunu mesela Almanya’da Bundesliga televizyon olarak çıkardık. Kablosuz iletişim konusunda çalışmalar yapıyoruz. Hangi algoritmaları kullanırsak daha kolay yapabiliriz diye ama esas büyük atılımımızı geçen sene yaptık diye söyleyebilirim. Hatta bir önceki sene başladı. Biz devamlı Remote Side‘larda ne yapabiliriz diye bakıyoruz. Yani sadece Beylikdüzü‘ne sınırlı kalmamak. İşte Tayvan’da bir ekibimiz vardı. Nurnberg’te ekimiz vardı. İzmir’de bir ekibimiz vardı. Onu çok verimli kullanamadık.

 

2011′in sonunda biz de ODTÜ’de, ODTÜ Teknokent’te bir ekip kurduk. Şimdi 22-23 kişi. Tabi bizim gönlümüzde oranın en az 50 kişi olması lazım. Orada da Argun Hoca ile Gözde Hoca ile beraber yani elektronik mühendisliğinden ve bilgisayar mühendisliğinden hocalarla beraber bayağı bir araştırma çalışmalarımız var.

 

ODTÜ Teknokent’in bir misyonu var: Askeri elektronik, iletişim ve tüketici elektroniği. Bunlar birbirini destekleyecekler. Amerika’da da böyledir. Bizim de amacımız tüketici elektroniğini oraya getirerek bu misyonu desteklemek.

 

Mesela Arçelik’in M2M teknolojileri çalışmaları var mı?

 

Bizim şöyle bir yapımız var: 850-900′e yakın Ar-Ge mühendisimiz var. 200-220 tanesi burada. 160 tanesi merkezi Ar-Ge’de, Çayırova’da. Ayrıca 6 tane işletmemiz var. Eskişehir’de buzdolabı, Ankara’da bulaşık, Çayırova’da çamaşır. Her işletmenin de aynen buradaki gibi 50-100 kişi arasında değişen, buzdolabında biraz daha küçük, kendi Ar-Ge ekipleri var. Onun için merkez Ar-Ge ile konuşursanız o size M2M gibi bütün projelerini benim gibi kulaktan dolma değil de ilk ağızdan, o konuda da bilgi verir. Ama ben bizim şu andaki stratejimiz, kısa sorunuza uzun cevap verdim. Esas olarak ODTÜ ki oradaki, Ankara‘daki ODTÜ, Bilkent ekiplerinde hızlı bir şekilde kullanabilelim. Sonuç olarak, fiziksel olarak uzağız. Burada da İTÜ, Yıldız, Koç, Sabancı, Boğaziçi onlarla hızlı bir şekilde çalışmak mümkün.

 

Bu çalışmalarda devlet desteğine ihtiyaç var mı?

 

Mesela televizyondan internete bağlanabiliyoruz, akıllı uygulamalarımız, servislerimiz var. Bunun da üzerinde, Bulut Bilişim üzerinden bir sürü şey yapmak istiyoruz ve bunlarda da devletin destek olmasını istiyoruz. TEYDEB üzerinden olabilir, TTGV üzerinden olabilir.

 

Devletin şöyle bir yaklaşımı var, Arçelik ya da Vestel bir proje yapacaksa onun için, genelde onların ÜRGE’siyle ARGE’si bizde biraz Contradiction yaratıyor, ama siz bir şey yapacaksanız zaten bunu yapabilecek kaynakları bulabilirsiniz. Yani KOÇ Grubu, Zorlu Grubu, işte ASELSAN, NETAŞ bunları karşılayabilecek durumda. Bizim beklediğimiz daha çok KOÇ Grubu‘nun desteklemeyeceği, çok daha uzun dönemli olabilir ama Türkiye’nin sanal stratejisine, politikasına yani Türkiye’nin istihdamını artırabilecek ya da Türkiye’nin şu anki büyük ihracat, ithalat dış açığını azaltabilecek teknolojilere bugünkü ürünlerinize, etkisi olmasa bile onlara yatırım yapabilmek ve onları desteklemek istiyoruz. Nedir diye sorunca tabii burada büyük projeler çıkıyor. İşte panel teknolojisine niye yatırım yapmıyorsunuz, niye tümleşik devre yapmıyorsunuz, bunlar da bizim tabii ki kısa dönemli değil, her zaman için orta ve uzun dönemli planlarımızdır.

 

Şimdi yine hangi büyük holdinge bakarsanız profesyoneller tarafından yönetilen, profesyonellerin hedefleri de yıllıktır, iki yıllıktır, yani kimse 10 sene sonra Arçelik’i ne yapacağım diye düşünmez. Strateji bölümü belki bunu düşünüyor ama, Executive, yani esas işi yürüten grupların şeyleri çok daha pragmatik. Yani bu sene kaç televizyon üreteceğiz, hangi özellikler olacak, kaç milyar dolarlık satış yapacağız. Şimdi böyle bir grubun 5 sene sonra tümleşik devresinin nasıl kullanılacağı çok daha uzun dönemli bir proje oluyor ve bunun Koç Grubu’ndan fonlanması çok daha zor olabilir. Bunun için sahiden büyük bir pazar olması ya da grup içindeki birçok şirketin buna destek olması gerekir.

Yani devletin büyük firmalara arka çıkması, büyük firmaların da Start Up’lara mı arka çıkması gerekir? Doğru olan böyle bir akış mıdır?

Evet, doğru olan, yani siz de aynı yere geldiniz bir sermaye yaratabilmemiz lazım. Çünkü elinizde diyelim ki 1 milyar dolarınız var. Bunu bölseniz, 10.000’er dolar verseniz herkese, ya da 100.000’er dolar verseniz hiçbir şey çıkmıyor maalesef. Çok iyi niyetle bir sürü insanı çalıştırıyorsunuz, ufak ufak bir şeyler de çıkabiliyor.

 

ODTÜ Teknokent’i, İTÜ’yü gezseniz hep aynı şeyi göreceksiniz. Başarılı olmuş, ödül kazanmış bir ürün çıkarmışlar, ama sonrasında bir şey yapamamışlar ve o ürünün altında kalmışlar.

 

Şurasını değiştirmişler, burasını değiştirmişler, bir para Trickle ediyor, ya da Türkiye’de çok iyi Designer’lar onu yapmış, bir uçağı yapmış, bir buzdolabını yapmış, yani iş bulamamış, çok da akıllı insanlar, hayatlarını da devam ettirebiliyorlar, ama bir marka çıkaramıyorsunuz. Yani marka çıkarabilmek için sahiden birazcık daha büyük ölçekli olmak ve mühendislikten çok profesyonel bir yönetim sisteminizin olması lazım, pazarlamacınız olması lazım, markanız olması lazım, yurt dışında ofisleriniz olması lazım, stratejik işbirliği geliştirebilmeniz lazım.

 

Bunlar çok önemli. Ben ODTÜ’de onu bekliyorum, yani biz öyle bir şirket göreceğiz. Bunu aylık Quarterly stratejik toplantılarımızda anlatacağız, bunu Arçelik bünyesinde Ford’a,  grup içindeki şirketlere nasıl uyduğunu göstereceğiz, hızlı bir şekilde, belki o şirketi almamamız lazım, bize uymasın, yani dışarıda kalsın, ama belki bir yüzdesini alacaksınız, belki çoğunluğunu alacaksınız ve onu dediğim gibi Arçelik gibi bir dünya şirketi haline getirebilmek.

 

Amerika’da risk sermayesi şirketleri var. Risk sermayesi ne demek zaten? Böyle bir sürü Connection’ı olan, 5 kişi bile olsa onun Board’una kendi adamlarını koyan, ona gerekli bağlantıları sağlayan, orada gerekli ithalat-ihracat bağlantılarını sağlayan şirketler. Yani George Soros dediğimiz adamların yaptıkları neler ya da Private Equity’nin yaptığı nedir? Ufak bir şirket buluyorsunuz, bunu borçlandırıyorsunuz, buna gerekli bağlantıları sağlıyorsunuz, verimsizlikler varsa bunu yok ediyorsunuz, ondan sonra da o şirketi bir dünya şirketi haline getirdikten sonra IPO yaparak halka açıyorsunuz ve herkesin zengin olmasını sağlıyorsunuz. Sistemi bunun üzerine olması lazım. Diğeri iyi niyetli bir çaba olur ama ne kadar edinilebilir? İki tarafta da sorun var. Yani Start Up’a verseniz, Start Up’ın belli bir büyüklükten yukarı çıkması zor, büyük şirkete de verseniz, büyük şirketin kendi içinde mekanikleri var. Onun içinde 20 proje içinde de o projenin oluşmasını sağlarsınız ama o şirkete çok büyük bir devinim, çok büyük bir atlama kaydedemezsiniz diye düşünüyorum. Onun için biraz dediğiniz gibi olması lazım. Büyük ve küçük şirketleri bir araya getirebilecek, teknokentlerin de kuluçka merkezlerinin de çok etkisi olabilir.

Özyeğin Üniversitesi’nde de böyle bir uygulamaya şahit olduk. İlk önce girişimcilik merkezi, oradan da uygun görülen projeler kuluçka merkezine alınıyormuş, sonra üniversite ortak oluyor gençlerle, melek sermayecilere yönlendiriliyor.  Mesela Koç Grubu’nun böyle melek sermaye girişimleri var mı, bir sisteme oturdu mu?

Var, var. Cem Soysal Inventram diye bir adres verebilirim. Ne kadar başarılı, Cem ile konuşursunuz ama iki üç senedir bizim de böyle bir grubumuz var. İşte ODTÜ’deki “Yeni Fikirler, Yeni İşler“ yarışması, İTÜ’deki çalışmalar, Sabancı ile çok yakın çalışıyorlar, devamlı bize şirketler getiriyorlar, Start Up’lar, üniversiteden çıkmış şirketler, bu Arçelik’in işine yarar mı, buna destek olunabilir mi, diye.

Şu an Arçelik’in genç ortakları var mı? Yani Arçelik’in ortak olduğu?

Inventram ile bir konuşursanız. Cem Soysal, yani size Koç bu konuda ne yapıyor en iyi o anlatır. Ama tabii Koç Grubu da bunu görüyor. Yani dediğiniz gibi Angel Investment, Angel Investor’lar birazcık risk sermayesi, birazcık Seed Capital, Incubator’lar, bunlarda muhakkak olmamız gerekiyor. Bizim tabii bir kuvvetimiz var, yani biz sinerji diyoruz ona ama o sinerjiyi çok başarılı kullanamıyoruz.

Elektronik yapıyorsanız otoyol ihalesi var, o elektroniği orada kullanabilirsiniz. Ford ve Tofaş’ın ortağıyız, oradaki otomotivlerden gelen bilgiyi kendi büyük Data merkezimizde ODTÜ’de işleyebiliriz, yani buradan yapılabilecek, Türkiye’nin, Google’ın Amerika’da topladığı veriyi Türkiye’de toplayabilecek kapasitemiz var. Nereden baksanız 18 milyon beyaz eşya yapıyoruz. Türkiye’nin bütün Ford, Tofaş araçlarını yapıyoruz, Türkiye’de satılan bütün petrol bizim rafinelerimizden gidiyor.

Ford ve Tofaş’ın araba elektroniğini de siz mi yapıyorsunuz?

Bir kısmını bizim ekipler yapıyor, yani Tofaş ve Otosan’daki Ar-Ge ekipleri yapıyor, bir kısmı da Michigan’daki Ford’un, ya da İtalya’daki Fiat’ın kendi ekipleriyle ortak çalışmaları var. Ama kendi elektronik gruplarımız var.

Elektrikli araba mevzusu da bir ara gündeme geldi, Türkiye’nin bu konuda bir geleceği var mı?

Var, var. Hem otomotiv, hem uçak ve uzay. Şimdi Ulaştırma Bakanlığı’nın da çok büyük katkıları var, çalışmaları var. Böyle şeylere bakmamız lazım. Dünyada aslında otomotiv değil ama mesela uçağa bakarsanız iki tane şirket var normalde ve korkunç büyüyen bir pazar var. Brezilya ve Çin şu anda çok büyük şekilde kendi uçaklarını yapmaya çalışıyor, yani bizim buralarda çok iyi yetişmiş iş gücümüz var, elektronik alt yapımız var, çok iyi mekanik mühendislerimiz var, böyle şeyleri geleneksel olarak iyi yapmışız. Bakarsanız otomotivdi, uçaktı gibi böyle mekanik Assembly’lerde, metal işlemelerde çok iyiyiz. Türkiye’nin acayip geleceği olabilir.

 

Orada hükümetimiz şöyle yanaştı yani, “Niye kendi arabamızı yapmıyoruz?“ ya da “Niye kendi uçağımızı yapmıyoruz?“, “Yüzde yüz yapalım.“  bunlar tabii yanlış yaklaşımlar. Çok pragmatik, birazcık daha popülist mi diyeyim.

Mesela BMW’ye bakarsanız, ben 10 kere BMW fabrikası gezdim, BMW’nin her şeyini Almanlar yapmaz, yapmak da mantıklı bir şey değil. BMW’nin belli teknolojileri var, motor teknolojisi, ses geçirmezliği, güvenlik, şu, bu ve bu bir de marka. Yani biz şimdi dünyanın en iyi arabasını yapsak, gene aynı yere geleceğim; markayı yaratamazsak Fiat yapamayız, yani önce bir marka yaratabilmemiz lazım, o marka çok önemli, belki almak lazım.

Grundig işi siz aldıktan sonra nasıl gelişti?

Zor bir iş, ama şu anda düzlüğe çıktık gibi bakıyorum ben. Almanya’da 2012 yılında %12’lere falan geldi, %13’lere geldi ki işte Lowe gibi markaların önüne çıktık, yani onların en lüks markalarının.

Orada, Avrupa’da satılan Uzak Doğu markaları var mı bu kadar?

Var. Samsung pazar lideri, çok kuvvetli gidiyor. Samsung bütün Avrupa pazarlarında çok kuvvetli giden, sahiden bakılması, derslerde okutulması gerekilen bir başarı hikayesi.

Kore örneğini nasıl yorumlarsınız?

Kore ve Tayvan’ı Türkiye’nin çok dikkatli okuması lazım. Çok benzer ülkeler, geçmişleri aynı, yetkinliklerimiz aynı, politik olarak aynı sorunlardan ortaya çıkmışlar ama büyük Sucess Story ve Success Story’nin hepsini devlete atmamak lazım yani şimdi mesela Kore’de Samsung ve LG’nin başarısı, Türkiye’de neden Sabancı ve Koç’un başarısı olmasın, Vestel’in, Koç’un başarısı olmasın? Buna dikkatlice bakmak lazım.

Arçelik’in böyle bir hedefi var mı?

Var. Güney Afrika’da şirket aldık, şimdi Güney Doğu pazarlarına bakıyoruz. Biz çok hızlı bir şekilde global bir şirket olmaya çalışıyoruz. Yani dünyada 14 tane fabrikamız var, 6 ülkede, Romanya’da var, Rusya’da var, Güney Afrika’da var, Çin’de var. Başka yerler de olacak, söyleyemeyeceğim. Ama bu konuda çalışmalarımız var. Dünyada nerelerde fabrikalarımız olabilir, nasıl global bir şirket olabiliriz? Samsung başka şeyler yapmış ama Samsung da bizim gibi otomotiv üretiyormuş. 20 sene önce de televizyon üretiyormuş ama cep telefonu, televizyonu bu kadar başarılı değilmiş. Samsung’u okursanız, ben çok okudum, eminim çok kişi de anlatmıştır.  

Samsung’la bugün toplantıya oturduğunuzda iki tip insan görüyorsunuz, yani Türkiye’nin bunu hemen yapması lazım, hep arkadaşlara söylüyorum. Birincisi global şirket olurken, diyelim ki şimdi Endonezya’da bir şirket kuracağız. Sizi Endonezya’ya gönderiyoruz, bir misyonunuz var, bir sene içerisinde bu kadar buzdolabı satacaksınız, televizyon satacaksınız, satış kanallarını anlayacaksınız. Onların Kwan Lee, kurucularının oğullarının şöyle bir programı olmuş: Waseda Üniversitesi’nden, Japonya’da okumuş insanları yolluyorlar ülkelerinden, Türkiye’de de aynısını yapıyorlar, hala öyle arkadaşlar var. Bir sene adam Türkiye’yi geziyor. Yani Nevşehir’de gidiyor, benim gitmediğim Doğu’daki bir sürü köye gidiyor, Türkçe öğreniyor.  Bir Teknosa’ya girip, bir Mediamarkt’a girip nasıl bir şey aldığına, birbirlerine ne hediyeler aldıklarına, ne tip buzdolabı kullandıklarına, kaç inç televizyon aldıklarına, birbirleriyle nasıl borç alıp verdiklerine, akşam ne içiyorlar,  nasıl konuşuyorlar, bir şey alma kararını nasıl verdiklerini inceliyor bu adam. Arada bir de, 3 ayda bir rapor yazıyor. Ama rapor Samsung televizyon satıyor, Sony böyle, Arçelik şunu yaptı gibi değil yani, Türkiye’yi anlıyor, genç, akıllı adamları ve bunlar ondan sonra ülkelerine dönüyor, belki bir iki ülkeye daha gelip gidiyor. Bu adamlar 40 yaşına geldikleri zaman, belli bir olgunluğa ulaştıkları zaman bir ülkelerden birine yönetici olarak atanıyorlar.

Ne zaman oluyor bu istihbarat?

Bu onların, 25 ile 35 yaş arasında. Türkiye’de böyle arkadaşlar var şu anda. Toplantılara geliyor ama hala ben ne yaptığını bilmiyorum. Her geldiğinde Nevşehir’e gittim, Alanya’ya gittim, burayı gördüm, şura şöyleydi, Kıbrıs’a gittim, ama bu adam 45 yaşında. Şimdi mesela LG’nin Türkiye’deki başındaki kişi Türkçe bilir.

Hiç Türkçe konuşmaz ama Ankara Koleji mezunudur, babası Kore’de diplomattır. Samsung’un başındaki adam Güney Afrika’dan gelmiştir, yine iyi Türkçe bilir, daha önce Türkiye’de kalmıştır. Yani böyle insanlar lazım. Siz şimdi Türk markası yarattınız, araba satacaksınız İsveç’e. Ben sizi İsveç’e yollasam, İsveç’i anlamanız 10 yıl sürer.

Bu bir istihbarat teşkilatı gibi bir şey mi?

Gibi bir şey yani. O ülkeyi bilen, o ülkenin insanlarını anlayan, o ülkenin insanlarının nasıl çalıştığını bilen, böyle bir satış veya şey grupları var yani, o işi götürecek arkadaşlar var. Tabii ki o insanın aldığı adamlar, o ülkenin en iyi üniversitesini biliyor, o ülkede nasıl satılacağını biliyor, o ülkenin satış kanalların biliyor. Bu mükemmel bir şey.  Sadece bununla olmuyor. Samsung bir de başka bir şey daha yapmış. Yarı iletken teknolojisine girmeye karar vermiş 1986, 87 yıllarında. O zaman da zor bir şey, çok büyük yatırım gerektiriyor ve Know How gerektiriyor. Şimdi Samsung’un başında olan Doktor Kwan Lee, bakarsanız, konuşursanız, hepsi Amerika mezunudur, Standford‘a, Berkeley’e gitmişlerdir.  Zor tabii, girmesi zor üniversiteler yani, kendiniz Boğaziçi, ODTÜ’yü bitirseniz bile 1 kişi, 2 kişi gider; bunların hepsi gitmişler. Halbuki nasıl gittiniz, akıllı adamlarsınız. Hepsi Samsung’da işe başladıktan sonra bir iki seneliğine, dört- beş seneliğine buralara yollanıyorlar. Ve hala Samsung çalışanı olarak buradan doktora alıyorlar ve çok iyi konularda, yarı iletken teknolojisi, nano teknolojiler, MEMS konularında doktora yapıyorlar, ondan sonra da hepsi kendi ülkelerine geri dönüyorlar.

 

Bu adamlar tabii ki Texas Instruments’da, Applied Materials’da şurada burada çalışabilecekken hepsi ülkelerine geri dönüyor ve bugün dram konusunda, mikro işlemci konusunda, çipler konusunda, Samsung’un yarı iletken konusundaki bütün teknolojisini 20 sene önce Amerika’ya yollanmış ve geri dönen bu ekipler yapıyor yani.

Türk modeli, tersine beyin göçü olur mu? Yani bizim de böyle birçok mühendisimiz var mı?

Var. Yolluyoruz ama çoğunu Türkiye’ye döndüremiyoruz, ona göre iş fırsatı yaratamıyoruz, yine çok adam yollamışız ama belki böyle anahtar teknolojilerde değil. Herkesi bırakmışız, sen ne okursan oku, kendi kafana göre takıl. Yine Silikon Vadisi‘nde bir sürü şirkette Türk mühendisler var ama bunları toparlayamıyoruz. Yani orada sistematik bir olay var. Adam diyor ki ben tümleşik devre yapacağım Semiconducter konusunda dünyanın en iyilerine ihtiyacım var, bazıları da tabi TI’da çalışmış, Applied Materials’da çalışmış, National Semionducter’ta konusunda İntel’de çalışmış, onları tutup getirmişler. Bazı konularda da Amerika’nın en büyük kuvveti budur, yabancıları getireceksiniz.

 

Şimdi Türk şirketlerine giderseniz kaç tane yabancı görüyorsunuz? Halbuki Amerika’ya bakarsanız, Amerika dünyanın en akıllı öğrencilerini üniversiteleri sayesinde getiriyor. Bu inanılmaz bir devinim çünkü 300 milyonluk bir ülke düşünün, tabii ki bunun bir kısmı Hintli, Çinli, servis sektöründe çalışan, iyi eğitim görmemiş binlerce insan var. Ülkemizde de vardır ailevi nedenlerle, çevresi nedeniyle iyi eğitim görme şansı bulamamış kişiler. Ama düşünün bize çevredeki ülkelerden her sene 80 bin ya da 100 bin tane o ülkelerin en iyi okumuş adamı gelse, Türk üniversitelerinde okusa, burada master, doktora alsa. Ve sonra bunlara Türkiye’de çalışma fırsatı versek bunların ekonomiye sağlayacağı katkıyı düşünün.
Böyle bir şey sağlanabilir mi peki?

Bunu bir Amerika sağlayabilmiş. Yani Almanya, Kanada ve Avustralya uğraşıyor, kültür olarak Kore ve Japonya bunu sağlayamamış.

Yani bugün Kore’ye giderseniz, Amerikalılar falan hem çalışamıyorlar, hem Kore de hiçbir zaman bir sene sonra o adamları Amerika’daki gibi vatandaş yapmadığı için ya da Japonya hiçbir zaman onları vatandaş yapmadığı için hep kendilerini yabancı hissetmişler.

Silikon Vadisi şirketlerinden bir yöneticiyle konuştuğumda Kore’ye bayağı Amerikan sermayesinin girdiğini söylemişti. Doğru mudur?

Giriyordur, doğrudur, bir sürü yatırım vardır.

Şirketlere de ortak oluyormuş, bu doğru mudur?

Ama iş gücü olarak. Benim söylediğim Türkiye’de Google’da çalışan Türkler, Fransızlar, Japonlar, yani Amerika’nın öyle bir çekim gücü var. Ben her zaman için Türkiye’nin insanlarının yaklaşımı, yani bunu yapabileceğini düşünüyorum. Yani Almanya bunu yapamaz, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, ne kadar medeni bir ülke olursa olsun, her zaman için belki biraz dinden, belki biraz yetişme şekillerinden, belki dillerinden dolayı bunu yapmaları zor.

 

Türkiye‘de ise bizler açık insanlarız. Yani insanlara karşı hiçbir zaman bir ırkçılık, ayrımcılık yapmıyoruz. Dostane insanlarız, yani politikamıza, şuna, buna, dinin çok baskın olmasına bakmayın. Aslında Türk insanının yaklaşımından dolayı bunu çok daha rahat yapabilecek bir ülke konumunda. Çok girişimci bir halk aslına bakarsanız, dünyanın her yerine gitmiş. Yeniçeriler, Osmanlı İmparatorluğu kolay bir şey değil yani sadece istila ile olmuyor. O halkları anlayabilmek, onları belli yerlere getirebilmek, onu çok iyi yapmışız.

Peki ya o zaman politikamız ne olmalı?

Valla eğitim politikamızın biraz buna göre değiştirilmesi lazım. Yani akıllı insanların Türkiye’ye gelmesinin bence muhakkak desteklenmesi lazım. Şirketlere bu insanların girmesinin kolaylaştırılması lazım.  Devletin böyle bir politikası var mı, nasıl dış yatırımı çekmeye çalışıyoruz, bence iş gücünü de çekmemiz lazım. Tabii ki eğitim sistemimizi düzeltelim, çok daha başarılı olsun ama Azerbaycan’da çok iyi yetişmiş biri varsa, Irak’ta, Suriye’de çok iyi yetişmiş bir doktor varsa niye Türkiye’ye gelmesin? Burası bu insanları da çekebilecek bir yer. Şimdi siz Suriye’de olsanız bu ülkeye bir mühendis olarak gelmek istemez misiniz? Tabii ki gelmek istersiniz. Hani belki Amerika’ya gitmek istersiniz ama Suriye ile Türkiye’nin konumunu düşünürseniz çok daha akıllıca bir şey.

Fatih Projesi ile ilgili siz bir faaliyet yürütüyor musunuz? Arçelik veya Koç Grubu projenin ne kadar ve nasıl içerisindedir ?

 

Yürütüyoruz. Valla bizim için çok önemli bir proje. Tabi benim genel düşüncem proje biraz tersten işliyor. Her işimizdeki gibi birazcık daha popülist ilerledi. Biliyorsunuz.

 

Nasıl yani? Biraz açıklar mısınız?

 

Projelerin 3-4 tane Stage’i var. Bir tanesi e-tahta. Bir tanesi tablet ama bence projenin en önemli tarafı tabi ki geniş bant altyapısı. Ben böyle bir proje yapsam okullara önce,  o geniş bant altyapısını nasıl götüreceğimi, o bilgiyi nasıl dağıtacağımı, Bulut Bilişim Sistemi yapacağımı, sunucu vericilerin nasıl çalışacağını, kitapların bir anda nasıl dağıtılacağını, nasıl Cash edileceğini önce bunları hesaplardım. Bunları getirirdim. Ondan sonra e-tahta yapmak ya da tabletleri dağıtmak gelirdi. Bu metro yapmak gibi yani. Senelerce çalışırsınız kimse de metro yapıyor ya da şey yapıyor demez. Biz onun için otobüs alıyoruz hemen onun açılışını yapıyoruz. Bak ben bu otobüsü aldım, gidiyor, geliyor diyoruz. Bunda da aynı şeyi yaptık. Bak tablet veriyorum. Aman 1 Eylül’de hazır olsun. Televizyonlar hazır olsun tableti vereyim. Yani bizim bazı konularda işimize yarayan bir aceleciliğimiz, bir plansızlığımız var. Almanlarda da tam tersidir. Amerikalılarda da öyle. Önce sistemi tasarlarlar ondan sonra onun parçacıklarını tasarlayıp oraya koydururlar. Uçak yapabilmek için de böyle bir şey lazım.

 

Çok iyi niyetle başlatılmış olsa da korkarım beklenen verimi, başarıyı sağlayamayabilir ama bizim için şöyle bir iyiliği var, size bir akım veriyor. Biz şimdi e-tahta geliştirdik. Şimdi onu Microsoft ile Intel ile beraber pazarlıyoruz. Microsft Redmond’a giderseniz bizim e-tahtamız var. Üzerinde Windows 8 çalışıyor. Avrupa’daki eğitim merkezlerinde, Avrupa’daki eğitim fuarlarında bizim e-tahtamız çalışıyor. Umarım buradan Türkiye’nin ihracatını çıkartabilecek bir şey çıkartmaya çalışacağız. Tablet işine de girdik. Normalde Arçelik tablet işine girer miydi? Girmezdi.

 

Çünkü Arçelik Türkiye’de de en fazla patent alan firma bildiğim kadarıyla. Doğru mudur?

 

Arçelik olarak bizim şöyle bir misyonumuz var. Ben bunu anlatırken de çok hoşuma gidiyor. Böyle üniversitelerde anlatıyorum. ODTÜ Teknokent’e girerken amacımız oydu. Şimdi bir firma düşünün kendi teknolojisini geliştiriyor. İşte kurutucuda, buzdolabında, çamaşır makinesinde sahiden çok iyi bir kalitemiz var.  Ayrıca fiyatlarımız da çok rekabetçi. Aslında bir satıcıysanız en mükemmel şey. İşte adam bir ürün yapıyor. Kalitesi çok iyi. Fiyatları tutuyor. Bunu çok fazla satabiliyorsunuz. Ayrıca bizim çok iyi de üretim mühendisliğimiz, üretim planlamamız var. Belli bir sayıya da gelince işte 18 milyon 20 milyon beyaz eşya yapabiliyorsanız çok iyi satın alma yapabiliyorsunuz. İyice masraflarınızı düşürüyorsunuz. Fabrikalarınızı düşürüyorsunuz. Lojistiğinizi, tedariğinizi, her şeyi ona göre ayarlıyorsunuz ama sonuç olarak bir şey tasarlıyorsunuz. Bir şey üretiyorsunuz. Satıyorsunuz ve belli bir para kazanıyorsunuz.

 

Şimdi dünyaya bakarsanız inanılmaz bir değişim var. İşte Google şirketi. Gezerseniz görüyorsunuz zaten. Ne fabrikası var. Ne deposu var. Ne bir şey üretiyor. Ne bir şey tedarik etmesine gerek var. Bilgisayar mühendisleri programları yapıyorlar. Her şeyi onun üzerine yapıyorlar. Büyük veri merkezleri var ama kimseyi çalıştırmaları gerekmiyor. Oradan milyarlarca dolar para kazanıyorlar. Hem de tümleşik devre tasarımı yapmadan. Kafayı kullanarak, Information Work ya da Knowledge Work’u kullanarak çok çok büyük cirolar elde ediyorlar. Bizi düşününce ben hep patronlarımla bunu konuştum. Dedim ki 18 milyon evde televizyonunuz, buzdolabınız, çamaşır makineniz olduğunu düşünün. İnanılmaz bir şey. Nereden bakarsanız. Biz ne biliyoruz? Bunları kime sattığımızı biliyoruz. Kaç kere servis aldığını biliyoruz.

Bir evin içinde kaç tane çamaşır makinemiz, buzdolabımız olduğunu, ne zaman yenileyeceğinizi biliyoruz ama onun haricinde bir şey bilmiyoruz.

 

Şimdiki yaptığımız televizyonumuzda neler bilebiliriz? İnternete bağlanabilirsiniz. Belli aplikasyonlar, uygulamalar, servisler indirebilirsiniz. Bunları kullandığınızda, hangilerini kullandığınızı bilebilirim. Hangi reklamları izlediğinizi bilebilirim. Hangi kanalları değiştirdiğinizi bilebilirim. Çamaşır makinenizi ne zaman kullandığınızı anlayabilirim. Hangi Cycle’da kullandığınızı, haftada kaç kere kullandığınızı, elektrik düşerse gece yarısı kullanmanız için size bir bonus verebilirim. Bunları birbiriyle konuşturabilirim. Daha az enerji harcarsınız. Size uygun yani. Google nasıl para kazanıyor? Sizin nereyi aradığınızı ya da ne baktığınızı için ona göre reklam verebiliyor. Bu tip uygulamalar yapabilirim. Onun haricinde televizyondan satarak belli bir para kazanıyorum ama o televizyonu çeşitli uygulamalarla, servislerle genişleterek çok uzun bir süre sizden para kazanabilirim. Yani ilk sattığımda değil, ondan sonraki 5-6 sene. Yeni diziler indirirsiniz, yeni uygulama indirirsiniz. İstanbul trafiğini oradan görmek için para verirsiniz.

 

İçerikle ilgili bir işe girmekten mi bahsediyorsunuz?

İçerik de olabilir ama esas benim aklımdaki hep altyapı. Yani onu sağlayacak altyapı. İçerik benim işim değil sonuç olarak. İçeriği Doğan Grubu yapabilir, Doğuş Grubu yapabilir. Sizler yapabilirsiniz ama benim öyle bir sistemim olsun ki siz yeni bir film çıkardığınızda, Dolby’de biz hep bunu düşünürdük. Film nasıl çıkıyordu? Bizim Processor’umuz vardı. İşte bir film çıkıyor cuma günü. Amerika‘da her yere dağılıyor. Herkes de onu gösteriyor. Biz de oradaki teknolojiyi, ses ve görüntüyü film sahnesine aktarıyorduk ama aslında biz ne yapabiliyorduk? Singapur’daki makinemizin ısınıp ısınmadığını görebiliyorduk. Şimdi böyle yetkinliğiniz var ama insanlar hala filmleri basıp, dünyanın her bir yerine bunları yollamaya çalışıyorlar.

 

Şimdiki durumumuz da öyle. Bakarsanız siz filminizi yaptınız. CNNTÜRK gösterdi. Ben salı günü saat 8′de boşsam, zamanım da uygunsa, reklamlar da verildiyse sizin programınızı seyredeceğim. Halbuki ben istiyorum ki sizin programınızı herkes seyredebilsin. Arçelik, Beko televizyonunu açan herkes, ilk onların özel bir sayfası oluyor. İşte hava durumu, gittiği trafik nasıl programları indirilmiş. Sizin programınızı da görsün. Türk elektronik sanayi ile ilgili de böyle bir program yapıldı. CNNTÜRK’te oynandı. Bunu göstermek istiyorsan seyretmeye bastığın anda benim ODTÜ’deki sunucuma bağlansın. Oradan benim programıma Multi Cast ediyorum zaten. Alsın, gösterebilsin. Yani benim böyle yetkinliklerim var. Böyle altyapılarım var. Ondan sonra dediğim gibi Koç Grubu olarak da önce Türkiye’de sonra dünyada inanılmaz bir bilgi toplama şansın var.

 

Bilgi ne demek? Televizyonum nasıl kullanılıyor? Çamaşır makinem nasıl kullanılıyor? Bulaşık makinem nasıl kullanılıyor? Opet’ten insanlar günde kaç kez benzin alıyor? Migros’ta alışveriş yaptıklarında ne alıyorlar? Çocuk bezi mi alıyorlar? Kaç lira harcıyorlar? Ford, Fiat arabalar Boğaz Köprüsü‘nden kaç kere geçiyorlar? Duruyorlar mı? Yavaşlıyorlar mı? Yani hiç Mobese kamerası ya da trafik kamerası koymadan Türkiye’deki arabaların nasıl gittiğini, hangi yolların sıkışık olup olmadığını bile anlayabilirim. Ne kadar benzin aldığınızı ölçebilirim.

Migros’taki alışverişten ne kadar sattığınızı öğrenebilirim. Setur mağazalarına bakarak havaalanları dolu mu değil mi onu anlayabilirim. Yani bütün o bilgi bana akmaya başladığı zaman.

 

Ben yazar kasa yapıyorum. Yazar kasalarda Türkiye’de ne kadar satış yapıldığını Gelir İdaresi Başkanlığı‘na söylemem gerekecek her gün. Yani bu inanılmaz bir bilgi. Türkiye’nin bütün bilgisini elinizde tutabilirsiniz. Buna göre inanılmaz kararlar verebilirsiniz. Daha sonra bunu diğer ülkelerde yapabilirsiniz. Avrupa’da yapabilirsiniz. İstanbul’un büyük bir trafik problemi var. Belli yolları pahalı hale getirirsiniz belli yolları ucuz hale getirirsiniz. Çok tıkanıklık oldu mu? Bunları hep belirli bir düzen içerisinde kurabilirsiniz. Türkiye’nin belli bir enerji harcama durumu var. Herkes 8-11 arası harcıyor. Halbuki o enerjiyi daha ucuz yaparsınız gece yarısı. Biz klimalarımızı, buzdolaplarımızı gece yarısı çalıştırabiliriz. Bunları kompanse edebiliriz. Bunları yapabilecek gücümüz var. Bizim Koç Grubu ve Arçelik olarak bunlara birazcık daha yönelmemiz lazım.

 

Bunlar M2M teknolojileri gibi mi diyorsunuz?

 

Tabi. Katma değer sağlayacak ve sahiden bir televizyon satmaktan, bir buzdolabı satmaktan çok daha önemli. O buzdolabının enerji koruduğunu düşünün. Türkiye’ye çok büyük katkısı var. Bizim şu anda enerjimiz yetmiyor, diyoruz. En büyük paramızı neye veriyoruz? Benzine harcıyoruz ama kimse şey düşünmüyor, trafikte 3 saat geçiriyorum acaba benzin nasıl yakarım, diye az yakmayı düşünmüyor. Bir santral daha yapalım, bir baraj daha yapalım. Daha çok su harcayalım. Tamam, bulaşık makinemizi daha az su harcayacak şekilde yapıyoruz ama belki daha da az elektrik harcamamız lazım ya da elektrik kullanılmadığı zamanda elektriği kullanmamız lazım.

 

Güneş enerjisi ile ilgili bir çalışmanız var mı?

 

Var ama o konuları yani güneş, rüzgar gibi enerjileri muhakkak devletin desteklemesi lazım.

 

Arçelik’in 1 numaralı gelecek gündemi o zaman bu anlattığınız teknolojiler, öyle mi?

 

Beyaz eşya tarafında Arçelik’in esas yöneliminin enerji olması lazım.

Enerjiyi iyi korumak, çevreye saygılı olmak, az su harcamak, az elektrik çekmek, Competitive olmak, ülkelerin gerektirdiği ürünleri yapabilmek. Bir Japon, gidip görüyorsunuz. Tek başına yemek yiyor. Bir tabak harcıyor. Türkiye’de 20 kişi yemek yiyoruz. Aynı buzdolabını alıp Japonya’ya satmanız imkansız. Japonya’dakini alıp Türkiye’ye satmanız imkansız. Global oldukça o ülkelere uygun şeyler yapmamız lazım. Elektronik olarak bizim yapmamız gereken de biraz evvel anlattım, Big Data. O Data’yı nasıl çok hızlı işleriz. Oradan nasıl katma değerli uygulamalar çıkarırız gibi. Yani bizim en büyük değerimiz Türkiye halkının ne yaptığını anlayabilecek Modelity’lerimiz var. O bilgiyi toplayıp ona göre karar vermek. Karar vermemiz lazım.

 

Belki işin fantezi boyutu Türkiye için… Apple veya Samsung Galaxy gibi bir ürün çıkarabilmek mümkün mü gelecekte? 

Ya da Arçelik’in bütün bugün gündemi dışında gelecek için ürün hayali, Trendsetter ürün hayal eden grupları var mı? Fantezi ya da istişare grupları diyelim.

 

Var tabi. Stratejik ekiplerimiz var. İki tarafı var. Bir, global olarak şirketi nasıl büyütebiliriz var. Hangi ülkelere gitmemiz lazım? Ne yapmamız lazım? Bir de, bizim düşüncemiz var.

 

Biliyorsunuz, görmüşsünüzdür belki. Bir tane Arçelik Türk kahve makinesi var. Bizim arkadaşların yaptığı. 20-22 patenti olan. İşte şimdi çay makinesi çıkacak. Bunlar çok büyük alanlar aslında bakarsanız. Starbucks’lar şimdi Türk kahvesi isteyecek Arçelik’in makinesini kullanıyor. Halbuki o bizim ev için yaptığımız bir makine. İşte bunlar birbirine bağlanabilir. Bunun endüstriyel formu yaratılabilir. Bütün uçaklara böyle bir şeyler konulabilir.

 

Dediğiniz gibi trenlere, uçaklara televizyon yapabiliriz. Onların yayınını sağlayacak bir altyapı yapabiliriz. Böyle bir sürü planımız var. Yani şu anki işimiz değil de biz 5 sene sonra ne yapmak istiyoruz? Aynen Apple gibi yani. Apple bilgisayar yapıyordu. 2001 yılında iPod yapmaya başladı. Şimdi iPod falan değil, 2007 yılında iPhone yapmaya başladı. Telefon yapmayan bir firma şu anda dünyanın 500 milyar dolarlık şirketi. Korkunç bir rakamı oradan geliyor. Arçelik’in de aynı şeyi yapabilmesi lazım. İnanılmaz bir nüfus. İnanılmaz bilinen bir marka, en azından ülkemizde. Servis ağı, her yerdeyiz.

 

Financial Transactions çok önemli. Yani ileride para falan kullanmayacağız, farkındasınızdır. O paralar nasıl gidecek? Nasıl gelecek? Onların altyapısı nasıl sağlanacak? Güvenliği nasıl sağlanacak?  Yani devletin Türkiye’ye yapabileceği en iyi şey geniş bant ağını sağlamak. Onun üzerine yapabileceğimiz çok şey var. Komünikasyon da kolay olur. Para alıp verme de çok kolay olur. Ulaşıma çok büyük ilgili olur. Belki o kadar ulaşımla gidip gelmemiz gerekmez. Evden çalışabiliriz. Çok iyi bir video konferans sistemi ile dünyanın her yerine bağlanıyoruz.

 

Genelde bu işin kötümserleri hep işin finans, rakam boyutlarını karşılaştırıp, Türkiye bir şey yapamaz, diyor ama siz gördüğüm kadarıyla tasarım kısmıyla ilgili olarak da bayağı umutlusunuz.

 

Ben çok umutluyum. Tabi Silikon Vadisi’nde yaşamanın güzelliği o yani. Oradaki şirketler arkadaşlarımın. Google’da bir sürü arkadaşım var. Biz aynı durumdaydık. Bir yerden para bulduktan sonra. Türkiye’de şu anda para var. Onun için umutluyum.

Biraz daha küçük tarafta konuştuğunuz zaman onu görmüyorsunuz ama sahiden biz harcadığımız paranın çok büyük bir kısmını yatırım olarak geri döndürmeye çalışıyoruz. Hala yeterli midir? Değildir çünkü Intel şirketini örnek vereyim. Intel çok çok iyi. Dünyanın en büyük yarı iletken şirketi. En zor senesini yaşıyor. PC satışları yaşıyor. PC satışları düştü. Ultrabook’lar satmıyor. Tablet olayı başladı. Cep telefonu başladı. İkisinde de çipi yok Intel’in ve bu sene kazandığı paradan daha fazla yani hala 1-2 sene daha bu parayı kazanmaya devam edebilir, Nokia gibi… Ama kazandığı paradan daha fazlasını yatırıyor. 13 milyar dolarlık yatırım yapıyor. Neden? 9 nanometre Fab yapabilmek için, diyor ki: “Ben cep telefonu ya da başka bir şeyde başarılı olduğum anda kimsenin 9 nanometrelik Fab’ı olmayacak. Bu pazarı ben tekrar ele geçirebileceğim.” Bizim de öyle düşünmemiz lazım. Hazır olmasak bile o yatırımları yapabilmemiz lazım. ODTÜ’den, Boğaziçi’nden çıkan mühendisleri kaçırmamamız lazım. Şimdi benim bir mühendisim BMW’ye gitti. Ankara’daki.

Çok büyük acı veriyor bana yani. Keşke bazı projelere önceden başlasaydık da o çocuğu tutabilseydik. Böyle her giden insan bizim için bir acı ve dediğiniz gibi o yatırımları zamanında yapmadığımızı gösteriyor. Onun için de TEYDEB’e, devletin desteklerine kızmıyorum. Sadece onların desteğini Koç Grubu‘na anlatmaya çalışıyorum ki ona uygun projeler yapalım. Birazcık daha uzun dönemli projeler yapalım.

 

Peki, sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

 

Bence çok güzel bir şey yapıyorsunuz. Sizi onun için takdir ediyorum. Umarım diğer kişilerin görüşlerini de görebilirim.

 

Farkındalığı artırmak, aslında bizim belgeselle hedefimiz o.

 

Ben Boğaziçi‘nde hep onu görüyorum. 50 kişi seçiyorsunuz. Onları yetiştiriyorsunuz. Elektronik mühendisi yapıyorsunuz. 20 tanesi bankacı oluyor. 5-6 tanesi muhasebeci oluyor. En iyi adamlarımıza ODTÜ’deki, Boğaziçi’ndeki, İTÜ’deki yani bu kadar insanları sahiden bu sektörde tutabilmemiz lazım. Onun için de dediğiniz gibi belli bir yatırım, belli bir büyüklüğe ulaşmak gerek. O insanları motive edebilecek getirileri yaratabilmemiz lazım.

 

Tabi Türkiye’deki siyasal olayların da sürekli negatif lanse edilmesi de… Yani iş dünyasının bu atılımlarını biraz gölgeliyor. Ben onu görüyorum. Oradan insanlar negatif görüşe kapılıp Türkiye’de bir şey yapılmaz sonucuna varıyorlar.

 

Bizim biraz daha anlatmamız lazım. Televizyonumuz, yazılı basınımız, biliyorsunuz biraz daha kolaya kaçıyor. Bir New York Times, bir Wall Street okusanız, dünyada yapılanlarla ilgili çok haber var. Bizim haberlerimiz biraz daha kolay haberler. Televizyonu açıyorsunuz evlenme programı. En kolay program. Evlenmek isteyen kadınlar erkekler bir arada. Öyle 3-4 saat geçiyor ve bunu seyrediyoruz yani. Dünyanın her yerinde futbol falan var ama dediğiniz gibi birazcık daha belgeseller, Documentary’ler, dünya nereye gidiyor… Biraz heyecan vermemiz lazım. Biz gençken heyecan alırdık.

 

Yani biz öyle bir nesiliz ki devletin sahiden kıt kaynakları bize verilmiş. Mühendis yapmışlar. Biz 5 kuruş ödemedik ne ilkokulda ne ortaokulda ne üniversitemizde. Master’a gittik orada da Amerika bizden para almadı. Üstüne para verdi. Aslında hem yurt dışı hem Türkiye bütün kaynaklarını bize ayırmış. Bizim de bir şeyler geri vermemiz lazım. Onun için de hepimizin motivasyonunu kaybetmemesi lazım, diye düşünüyorum.

 

Çok teşekkürler Erkan Bey.

 

Ben teşekkür ederim.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Enver İbek Söyleşisi

“80′lerde telekomünikasyon açılımıyla çok büyük adım atıldı. Teletaş ve Netaş, o zamanın iki büyük firması, telekomünikasyona ayrılan kaynakların, zamanın Başbakanı Turgul Özal tarafından çok önemli ölçüde artırılmasıyla kaynak sağlandı ve bu sanayi birden gelişti.“

 

Daha önce Türkiye’de telekomünikasyon yatırımları nispeten az oluyordu. Rahmetli bunu bir sorun olarak değerlendirdi. Sanayiden çok işletmenin, insanların haberleşmesinin gereğine inandığı için nedir burada eksik, dedi. Yatırım. Yatırım nasıl yapılacak? Şöyle yapılacak. Bu Teletaş, Netaş, Siemens gibi kuruluşlar ile. Onlar büyük ölçüde Türkiye’nin ihtiyacını karşılamaya soyundular. İşte Teletaş tarafını ben daha çok biliyorum tabi. Teletaş‘ta PCM dediğimiz transmisyon cihazları vardı. Onunla ilgili olarak Tübitak’tan bir destek aldı. Tübitak’ta bir grup o işle ilgili çalıştı. Daha sonra Teletaş’a geçtiler ve yerli PCM üretildi ama yerli üretildiği için hemen satın alınmıyordu.

 

PCM nedir?

 

Dijital transmisyon cihazı yani bir yerden bir yere aynı anda çok fazla kişinin konuşmasını sağlayan, çoklama. Adı da Multiplex, çoklama teçhizatı. O grup Teletaş’a katıldı.

 

Yerli yapınca hemen kapılar açılmıyordu. Yani ihaleye… Biz Ptt ortaklıydık buna rağmen Ptt bizi ihalelere alan bir yol izledi. Biz de diğerleri gibi teklif veriyorduk. Hatta hiç unutmuyorum, bir Japon firması vardı. Daha önce Türkiye’ye PCM’leri onlar satmıştı. Türk Telekom, o zaman daha Ptt. Ptt yeni bir ihale açtık, biz de katıldık ihaleye. Fiyatımız ondan biraz ucuz olmasına rağmen bizden önce almaya biraz tereddüt ettiler. Sonra fiyatımızı iyice indirdik. %20-30 aşağı olduk. Artık bizi gözardı edemediler. Yarısını verdiler ama işin. O da mantıklıydı. Bir işletme tamamen riske etmeyebilir ama ondan sonra ispat etti cihazlar kendisini. Ondan sonraki ihalelerde çoğunu aldık.

 

İşte böylece telekomünikasyon alanında çok büyük gelişmeler oldu. Bu tabi yan sanayiyi de geliştirdi. Mesela Netaş santral yapıyordu. Orada iki yol benimsedik. Bir tanesi böyle kendi geliştirdiğimiz şeyler. Bir tanesi de geliştirmenin zaman alacağı bazı ürünler için lisans aldık, mesela Radio Link. Havadan nakil için, telsiz nakili için kullanılan bir cihaz.

Ona da çok ihtiyacı vardı Ptt’nin ama bizim konuda eleman yetiştirip, Ar-Ge’sini yapması, tamamlaması falan vakit alacağı için bir lisans alma işlemi yaptık. Daha sonra santral lisansı alarak santral ürettik.

Yani bu seri devam etti, gitti.

 

Peki, bu Netaş’ın, Ptt-Arla’nın kurulması bir parti politikası mı? Adalet Partisi vizyonu mu yoksa Devlet Planlama Teşkilatı mı?

 

Daha eskiye dayanıyor. Turgut Özal’dan önceki bir gelişme o. Aslında Ptt’nin bir stratejisi bu. Ptt ilginç bir kurumdu. Ptt, 1840-50 civarında kurulmuş ama ileriye bakan, teknoloji de olduğu için telekomünikasyon tarafında, ileriye bakmaya kendini yönlendirmiş bir kuruluştu. Ben 1968 yılında girdim Ptt’ye ve o zaman şaşırmıştım. Ptt’de dünyanın çok çeşitli üniversitelerinde okumuş mühendis vardı. 3 kaynak daha çok: Amerika, İngiltere ve Fransa.

 

Kaç yaşındaydı bu mühendisler?

 

Ptt, zamanında insanın kıymetini görmüş ve demiş ki:  “Benim işimi yapmam için insan kalitesini geliştirmem lazım. Kaliteli insan çalıştırmam lazım. Nasıl yaparım bu işi ? Ben insanları teşvik edeyim, burs veriyim.“ demiş ve Türkiye’de, özellikle İTÜ’de şu vardır, Ptt burslusu kişiler. Yetinmemiş bir de yurt dışına burs vermiş. İşte Amerika’ya, İngiltere’ye…

 

50′li yıllarda mı oluyor bunlar?

 

50′li yıllarda hatta daha da erken. 2. Dünya Savaşı’nın hemen bitişi, 45-50 oradan başlamış. Amerika’ya gidişler. Ondan öncede de harp zamanı da gidenler olmuş. Onların sayıları nispeten az. Bu insanlar oralarda iyi okullarda eğitim almışlar.  Standford’lar vs’lerde kaydolmuşlar. Oradan mezunlar. Bunların bir kısmı kalmış yani her zaman olur o. Bunu göze almışlar yani olacak o kadar demişler ve dönenler çalışmaya başlamışlar. Onlar da hep taze bilgileri artı bir de batı ile tanışmış olmanın verdiği rahatlığı yansıtmışlar. Dilleri çok iyi. Dil bilmeleri vs’yi getirmişler. O tabi mevcut, lokal mühendisleri de hareketlendirmiş. Mesela bütün alımlarının şartnamelerini PTT kendisi yazardı. Bu önemli bir şey yani o konuyu iyi bilmeyi gerektirir. Yabancı firmalardan tabi cihaz alınıyor. O cihazlar tabi kurulurken yahu şöyle değil de böyle yapsanız daha iyi olur gibi tavsiyelerde bulunabilecek yetenekte insanlar vardı. Böylece Telekom açısından iyi bir insan havuzu vardı. İşte o zamanlar düşünülmüş. Yani biz sadece almakla yetinmeyelim. Biraz da kendimiz bir şeyler yapalım diye ve ilk araştırma laboratuvarı öyle kurulmuştur. Yine Fikret Yücel’le.

 

Ptt Arla mı?

 

Ptt Arla öyle kurulmuştur. Bazı şeyleri biz yapalım diye. Her şeyi yine biz yapamacayaksak bazılarını alalım, görüşü çıkmış. İşte o zaman mesela Netaş kurulmuş. Netaş,  Kanada şirketi ortaklığıyla kurulmuş. Hiç olmazsa burada üretilir, denmiş. Bir nedeni de şu olduğu söylenir hep: O zamanlar döviz kıt. Bir ara 70 Cent’e muhtaçlık bile vardır. Demişler ki yani biz bunu dışarıdan dövizle alacağız ama döviz olmayınca alamıyorsun.

Yani ülke içinde bunları yapmaya çalışalım ki döviz ihtiyacı azalsın. Dolayısıyla işimizi daha rahat görelim ve işte Netaş o amaçla kurulmuş. Bu devam etmiş.

 

Yani Enver Bey bu tamamen bürokrat vizyonudur, diyebilir miyiz? Partilerden bağımsız?

 

Bürokrat vizyonudur evet. Kamu iktisadi teşekkülüydü Ptt ve daha özerk yapıdaydı. O bürokratların bir kısmı akademik hüviyeti de olan ve akademi ile üniversitelerle yakın ilişkileri olan kişilerdi. Mesela rahmetli oldu, Bozkurt Özal vardı. Özal’ın kardeşi. O da Ptt burslusudur İngiltere’de. Ama Ptt’de fazla çalışmadı. Abisi onu Devlet Planlama Teşkilatı‘na almış daha sonra. Bayağı önemli kişiler vardı.

 

Ben kitaplarınızı ineledim. Geçmişten günümüze Özal’dan bayağı bahsediyor. 60′lı, 70′li yıllarda  Devlet Planlama Teşkilatı’nda mı?

 

Evet ama bize yansıyan asıl özellik telekomünikasyon alanına yaptığı yatırımlar. Yani şunu söyleyeyim önce Ptt’de çalıştım. Orada yıllık olarak 150.000 hat dağıtabiliyorduk. Hiç kimseye de yetmiyordu 150.000 abone. Daha sonra Turgut Özal’ın milyonları çıktı bir anda. Rakam o kadar büyüdü yani ve o rakamları biz üretici olarak ertelemeye başladık. Yani yetiştiremiyorduk. Normalde üretici daha fazla ister, daha fazla sipariş ister. O zaman ben Teletaş’a geçmiştim. Ptt Genel Müdürlüğü yetkilileri gelirdi 10 tane değil 20 tane istiyoruz biz, derdiler. 20 tane yapıyorsunuz, 40 tane istiyoruz. Yani böyle büyük bir talep yarattılar bize. O taleple Teletaş’ta bir ara 3000′e yaklaştı kadro. Bir telekomünikasyon şirketi için 3000 kişi bayağı büyük bir rakamdır. Turgut Özal’dan biraz onun için çok bahsediliyor olabilir. Bir de ileri görüşlü bir adamdı.

 

Telekom Know How’ı ile GSM’in bir etkileşimi var mıdır? Biz bu Telekom yatırımlarını yapmasaydık GSM, 3G olayları olur muydu? Bunlar birbirine bağlı mıdır, bağımsız şeyler midir?

 

Çok bağlı değil, yani şöyle değil. Türkiye’den çok dünyadaki bir akıma katılma şeklinde oldu. GSM, Türkiye’de başlamadan önce zaten analogla bir radyo vardı. Nokia’nın belki hatırlarsınız, belki babanız hatırlar böyle omuzda taşınırdı, bayağı çanta halinde bir mobil telefondu. O omuzda taşınır ve oradan kablosuyla bağlıydı. Oradan konuşuluyordu. Araç telefonu olarak yapıldı önce. Araçlara takılırdı.

 

1G denebilir mi?

 

Olabilir, doğrudur. O yapıldı. O geldi bir şekilde. Ondan sonra yurt dışında GSM’ler başladı. GSM bildiğin Avrupa standartıdır. Amerika standartı değil. Avrupa Telekomünikasyon Birliği’nin bir başarısıdır yani bu analog radyo sistemlerine rakip olarak bir dijital sistem oluşturalım diye yola çıktılar.

 

80′ler de mi?

 

80′lerin sonu ve GSM standartı çıktı mesela. O zaman, 80′li yıllarda Ptt kendisine yeni bir şebeke kurmak istiyordu. Mobil şebeke. Analog çalışıyor o zaman. Dijital ufukta. Analog almaya karar verdi. Biz ona çok itiraz ettik. Dedik ki böyle şey olmaz.

Bir sene sonra devreye girecek teknoloji var bu devre dışı kalacak, diye. 89′da ben Almanya’ya gitmiştim. Bu GSM’i incelemeye. Mobil telefon dedikleri kamyonet arkasında taşınıyordu. Prototip falan kocaman şeylerdi ama hızlı gelişti ve en önemlisi de umulandan çok hızlı geliştirildi teknoloji. Önemli hız da kullanıcılarda oldu. O zamana kadar telefon kullanmanın bir paradigması vardı yani olur, her yerde olmaz, evde ofiste olur telefon, konuşursunuz. Bu mobil telefonu ilk başta insanlar şöyle bir  nasıl kullanacağım, dedi. Sonra bundaki bir sürü imkanı görünce hız anormal arttı. Ben şunu hatıtrlıyorum gayet iyi. Bizde Teletaş’ta idik ve de Türk Telekom’un, Ptt’nin çıktığı ihaleye katıldık. Bir konsorsiyum parçası olarak.

 

GSM ihalesi mi?

 

GSM ihalesi. Sene de 1994 kurulduğuna göre 1993‘tü. Biz Alman konsorsiyumduk. İşte Alman Siemens, Simco ve Teletaş’ta var. Diğeri de Ericsson, Turkcell. Biri Turkcell oldu biri Telsim zaten. Bir sürü fizibilite çalışmaları yapıldı. Çünkü gelir ortaklığı var o zamanlar. Türkiye’de 350.000, 300.000′in üstünde abone hiçbir zaman olmaz diye raporlar var yani. Yahu daha rahat düşünün, daha esnek düşünün demeye rağmen bu kadar şey çıktı. Hatta ihale şartnamesinde var. 500 milyon dolar maddesidir. O da şuydu: O zaman Türkiye’nin kanunları lisans vermeye uygun değil. Tekel olarak sadece Ptt yapabiliyor. O madde derdi ki; kanunlar lisans vermeye uygun hale geldiğinde bunun lisansını verecek kurum Ptt.  500 milyon dolar, herkes o kadar büyütmüştü ki, aman tanrım hiç bir zaman değişmesin de ama sonra işler hızlandığı için herkes bir an önce lisans işi tamamlansın da biz sahibi olalım, demeye başladı ve büyümeyi de herkes biliyor işte. Tam patladı.

 

Telsim, Teletaş bağlantısı nedir?

 

Telsim konsorsiyumu var yani bir kaç firma. Teletaş’ta konsorsiyumu oluşturan firmalardan biri. 5 firma var. Teletaş, Simko. Zaten Telsim, Teletaş ve Simko demektir. Herkes daha sonra Simcard falan dedi ya, değildir. Teletaş ve Simko’dur neyse.  Almanya’daki SEL vardı. Alcatel’in, Almanya şubesi. Hatta Siemens vardı ana firma ve de Deutche Telekom’un bir danışmanlık şirketi vardı. Deutche Telekom Consulting diye. O pilottu. Bu 5 kişiydi. Diğerleri konsorsiyum falan değildi pek. Ericsson’du. Ericsson asıl bu konuyu sürükledi onlarda. Neyse biz daha sonra lisans aldığımızda haspel kader, ben Telsim’de çalışıyordum o zaman, Teletaş’tan ayrılmıştım. Telsim’de çalışıyordum. 98 yılı Nisan ayında lisans anlaşması imzalandı. 500 milyon dolar verildi. Ondan önce tarifeyi hep Ptt yapardı.

 

Sizin kariyerinizde başka firma var mıydı?

 

Ben ODTÜ mezunuyum, 1968. Ptt’ye girdim Ankara’da çalıştım. Daha sonra 1983′te Ptt-Arla, Teletaş olmak üzereydi, oraya geçtim. Daha sonra 95′te ayrıldım Teletaş’tan. Ondan sonra Telsim’de icra kurulu üyesiydim. İşte 2004 yılında da o aktif iş yaşamından, buraya TESİD’e geçtim.

 

Peki, Türkiye’de bakıyorum bazı şeyleri ithal ikamesi ile yapıyoruz. Bazı tasarımlarda yapıyoruz. Üretimler de yapıyoruz. Böyle bir üçlü yapı var. Nereye doğru gelecek? Bir tasarım ülkesi olmayı mı hedefliyor sektörümüz?

Bunun için devletle işbirliği halinde mi yoksa kendi vizyonunu mu sürüyor?

Süreçler nasıl ilerliyor şu anda?

 

Yani şu anda temel olarak bir şeyler, sivil toplum kuruluşları, elektronik sanayi, bilgi teknolojileri, bilişim grubunu söyleyeyim, hala temel olarak farkındalık yaratmaya uğraşıyorlar. Bakın bizim yaptığımız işler çok önemli ve Türkiye gelişmek istiyor. İster Avrupa Birliği‘ne girmeyi düşleyin ki o da biraz gündemden kalktı, isterseniz bilmem ne yılında şu kadar milyar dolar hedefleyin böyle iddialı şeyler yapıyorsanız hele bizsiz olmaz bu iş. Biz gelişmeden, bizim sektörler gelişmeden hiçbir şekilde bu mümkün değili anlatmaya uğraşıyor.

 

Bir katma değer potansiyelinden bahsediyorsunuz öyle mi?

 

İşte 10.000 dolarları aşmak için yüksek teknoloji gerekir. Bu da burada varsa var. Daha başka bir yerde bunu yapamazsanız. Sadece biz değil. Avrupa Birliği bunu yaptı. Avrupa Birliği’nde dijital gündem diye bir şey var. Dijital gündem ajandası bu. Avrupa Birliği diyor ki biz dünyanın diğer ülkelerinden farklıyız yani kendini bir ülke gibi görüyor. Amerika, Japonya, Kore… Rekabet için geride kaldık. Rekabet etmemiz için tek şart bu bilişim, elektronik alanında önde olmamız. Sürekliliği de ancak böyle sağlayabiliriz. Dolayısıyla şunu yapalım diye getiriyor. Aynı şeyi burada anlatmaya çalışıyoruz. Bunun simgesel yaklaşımı da diyoruz ki bunu stratejik sektör olarak tanımlayın yani elektroniği ve bilişimi stratejik sektör olarak tanımlayın. Buradan da kastedilen, stratejik sektör olarak tanımlarsan yani ne olacak stratejik sektöre sorusuna cevabını şimdi veremeyebiliriz ama bunu stratejik sektör olarak tanımla. Bu şu demektir yani gözbebeği sektör yani her türlü teşvik vs. bu sektöre verilecek anlamına gelir. Bunda ne kadar başarılı oluyoruz. Tartışmalı çünkü mesela Sanayi Bakanlığı bir stratejik sektörler çalışması yapmaya başladı. Önce 4 sektörle yola çıktı. Biz onlardan biriydik, elektronik. Otomotiv vardı.

 

İş adamlarımızın hala elektronik sektörüne çok sıcak bakmadıkları söyleniyor.

 

Bakmıyorlar.

 

Geri dönüşümün uzun olmasından mı?

 

İş adamları kolay para kazanmayı hala daha çok seviyorlar. Müteahahitlik türü gibi yani alıyorsunuz, olmazsa bitiyor. Burada öyle değil. Tesis kuruyorsunuz. Biraz zaman harcıyorsunuz. İnsanların beyinleri önemli. O insanları kaçırmamanız gerekiyor çünkü o kişinin beyninde o bilgi.

 

Çok teşekkür ederiz Enver Bey.

Ben teşekkür ediyorum.

 

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Cumhur Menteş Söyleşisi

“Bizim yıllık ciromuzun yaklaşık olarak %20-25’i bu teknik destek ve Ar-Ge faaliyetlerinden geliyor. Yani 25-30 milyon Euro’luk bir cirodan bahsediyoruz senelik olarak. Bunun da sadece ve sadece insan gücüyle olduğunu düşünürseniz, mühendislerin yarattığı bir katma değer olarak düşünürseniz ve ihracat olarak, ek ihracat olarak görürsek bunu, ham maddesinin de tekrarlıyorum, insan olduğunu düşünürsek, ülkeye yaratılan önemli bir katma değer olarak görüyorum ben bunu. “

Bu 94 ekonomik krizi, Teletaş’ın Alcatel’e geçişi bize o dönemden bahsedebilir misiniz?

1965 yılında PTT Arla olarak kuruldu aslında. 1984 yılına gelindiğinde Teletaş ismiyle şirketleşti. Daha sonra 94 yılına kadar yoğun bir üretim ve Ar-Ge faaliyetleri görüyoruz. Şirketin ülkeye önemli katma değerler yarattığını görüyoruz. Bugün hala çalışanların içinde, genlerinde bunları görmekteyiz. Gerek üretim gerekse Ar-Ge, özellikle de Ar-Ge faaliyetlerinin çalışanlar tarafından son derece desteklendiğini görüyoruz. 94 yılındaki ekonomik krizden sonra politik kararlarla birlikte o günkü hissedarlardan biri olan Alcatel’in hisseleri çoğunluk haline dönüştü. Ondan sonra tabi ki global bir şirket olmanın gereği olarak da Ar-Ge üretim faaliyetlerinde bir azalma gözleniyor. Bunun önemli gerekçesi tabii global pazarlarda satılan mallarla burada lokal olarak üretilen malların bir şekilde  birbirleriyle örtüşmesi ve ekonomi olarak baktığımızda da bazı global firmanın bazı ürünlerinin bu pazarlara da bizim pazarlarımıza da  girdiğini görüyoruz. Ancak yine 90’lı yıllarda kartlı telefon üretimi devam etti. Bunun Çin’e lisansının satıldığını görüyoruz. 90’lı yıllarda yine 80’li yıllarda başlayan sayısal santrallerin yine yoğun bir şekilde üretildiğini görüyoruz. 90’lı yılların sonlarına doğruda pazardaki değişimlerden dolayı DSL teknolojilerinin geldiğini gözlemliyoruz.

94 krizi bu şekilde atlatılmış oldu. Tabii eleman sayısında bir azalma gerçekleşti. Üretim faaliyetlerinin hemen hemen tamamından çıkıldı. Önce montaj ve test olarak devam etti. Fakat ar-ge faaliyetleri kısmi olarak devam etti. 2000’li yıllara geldiğimizde de operatörlerin IP değişimlerini yaptığını gözlemliyoruz. Yine DSL’ler yerini VDSL teknolojilerinin aldığını görmekteyiz. Firmamızın, global yapı içinde daha etkin bir şekilde Ar-Ge faaliyetlerine katıldığını görüyoruz. Ve destek merkezlerinde önemli rol aldığını görüyoruz. Burada yaklaşık olarak 100 civarında Ar-Ge mühendisi istihdam ediliyor.

Bunlar genel olarak IP konusunda IMS konusunda Small Cell’lerin Management sistemleri konusunda global şirkete firmamız Ar-Ge desteği vermekte.

Diğer taraftan da M2M dediğimiz teknolojide de kendi geliştirdiği ürünlerin burada lokal pazarlarda satışını gerçekleştirmekte.

Yine bu yıllarda, 2000’li yıllarda operatörlerin IP dönüşümünde adımlar attığını görmekteyiz. Firmamızda burada pazar lideri olarak öne çıktı. Bir yandan da DSL’den VDSL’e geçiş  teknolojilerinin pazara tanıtılmasıyla birlikte, özellikle ana operatör olan Türk Telekom da önemli pazar payları aldı. Ve geçmişteki pazar paylarını muhafaza etmeyi başardı. Ancak tabii tek müşteriye bağımlılıktan kurtulmak adına da diğer operatörlerle de ilişkilerimizi sürdürdük. Bugün bu yelpazenin daha da genişlediğini görmekteyiz. Diğer operatörlerine de özellikle IP alanında, optik alanında ki bunların arasında WDM teknolojilerini sayabiliriz ve de FTTX dediğimiz  eve kadar taşınan fiber  alanında tüm müşterilerimize hizmet veriyoruz. Alt yapılarını kuruyoruz ve de satış sonrası hizmetlerini veriyoruz.

Bulut Bilişim, Big Data  konularında Alcatel’in faaliyetlerinden bahsedebilir misiniz?

Bulut ve Big Data konusunda Alcatel Lucent  4-5 senedir Ar-Ge faaliyetleri sürdürüyor. Bugün yavaş yavaş pazarda yer almaya başladı. Global pazarda pay almaya başladı. Türkiye’de de pazarlama faaliyetlerimiz devam ediyor. Özellikle de Bell Labs ağırlıklı olarak Ar-Ge faaliyetleri sürdürülmekte. Tabii bu önemli bir değişim. Gerek operatörlerin Capex’ini gerekse de Opex’ini azaltacak bazı alt yapı ürünlerini merkezileştirecek ve dolayısıyla bir optimizasyon sağlayacak bunların Extention’larında, genişlemelerinde çok büyük kolaylıklar sağlayacak bir yapıdan bahsediyoruz. Global pazarda bugün şirketimiz yerini almış durumda. Lokalde ise, Türkiye pazarında ise, pazarlama faaliyetlerimizi devam ettiriyoruz.

Aslında DSL konusunda, yine şirketimiz Ar-Ge faaliyetlerinde lider olarak rol oynadı. 90’lı yılların sonlarında da ana müşterimiz olan Türk Telekom’a bu ürünlerin satışı gerçekleşti. Dolayısıyla 2000’li yılların başına geldiğimizde de bu ürünlerin satışı devam etti. Daha sonra bunlar VDSL teknolojilerine dönüştü. 2000’lerin başında yine 3. 4. ve 5. lisanslar kapsamında Türk Telekom’un sahip olduğu AyCell firmasıyla bir GSM anlaşması yapıldı. Bu da 2005, 2006’ya kadar devam etti. Daha sonra politik nedenlerle, iki firmanın birleşmesi nedeniyle o pazardan çıkmış olduk. Ama şu anda yine o pazara girmek için faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Şirket bu faaliyetler için de özellikle LT’ye ve de Fiber To The Home teknolojilerine Ultra Broadband adı altında Ar-Ge yatırımları yapmaya, buraya yönelmeye karar verdi. Şimdi de, bugün beklediğimiz LT lisanlarıyla birlikte Wireless konusunda, mobil konusunda pazara geri dönmeyi hedefliyoruz.

LT konusunu biraz açabilir misiniz? 

Şimdi DATA ihtiyacının gitgide arttığını görüyoruz. 2009’da 3G’nin tanıtılmasından sonra, pazarda DATA ihtiyacının 150 misli arttığını görüyoruz. Dolayısıyla yaklaşık 3-5 sene sonra bu miktarın 1000 katına çıkacağı düşünülüyor. Bunun da ancak LT teknolojisiyle bir şekilde karşılanmasını bekliyoruz. Ve de LT lisanslamasıyla birlikte de, özellikle bu DATA ihtiyacının M2M cihazlarının kullanımının artmasıyla birlikte de DATA ihtiyacının patlayacağı ve buna LT’nin çözüm olacağını düşünmekteyiz.

Türkiye’de LT lisanslamasının bu yıl ya da önümüzdeki yıl yapılması bekleniyor. Dolayısıyla Alcatell Lucent olarak buradan da bir pazar payı almayı hedefliyoruz.

İnternet servis sağlayıcıları 90’lı yıllarda bayağı popüler olmuşlardı. Fakat bunlara sağlanan teknolojilerle ilgili pek fazla bilgi yok ortalıkta. Siz internet servis sağlayıcılarla iş yapmış mıydınız? Onlara teknoloji satmış mıydınız? 

İnternet servis sağlayıcılarla çok düşük ölçekte de yine DSL altyapıları, VDSL altyapılarıyla ilgili işler yaptık. Ancak bunlar çok limitli kaldı. Daha çok bunlar ana firma, ana operatör firmaların altyapılarını kullanarak yaşamlarını sürdürüyorlar. Ama diğer taraftan bunların dışında biliyorsunuz, Turkcell grubunun sabit hatlar konusunda yaptığı yatırımlar var. Dolayısıyla onlar kendi altyapılarını kuruyorlar. Onlarla yakın bir şekilde çalışıyoruz. Fiber To The Home dediğimiz fiber altyapısıyla hizmet götürüyoruz.

Türkiye’de internet altyapı teknolojileriyle ilgili tasarım yapılıyor mu ?                 

Ekipman bazında baktığımızda “Hayır.” diyorum. Ama yine altyapının belirli parçaları var. O konularda tasarım yapan firmalar var. Biz de  bu ekosistemlerden tabii ki yararlanıyoruz.

Peki, zamanında PTT’nin bu telekomünikasyon sanayinin oluşmasında NETAŞ, TELETAŞ’tan yaptığı alımların önemi büyüktü. Bir Ar-Ge tasarım iklimi oluştu. Bir vaha oluştu. Peki aynı şeyi cep telefonu operatörleri için söyleyebilir miyiz? Onların sürekli dile getirilen çözüm ortaklığı yani bu anlamda o katkıyı nasıl kıyaslarsınız?

Tabii burada deneyimlerden söz etmek mümkün. Telekomünikasyon sektörünün gelişmesi açısından baktığımızda, evet PTT, daha sonra Türk Telekom, önemli ölçüde bu pazardaki oyuncuları destekledi. Ama GSM, mobil altyapıların tanıtılmasıyla birlikte zaten belirli deneyimler oluşmuştu. Belirli bir rekabet ortamı da yavaş yavaş oluşmuştu. Dolayısıyla aynı kapsamda değerlendirmek mümkün değil. Ancak rekabetçi fiyatlardan mı alınıyordu; bunu söylemek pek mümkün değil. Başlangıçta doğal olarak yüksek fiyatlı alt yapı hizmetleri sunuldu. Ama daha sonra özellikle 2000’li yılların ortalarından itibaren belirli bir rekabet ortamı oluştu. Ve bu rekabet ortamı içerisinde de bu operatörler, hem mobil operatörler hem sabit operatörler alımlarını bu şekilde yapıyorlar. Yani destekleme konusu bir şekilde kapanmış oldu. Daha çok rekabet odaklı, karlılık odaklı, Türk Telekom’un özelleştirilmesi, diğer oyuncularla rekabet, sektörün bir şekilde liberalizasyonu sonucunda karlılık kaygılarıyla daha fazla rekabetçi bir ortam yaratıldı. Ama başlangıçta tabi ki sabit hatlarda olduğu gibi olmasa da mobil tarafta da pazara belirli bir destek verildi.

Peki çözüm ortaklarından oluşan bu bilişim şirketleriyle ilgili ne düşünüyorsunuz ? Burada bir vaha oluştu mu? Bu konuda Türkiye’nin telekomünikasyon alanında gelişmesini sağlayacak mesela diyeyim.

Tabii ki, küçük ölçekli, özellikle Software alanında yazılım üreten birçok şirket oluştu. Bunlar da bu ekosisteme dahil oldular. Bence bu önemli bir gelişmeydi. Çünkü bunlar katma değeri yüksek olan ürünler üretiyorlar. Bunu bizim kendi içimizde de global şirketle yaptığımız anlaşmalarda da görüyoruz.

Ne zaman ki insan ihraç ediyorsunuz, yani ham maddesi insan olan bir şeyden bahsediyoruz, onun katma değeri çok yüksek oluyor. Dolayısıyla böyle bir vaha oluştuğunu söyleyebiliriz. İnsanlar ihtiyaç olduğu yerde bir şekilde o ihtiyacı lokal kaynaklarla doldurmaya çalışıyorlar. Burada da bu operatörlerin, bu şirketlere önemli destek olduğunu görüyoruz.

Peki Alcatel’in  bu şirketlerle bir ilişkisi, bir alışverişi var mıdır?

Biz bu şirketlerden daha çok, buradaki yaklaşık 300-350 mühendisimizin, global şirketimizin, hem teknik destek hem de Ar-Ge faaliyetlerinde kullanıyoruz. Dolayısıyla bu Ar-Ge faaliyetlerinde çıkan ürünlerde bu pazarlarda kullanılıyor. Bizim stratejik olarak yaklaşımımız, kendimizin teknik destek ve Ar-Ge faaliyetleriyle yüksek katma değerli ürünler yaratmak, yüksek katma değerli hizmetler yaratmak şeklinde. Yani şöyle bir örnek verebilirim:

Bizim yıllık ciromuzun yaklaşık olarak %20-25’i bu teknik destek ve Ar-Ge faaliyetlerinden geliyor. Yani 25-30 milyon Euro’luk bir cirodan bahsediyoruz senelik olarak. Bunun da sadece ve sadece insan gücüyle olduğunu düşünürseniz, mühendislerin yarattığı bir katma değer olarak düşünürseniz ve ihracat olarak, ek ihracat olarak görürsek bunu, ham maddesinin de tekrarlıyorum, insan olduğunu düşünürsek, ülkeye yaratılan önemli bir katma değer olarak görüyorum ben bunu. 

Peki bu, 3G, 4G, 5G konularında, Alcatel’in yaptıkları ayrıca sizin kişisel olarak görüşünüze göre Türkiye bu konularda teknoloji geliştiriyor mu, geliştirebilecek mi ? Tabii bir takım fırsatların kaçırıldığı konuşuluyor ama önümüzde yine fırsatlar var. Bunlar için çalışmalar yapılmış. 

LT alanında bir lokal inisiyatifin olduğunu biliyoruz. Burada bir konsorsiyum var. Açıkçası biz de şirket olarak hem üretim açısından hem de  Ar-Ge faaliyetleri açısından, nasıl bir katma değer yaratırız, diye düşünüyoruz. Çünkü sonuç olarak burada önemli bir pazardan bahsediyoruz. Türkiye’nin önemli bir pazarı olduğunu düşünüyoruz. Bu pazara girmenin önemli koşullarından biri, hem maliyet açısından hem pazara giriş açısından Ar-Ge faaliyetleri ve lokal üretim olacaktır. Bu stratejik olarak önümüzde olan bir konu. Ama diğer taraftan, tabii 3G, LT olarak baktığımızda bizim de stratejik bakış açımızda Small Cell dediğimiz ürünlerin çok önemi olduğunu düşünürsek, buradaki Management sisteminin, Ar-Ge faaliyetlerini hali hazırda burada yürütmekteyiz. Dolayısıyla bunu nasıl artırabiliriz, bir lokal üretime nasıl dönüştürebiliriz; bu konuları global şirketle birlikte, global ortaklarımızla birlikte düşünüyoruz.

TESİD’in konuyla ilgili toplantıları oluyor. Yazın böyle büyük şiretlerin CEO’larını çağırmışlardı. Turkcell’in CEO’su da gelmişti. 5G’den bahsedildi. Şu anda 5G’nin aktif olduğu yerler var mı? Bir de farkı nedir? Bu konuda da çalışmalar var mı?

Şu anda aktif değil ama çalışmalar var. LT ve LT Advance dediğimiz teknolojiler şu anda kullanılıyor. Özellikle Amerika’da bunların çok yoğun olarak kullanıldığını görüyoruz. 5G dediğimiz teknoloji de, önümüzdeki beş yıl içerisinde, Ar-Ge faaliyetlerinin tamamlanmasıyla kullanılmaya başlanılacak. Biz şirket olarak başta da söylediğim gibi Ultra Broadband adı altında özellikle 3G, Small Cell ve LT konusunda odaklandık. Ve pazar payı olarak önemli bir yer aldığımızı düşünüyoruz. Özellikle Amerikan pazarında yaklaşık %50 civarında bir pazar payımız var.

Dolayısıyla bu alandaki Ar-Ge faaliyetlerini belirli standartları da takip ederek, sürdürmeye devam edeceğiz. 5G de 4-5 sene sonra pazarda olacaktır.

Cumhur Bey, aslında Alcatel-Lucent Teletaş’ın  grup şirketleri içerisindeki konumundan bize bahsedebilir misiniz?

Önemli bir rol oynuyor. Bir kere, tabii ki çok büyük bir pazar, Türkiye pazarı. Dışarıdan bakıldığında çok  önemli bir pazar olarak görünüyor. Yani 13-14 milyar cirosu olan bir global şirketten bahsediyoruz. Bunun için de 100 ile 150 milyon arasında ciro yapan bir Alcatel Lucent Teletaş. Ama bu sadece satış ile sınırlı kalmadı. Özellikle de başta belirttiğim gibi, şirketin çalışanlarının genlerinde olan bazı şeyler, şirketin global şirketle birleşmesinden sonra ortaya çıktı. Burada da neyi görüyoruz, biraz önce yine tekrarladım ama, şunu söylemek isterim, Ar-Ge faaliyetlerine önemli bir katkıda bulunuyor. Bizim için bu çok önemli. Artı teknik destek merkezi konumunda. Gerek IP’de gerek Fix Access tarafında 70-80 civarında ülkeye buradan destek veriyoruz. Yani sadece satış rakamlarıyla olaya bakmamak lazım. Ben katma değer denince, Ar-Ge açısından bir katma değer yaratıyor muyuz şirkete, teknik destek açısından katma değer yaratıyor muyuz, o açıdan bakıyorum. Bugün satış rakamları olarak %1-%1,5 olsa da katma değeri, bizim yarattığımız burada önemli bir mühendislik hizmeti var. Bunlara çok önem veriyoruz.

Tabii ki bu soruyla birlikte açmak istediğim yer, Alcatel’in geliştirdiği teknolojilerde biraz Türkiye’nin de payı ne kadar diyeyim?

Tabii şunu söyleyeyim, 4-5 alanda direkt olarak katkı sağlıyoruz. Bunlar, IMS, IP, LT, 3G, Small Cell’lerin yönetim sistemleri. Ve de yine burada lokal olarak üretilen  M2M  çözümlerinde direkt katkı sağlanıyor. Bizim portföyümüze baktığımız zaman biz uçtan uca hizmetler veren bir şirketiz. Bunlar da bu uçtan uca hizmetler içinde, önemli yer tutan ürünler, çözümler. Dolayısıyla, burada da şunu söyleyebilirim, rakamsal olarak bir şey söylemek pek mümkün değil ama katma değer yaratmak açısından önemli bir katma değer yaratılıyor, diye düşünüyorum.

Son olarak Cumhur Bey , M2M de çok gündeme gelen bir şey. Bu İnternet of Things de deniliyor bir yandan da. Bu konuda ki çalışmalarınızı biraz açar mısınız?

Özellikle bugün elektrik şirketlerine sağladığımız bir ürün var. Yani GSM alt yapısını kullanarak uzaktan yönetilen ve de evdeki sayaçların uzaktan okunduğu bir çözümden bahsediyoruz. Bunu tabii sadece elektrik şirketleri değil de  başka yerlere de yaygınlaştırmak mümkün. Dolayısıyla bugün orada limitli kalmakla birlikte bugün evlerden alınacak çeşitli hizmetleri bu cihazlar vasıtasıyla uzaktan yönetmeniz mümkün olmakta. Bunların Provisioning’lerini uzaktan yapmanız mümkün olmakta. Dolayısıyla bu kapsamda bir hizmetten bahsediyoruz. Ve de çok yaygınlaşacağını. Bugün dünyadaki örneklere baktığımız zaman çok yaygınlaştığını görüyoruz.

İnsan gücünü daha da azaltan, daha otomatize eden bu faaliyetleri ve de bu hizmetleri veren operatörlerin, özellikle Opex’lerini önemli ölçüde azaltan bir hizmet diyebiliriz.

Alcatel akıllı ev konusunda çalışıyor mu?

Biz Türkiye’ye spesifik olarak burada çalışıyoruz. Alcatel’in genel çözümleri içerisinde şu anda yok. Ama biz bu çözümümüzü de Alcatel’in global çözümünün içine sokmak için mücadele veriyoruz

Bu açıdan inisiyatife sahipsiniz anladığım kadarıyla. Aslında bilmiyorum, şirket grupları içinde rekabet oluyor, ülkeler arasında. Mesela bu tarz uluslararası şirketlerde teknoloji geliştirme adına.

Tabii ki rekabet oluyor. Yalnız, saygı duyulan bir konu var. Bizim ülkemizdeki mühendislerin yetkinlikleri. Dolayısıyla, zaman zaman maliyetleri daha yüksek de olsa verimlilik açısından, Türk mühendislerinin global çerçevede kabul gördüğünü görüyoruz. Dolayısıyla bu önemli bir avantaj. Bu avantajı da değerlendiriyoruz. Özellikle proje yönetimi, yine teknik destek konularında, bazen maliyetlerin iki katı olduğu yerlerde bile Teletaş mühendislerinin kabul gördüğü ve de tercih edildiğini büyük bir mutlulukla izliyoruz.

Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Ben bu vesileyle şirketimizin kurucusu olan Fikret Yücel’e hem kendi adıma hem de şirket çalışanları adına şükranlarımı sunmak istiyorum. Kendisine böyle bir şirketin yaratıcısı olduğu için teşekkür ediyoruz.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Ceyhan Saldanlı Söyleşisi

“Türkiye’de 10 sene sonra boşa akan su kaynağı kalmayacak. Muhtemelen bu süre içerisinde kullanabilecek rüzgar potansiyelini de kullanacağız. Bu potansiyeli güneşle aynı şekilde… Biraz geç kaldık. Aslında bunların 50 yıl, 40 yıl önce yapılması gereken yatırımlar olmasını bilmemiz lazım. Türkiye her yıl 50-60 milyar dolar enerji ithalatına para veriyor. Eğer biz bu yenilenebilir kaynaklarımızı kullanabilseydik ve her yıl 50-60 milyar dolar tasarruf yapıp ve bunu 40 yıldan beri yapsaydık bugün Türkiye herhalde farklı bir yerde olurdu diye düşünüyorum ama vakit geçirmeden bu konudaki yatırımların artırılması ihtiyacı çok açık.”

 

Bir donanımın satın alınması için Avrupa’nın tanınmış firmalarından birinden aldığımız teklif 3 milyon dolardı. “Zaten bu santral 5 milyon dolar. Bir panoya 3 milyon dolar verirsek bu işin içinden çıkamayız.” dedim. “Bunun fiyatı böyle. Yani küçük büyük fark etmez. Bir teknoloji satıyoruz biz size.” dediler.

Bu konuda ne yapabiliriz, diye düşündük. Sınıf arkadaşlarımızdan Zekeriya adında bir arkadaşımız vardı. Adapazarı’nda Teyaş’ın o zamanki adıyla Türkiye Elektrik Kurumu’nun santralleri için bu tür panoların tamiratını yapan bir bölümü var. Adapazarı’nda atölyesi var devletin. Oranın başında bulunuyordu Zekeriya. Zekeriya’ya telefon ettim. “Sen bu panoları biliyor musun?” dedim. “Biliyorum, sabahtan akşama kadar bu panolar geliyor. Tamir ediyoruz.” dedi. “Peki biz böyle bir santral yapmaya çalıyoruz. Ne yapalım? Bunu yapabilir miyiz biz? Sen yapabilir misin? Çok pahalı fiyat istiyorlar.” dedim. “Yapabiliriz.” dedi. Nasıl yapacağız? “Siz dedi onu yaparsınız. Okulda almış olduğunuz donanım bu iş için yeterli” dedi. “Eğer yapamazsan, 2 ay sonra benim yıllık izinim var. Çağır beni, beraber yapmaya çalışalım.” dedi

 

Tamam, teşekkür ederim dedim. Ben de döndüm projede görevli mühendis arkadaşlarıma, siz bunu yaparsınız, dedim. Biz bunu yapabiliriz, hadi uğraşalım dedim. Hep beraber projelendirdik. Bir proje hazırladık. Kitapları topladık. Kullandığımız jenaratörlerin özelliklerini bu projeyle yaparken dikkate aldık. Nihayet denemeler yapılıyor. Ankara’dan dönüyorum, sabaha karşı santrale uğradım. Ne durumda bizim imalatlar, montajlar diye. Arkadaşlar ter içerisinde diyorlar ki:” Akşamdan beri bu panoyu yaptık ama santrali devreye sokamıyoruz. Çalışmıyor.” İşte şurasına bakalım, burasına bakalım. Otomatik regulasyon ayarı, voltaj regulasyonu ile ilgili bir düğme vardı orada. Onu okuduk. Onun ayarlanmasıyla ilgili olabilir dedik. Tam ayarladık, senkrona girdi pano çalıştı. Günlerden beri büyük bir stres ve bekleyiş içerisinde devam eden bu macera bu şekilde mutlu bir şekilde sonuçlanınca herkesin heyecanı doruklara çıktı ve 10 tane adam birbirimize sarıldık ve ağlaştık. O büyük bir mutluluktu. İlk otomasyon panomuzu böyle yaptık.

 

Bir santralde, hidroelektrik santralde takriben 180 yerden ölçü alınır. İşte yatak sıcakları bakılır, hidroelektriklere bakılır, devir, senkronizasyon, voltaj özellikleri, gerilim ile ilgili özellikler ve bunlardan en ufak bir tanesinde bir aksaklık olursa alarm verir. Gerekirse Acil Stop’a gelir. Bu otomasyon sistemlerini biz hep kendimiz yapıyorduk.

 

Birgün Zekeriya telefon etmiş, santrali yaptıktan sonra. “Ceyhan, bu otomasyon panosu yapacaktık ya, benim yıllık izin zamanım geldi. Yapalım mı onu? Hala o projeye devam ediyor musunuz?” dedi. “Zekeriya, biz onu yaptık. Sen yaparsınız dedin ya, devre aldık.” dedim. “Ciddi olamazsın.” dedi. “Ben şaka yapmıştım” dedi. Ama o şakası bize güven vermişti. Arkadaşlarıma aynı güveni aktardım ve biz onu yaptık. Tabi, Zekeriya yine yıllık izini aldı, geldi. Kontrol etti. Tebrik etti. “Elinize sağlık.” dedi. Varsa tam hatırlayamıyorum. Beraber düzelttik. Allah rahmet eylesin sonra Zekeriya sizlere ömür, vefat etmiş bir arkadaşımız ama biz onu her zaman hayırla, minnetle anıyoruz.

 

Türkiye’de elektrik enerjisi arzında geçmişte sıkıntılar yaşanmış mıdır?

 

Enerji durumu, Türkiye’de her zaman geçmişten bu yana bir göz attığımızda ana gündem, ana sorun arz yani enerji üretimindeki eksiklik olmuştur. Enerji dağıtımındaki eksiklik olmuştur. Şebekedeki yetersizlik olmuştur. Bu nedenle Türkiye kaliteli ve yeterli enerjiye sahip olabilmek için olağanüstü çaba sarf etti. 1980′e kadar devlet olarak bu konuda gayret sarf etti.

 

80′den itibaren bunun özel sektöre yaptırılması ile ilgili çalışmalar hızlandı. Bizde işte 95′ten sonra devreye girdik enerji üretiminde. Başka firmalarda özellikle bu alanda devreye girdi. Biz Türkiye’de ilk hidroelektrik yapmaya başlayan şirketiz. O bakımdan da örnek olduk.

 

Bugün tahminen 1000 civarında şirket var bu konuda yatırım yapan, yapmaya çalışan irili ufaklı. Biz de bunlardan biriyiz ama ilk defa 2013 yılında 3000 Megawatt’lık, 4000 Megawatt’lık yedek gücü vardır. O da %7-8 civarında yedek gücü vardır. Talebi karşılar hale geldi Türkiye’de ama Türkiye’nin bundan sonra da yatırımlarını sürdürmesi gerekiyor. Çünkü yıllık elektrik talep artışı dünyada, Çin’den sonra ikinci durumda. Bu talep artışını karşılayabilmek için üretim ve dağıtım ile ilgili yatırımlara devam edeceğiz. Bunları devam ettirmek zorunda.

 

Yenilenebilir enerji kaynakları ile ilgili olarak, güneş, rüzgar, HES gibi konularda Türkiye’nin şansı nedir? 

 

Türkiye bir defa kullandığı enerjinin %70′ni ithal eden bir ülke. İşte doğalgazını ithal ediyor. Petrolünü ithal ediyor. Dolayısıyla ithal kömür kullanılıyor. Yenilenebilir enerji yerli enerji. Rüzgardan belki sınırlarının dışına gelir ama gümrük vergisi alınmıyor yani bir bedel ödenmiyor rüzgardan. Güneşe de bir bedel ödemiyoruz.

Suya bir bedel ödemiyoruz. Dolayısıyla bu yerli enerjileri, yenilenebilir enerjileri kullanmak mecburiyetinde.

 

Yenilenebilir enerjinin ekonomik gerekliliği olduğu kadar ekolojik gerekliliği de var. Çünkü bugün dünyanın çevresel bakımdan çevre sorunu diyince en önemli sorun küresel ısınma, iklim değişikliği. İklim değişikliğinin nedeni de makineler. Şöyle ki; sanayi devriminden sonra 1800′li yıllardan sonra insanların buhar makinesini yapmasıyla birlikte aslında insanlık tarihi değişti. Yeni bir sayfa açıldı. Artık insanlar yaptıkları işleri makinelere yaptırıyorlardı. Kumaşı makinede üretiyorlar, yollarda araçlarla gidiyorlar, buğdayı makinede işliyorlar ve makineler insanların yaptıklarından çok daha büyük bir üretim artışı gerçekleştirdi. Bu insanlar için mutluluk demekti. Daha fazla tüketim demekti.

 

Bu saadet, mutluluk bir süre devam etti. Ne güzeldi. Bizim yapacağımız işleri makineler yapıyordu ama yeni bir şeyin daha farkına vardık. O bizim işimizi kolaylaştıran, bizim için iş yapmasını istedeğimiz makineler meğer bizim bir şeyimizi çalıyorlarmış. Oksijenimizi, çünkü onlar enerji kaynağı olarak tıpkı insan gibi oksijeni kullanıyorlar. Solunum yapıyorlar. Karbon yakıyorlar. Havadaki oksijenle birleştirip karbondioksit çıkarıyorlar. Aynen insanlar gibi, aynen canlılar gibi. Ben bunlara nefes alan makineler diyorum.

 

Bu nefes alan makineler, nefes alan diğer canlılar ve insanların oksijenini çalıyorlar. Biz oksijeni tüketen, karbondioksit üreten makineleri icat ettik ama karbondioksiti yeniden oksijene çeviren bitkilerin sayısını artırmayı ya da bunu yapan makineyi icat etmeyi beceremedik. Bu nedenle dünyadaki oksijen seviyesi azalıyor, karbondioksit seviyesi artıyor. Bunun bir sera etkisi yaptığını, bu sera etkisinin sonucunda da iklim değişikliğinin ortaya çıktığını bilim adamları neredeyse bir fikir birliği içerisinde savunuyorlar.

 

Bu iklim değişikliğinden kurtulmanın çaresi de nefes almayan, bizim oksijenimizi tüketmeyen makinelerle iş yapmak. Enerjiyi o şekilde üretmek. Yenilenebilir enerji işte böyle bir enerji. Fiziksel süreçlerle üretilen bir enerji. Nedir bu, rüzgar tibünü, hidroelektrik santral ve jeotermal  santral vs. Türkiye’de yenilenebilir enerji kaynağı yeterli miktarda var. Türkiye enerjisinin çok büyük bir bölümünü buradan sağlayabilecek bir durumda. Sağlamaya da çalışıyor. Potansiyelimizin büyük bir bölümünü faaliyete geçirmek için yatırımlar başlamış durumda.

 

Türkiye’de 10 sene sonra boşa akan su kaynağı kalmayacak. Muhtemelen bu süre içerisinde kullanabilecek rüzgar potansiyelini de kullanacağız. Bu potansiyeli güneşle aynı şekilde… Biraz geç kaldık. Aslında bunların 50 yıl, 40 yıl önce yapılması gereken yatırımlar olmasını bilmemiz lazım. Türkiye her yıl 50-60 milyar dolar enerji ithalatına para veriyor. Eğer biz bu yenilenebilir kaynaklarımızı kullanabilseydik ve her yıl 50-60 milyar dolar tasarruf yapıp ve bunu 40 yıldan beri yapsaydık bugün Türkiye herhalde farklı bir yerde olurdu diye düşünüyorum ama vakit geçirmeden bu konudaki yatırımların arttırılması ihtiyacı çok açık.

 

Yenilenebilir enerji kaynakları doğalgazın yerini tutabilir mi?

 

Tabi ki. Doğalgazı büyük oranda enerji üretiminde kullanıyoruz.

Dolayısıyla doğlalgazdan enerji üreteceğimize, güneş santralinden enerji üreteceğiz. Hidroelektrik santrallerinden üreteceğiz. Rüzgar santrallerinden üreteceğiz. Dolayısıyla bunlarla yapacağız. En güzel ısınma elektrikle olan ısınmadır. Bugün ısı pompaları dediğimiz yeni jenerasyon klimalar çok yüksek verimlilikli ve maliyet olarak doğalgazdan daha ucuz ısınma olanağı sağlayan aletler. Ham madde olarak elektrik kullanıyorlar. Bunlar vasıtasıyla yenilenebilir enerjiler ürettiğimiz elektriği, ısınmada klimalar vasıtasıyla kullanabiliriz. Hatta tek kullanılamayan yer araçlardı çünkü transportta kullanılan, ulaşımda kullanılan ulaşım araçlarımız ama biriktirilebilir teknolojileri, akü teknolojileri, batarya teknolojileri gelişmeye başlaması ile birlikte artık elektrikli araçlar da gündemimize geldi. Hayatlarımıza giriyorlar. Elektriğin kullanılamadığı bir enerji kullanım yeri yok artık ve giderek elektrik kullanımı diğer enerji çeşitlerinin yerine geçiyor.

 

Güneş enerjisi demiştik Ceyhan Bey. Dünyada bu konu duraklamışken sizin güneş enerjisiyle ilgili yatırım yapmış olduğunuzu duyduk. Türkiye’nin güneş enerjisi politikası ne olmalı?

​​

Tabi Türkiye’nin politikası güneş santrallerinin yaygınlaştırılmasını sağlamak yönünde olması gerekiyor. Gerçekte de, uygulamada şu anda bazı sıkıntılarımız var, güneş santrallerinin yaygınlaşmasıyla ilgili. Ama bu uygulamaların kolaylaştırılacağını düşünüyorum ben çünkü karar vericiler bu işin olması gerekliliğinin farkındalar. Bakın rüzgar santralleri 10 sene önce hiç yokken bugün hatırı sayılır bir büyüklüğe geldi ve daha da büyüme potansiyeli yüksek. Büyüyecek. Türkiye bunları teşvik edecek. Teknoloji gelişiyor. Şimdi yatırım yapmanın tam zamanı. Bana göre Türkiye doğru zamanda teşviğini yapıyor.

 

Türkiye gibi bir ülkede sadece yenilenebilir enerjinin artırılması değil elektrik fiyatları da çok önemli. Çok pahalı olan bir şeye yüksek teşvikler verirseniz elektrik maliyetlerinin artması söz konusu olacaktır. Bu da bizim sanayimizin ihracat potansiyelini, ihracat gücünü olumsuz yönde etkileyeceği için zamanında büyük teşvikler verilmedi. Bunun bütün nedeni tüketiciye daha yüksek fiyatlı elektrik gitmesinin engellenmesidir ama şu andaki teşviklerle, düşük teşviklerle bu konularda yatırım yapılması verimli hale geldi. Sanıyorum yaygınlaşacak bunlar.

 

Rüzgar santralleri, güneş panelleri gibi yenilenebilir enerji teknolojileri ile ilgili yerli üretimin, mühendisliğin katkısı nedir?

 

Örneğin hidroelektrik santrallerinin %75 - %95′inde biz yerli iş gücü ve yerli mühendisi kullanıyoruz. Hidroelektrik santrallerde biz o duruma geldik. Güneşte ve rüzgarda da aynı çizgiye gelmemiz gerekiyor çünkü bu şekilde yaparsak, bu konuda yapmış olduğumuz yatırımlar ülke içersinde kalacak. Zenginlik ülke içerisinde kalacak ve iş olarak vatandaşlarımıza geriye dönecek. Gelir olarak geriye dönecek. Sadece yatırım yapmak için değil, yatırım için, yatırım maddelerinin Türkiye’de imalatıyla ilgili çalışmaları da yapmak lazım. Biz grup olarak, bunun farkında olarak güneş konusundaki, panel üretimiyle yatırıma başlamış durumdayız.

 

Ar-Ge çalışmalarımızdan bahsetmek gerekirse, dünyada yoğunlaştırılmış güneş panelleri adında bir teknoloji var. Henüz kullanım alanına girmedi.

Bu konuda çalışmalarımız var ve bunu yalnız da değil, dünyadaki bu konuda çalışma yapan diğer firmalarla işbirliği içerisinde zaman zaman yürütüyoruz. Bir ekibimiz var. Artı, Tübitak destekli başka bir projemiz var ayrı bir ekibin çalıştığı. Bu da yoğunlaştırılmış Cell’ler, hücreler konusunda çalışma yapıyor. Ayrıca güneş panellerinin kurulumu ile ilgili, bildiğimiz klasik panellerin kurulumu ile ilgili çalışmalarımız var. Bunları ticari boyutta yapıyoruz. Yeni yapıldığı için bizim bakımımızdan Ar-Ge anlamına geliyor.

 

Ayrıca bataryalar, bildiğiniz gibi güneş enerjisi, rüzgar enerjisi her zaman üretilebilen bir şey değil. Rüzgar varsa rüzgardan enerji üretebiliyorsunuz. Güneş olduğu sürece güneşten enerji üretebiliyorsunuz ama o enerji size güneş olmadığı zamanlarda da lazım olabiliyor. Dolayısıyla bunların gerçek anlamda fosil yakıtların yerini alabilmesi için, gündelik yaşama girebilmesi için bir depolama, elektriği depolama teknolojisine ihtiyaç var. Bu bataryalar vasıtasıyla yapılıyor ama şu andaki bataryalardan daha iyisini bulmak lazım. Daha ekonomik kullanılanlarını bulmamız lazım.

 

Bu konuda da yurt dışında bir üniversiteyle, California Üniversitesi’yle birlikte bir çalışmamız var. Oradaki, California Üniversitesi’ndeki laboratuvarlardan bir tanesi bu işle ilgili çalışıyor ve adını da Bereket Laboratuvarı olarak değiştiriliyor. Orada çalışan ekibin masrafları şirketimiz tarafından karşılanıyor ve elde edilen ürünlerin kullanım hakları şirketimize ait olacak ve aynı laboratuvarın tıpkısını Denizli de kuracağız. Burada çalışan ekiple, California’da çalışan ekip zaman zaman değiştirilecek. Dolaşıma çıkacaklar. Amerika ile birlikte Türkiye’de eşzamanlı bir çalışma, proje yürütülmüş olacak. Bunun Ar-Ge tarihimizde önemli bir adım olduğunu düşünüyorum ve buradan da önemli sonuçlar bekliyoruz biz. 

 

Evlerde, apartmanlarda da güneş paneli  ilgili bir üretiminiz, çalışmanız var mı? 

 

Tabi, tabi. Bu güneş panelleri zaten apartmanlar derken çatılarda kullanılıyor. Çatıları uygun bir şekilde güneşe bakan yüzlerine monte ediliyor. Böylece çatılardaki boş alanlar değerlendirilmiş oluyor. Enerji üretiminde kullanılmış oluyor. Parasız bir enerjidir.

 

Batı’da durum nasıl? Güneş enerjsine geçiş süreci nasıl ilerliyor?

 

Batı ciddi bir şekilde üretiyor. Özellikle Almanya, İspanya gibi ülkeler bu konuda çok ileri gitmiş durumdalar. Almanya’da bugün mevcut güneş panellerinin toplam kurulu gücü 30.000 Megawatt civarında.

 

Türkiye’de toplam kurulu gücü güneş değil, kömür santralleri, su santralleri vs 55.000 Megawatt. Yani Türkiye’nin toplam kurulu gücünün 2/3′ü kadar sadece güneş paneli var. Almanya’da 2013 yılında, güneş panelleri ile ülkenin toplam enerji tüketiminin %50′den fazlasını karşıladılar. Bu şekilde anlar olabiliyor. Türkiye’de daha çok başındayız bu işin. Oysa Türkiye’de daha çok güneş var. Daha çok enerji üretme imkanı var ama Türkiye bu dönüşümü de yapacak tabi.

 

Bu rüzgar tribünleri, alternatörler, güç dağıtım trafoları, güneş panelleri gibi ürünlerde Ar-Ge yatırımlarını desteklemek bakımından, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın eylem planlarını nasıl buluyorsunuz?

 

Şimdi burada destekleme yönünde gayretler var ama bakanlıklar arası koordinasyonun artırılması lazım. Örneğin; Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, güneş araştırmaları ve taramaları için alan ayırıyor ama Enerji Bakanlığı’nın sonradan bundan haberi olabiliyor. Daha sıkı bir koordinasyon olması gerektiğini düşünüyorum. Genel olarak bir gayret var, bir çalışma var ama bunun biraz daha koordineli şekilde devam etmesinde fayda var.

Bereket Enerji, HES işini nasıl büyüttü?

 

Şimdi bir taraftan bizim 95 yılında ilk defa Büyük Menderes üzerinde başladığımız küçük yatırım arkasından, onunla başarılı olunca Dalaman üzerinde daha büyük yatırım, 37 Megawatt’lık bir yatırıma soyunduk. Tabi bizi izleyenler, bankalar da arasında olmak üzere, bazı bankalar bu sefer tam batacaklar onlar, dediler çünkü bu devletin yapacağı bir iş. Dolayısıyla bizi maceracı buluyorlardı. Ekonomik ortama uygun değil. Dalamandaki yatırımı da bitirdik ve bu işten para kazanıyorduk. İşin aslı şu ki devletin yaptığından ucuza yapıyorduk biz bu işi. Bizzat kendimiz mühendisliğimizi koymuştuk. Paraya çevirdiğimiz şey boşa akan sular ve teknik bilgimizdi. Bunu kullanarak katma değer yaratıyorduk. Bu ise bizi daha ileri ufuklara doğru gitmek üzere destekledi. Dalaman’dan sonra Büyük Menderes üzerinde 9 Megawatt’lık tekrar Dalaman üzerinde 11 Megawatt’lık Gökyar, arkasından Adana’da 50 Megawatt’lık Mentaş, Sivas’ta 63 Megawatt’lık Koyunhisar santralleri derken bir de baktık santralci olmuştuk.

 

Santralleri seri imalat şeklinde yapıyoruz. İşte bir kazı ekibi, proje ekibi var. Proje ekibi projesini hazırlıyor. Kazı ekibi kazıyor. İnşaat ekibi başlarken o başka bir santralin kazısına başlıyor. İnşaat bitirdiği zaman makinacılar giriyor. Makinacılar giriyor, elektrikçiler çıkıyor. O makinacılar diğer santralin makinasına başlıyorlar. Aynı anda 3-4 yerde inşaat yapıyor haldeyiz. Şu anda 16 tane santralimiz var ama üretim konusunda, yenilenebilir kaynaklara dayalı üretim konusunda Türkiye’de önemli şirketlerden birisiyiz. İşte ilk hidroelektrik santrali yaparak girdik. 

 

Elektrik dağıtımının devletten  özel sektöre geçmesiyle  sağlanan olumlu sonuçlar oldu mu?

 

Tam 17 sene uğraştık. 17 senenin sonunda Aydem elektrik dağıtım şirketi görev almaya başladı ve Aydem, Türkiye’deki ilk lisanslı özel dağıtım şirketiydi. 17 yıl uğraştık ama değdi. İyi bir şey oldu çünkü başlangıçta onu düzeltmeden alsaydık başka komplikasyonlar çıkacaktı.

 

Aydem’in tarihi, Türkiye’deki enerji özelleştirmesinin tarihi ile özdeştir. Her aşamadan geçti. Bütün yolların açılmasında bir denek olarak çalıştı. Üzerinde denendi. Artık emniyetli bir şekilde, kurallar belli, EPDK var. Tarifeler nasıl ayarlanacak, yatırım nasıl yapılacak tümüyle mükemmel olmamakla birlikte eskisine göre çok daha emniyetli bir alanda çalışılıyor. Aydem’in özelleştirilmesi başarılı bir özelleştirmedir. Kayıp, kaçaklar azaldı, tahsilatlar çoğaldı. Kesintiler azaldı. Artık bu bölgede elektrik kesintisini biz tüketicimize unutturma sözü verdik. O yolda da yürüyoruz. Şebekemizi otomasyona çevirdik. Call Center kurduk. Ekipleri uzaktan takip ediyoruz. Verimlilikleri arttı ve 2013′te Gediz Elektriği aldık. Gediz, Manisa’daki dağıtım şirketi.

Orada da Aydem’deki tecrübelerimizin aynını uygulayacağız. Bundan sonra özel sektörün dağıtımda etkili olmasıyla birlikte Türkiye’de kayıp kaçakların toplu olarak azalacağını beklememiz gerekiyor. Elektrik kalitesinin daha iyi  olmasını, yatırımların artırılmasını beklememiz gerekiyor. Nitekim Aydem, Tedaş dönemindeki yatırıma göre 4 kat daha fazla yatırım yapıyor ve bunu kendi kaynakları ile yapıyor. Tabi uzun vadede karşılıklı talep artışının  getirdiği karlılık geri alabiliyor bunları ama yatırımları vatandaşa yaptırmıyoruz. Biz yapıyoruz açıkcası. Bu sağlıklı bir şey. Doğru yolda ilerlediğimizi düşünüyorum. Aydem olayı grubumuzun daha da büyümesine neden oldu. Bugün 7.000 civarında çalışanımız var. Bunda elektrik dağıtımın büyük bir katkısı var.  Yatırımlarımızı geliştirerek sürdürmek niyetindeyiz. Yurt dışında da yakında Nijerya ile bir sözleşme  yaptık. Bunun Start’ını vereceğiz. Artık yurt dışında da benzer çalışmalarımızı yapmak mecburiyetindeyiz.

 

Doğalgaz, hidroelektrik, termik, güneş, rüzgar… 2030 senesine geldiğimizde bunların payı ne olur Türkiye’de? 

 

2030 senesine geldiğimizde Türkiye’de benim kanaatimce %50 civarında yenilenebilir enerjiler olacak. Yani güneş, hidroelektirik ve rüzgar toplamı %50 civarında olur. %20 civarında nükleer santralin olması bekleniyor. %15 civarında da kömür olursa, %15′i doğalgaz olur.

 

Dünyadaki senaryolara göre, Uluslararası Enerji Ajansı var. Onun öngörülerine göre dünyada yenilenebilir enerji ancak 2050 yılında toplam enerji tüketiminin %50′sine ulaşacak. Yenilenebilir dediğimiz; güneş, rüzgar, hidroelektrik, jeotermal ama ben Türkiye’de bu orana 2030 yılında ulaşacağımızı düşünüyorum. Yani dünyadan 20 sene daha önce çünkü bizim için bu hedefe ulaşmak daha elzem, daha acil.

 

Dışarıya ithalat dar boğazımız olduğu için, cari açık problemimiz olduğu için yenilenebilir enerji daha hızlı devreye girmek zorunda. Bu nedenle biz de bu gayretteyiz. Şirketler ve devlet bu konuda gayret sarf ediyor. 2030 yılında tüketimin yarısı yenilenebilir enerjiden olacak bana göre.

 

Kalkınmışlıkta kişi başına elektrik tüketimi de göstergelerden bir tanesi. Türkiye olması gerektiği yerde mi? Nerdeyiz biz? 

Tabi ki kişi başına elektrik tüketimi kalkınmışlığın, gelişmişliğin önemli göstergelerinden bir tanesi ve Türkiye kişi başına elektrik  tüketiminde dünya ortalamaları civarında şu anda. Dünyanın tam böyle ortasında ama layık olduğumuz yer burası mı? Hiç kuşku yok, değil. Bizim Avrupa Birliği ortalamasına çıkabilmemiz gerekiyor. Bunu da 2023 yılına kadar yapmak niyetinde Türkiye. Avrupa’nın bugünkü ortalama kişi başına tüketim seviyesine 2023 yılında yani 10 yıl içerisinde çıkmak zorunda. Bu nedenle de elektrik tüketimini kişi başına 2 kat artırmak amacında. Bu şu demek; bugüne kadar yaptığımız üretimde ve dağıtımda ne yatırım yaptıysak en az bu kadar daha  yatırımı önümüzdeki 10 yıl içerisinde yapacağız, artı mevcut tesislerimizi yenileyeceğiz. Daha fazlasını yapmak zorundayız. Özel sektör, bankalarımız bu konuda istekli, gayretli. Bunun olacağına inanıyorum yani 2023′te biz Avrupa düzeyini yakalayacağız. Tabi, Avrupa bu seviyesinde kalırsa.

 

Artık akıllı şebekeler döneminde miyiz?

 

Şimdi akıllı şebeke, Smart Grid şeklinde bir kavram. Son günlerde elektrik piyasasında bir moda haline geldi. Bu sadece Türkiye’de değil. Dünyada geçerli bir moda. Ne demek Smart Grid? Şu demek: Bir defa şebeke üzerinden haberleşiliyor. Tüketimler kontrol ediliyor, anlık. Eğer güneş paneli gibi tüketim yerinde de üretim imkanları sağlayan paneller varsa veya güneş tribünü varsa bu tribün devrede değilken tüketim varsa elektriği şebekeden alıyorsunuz. Kullandığınızdan fazla elektrik üretiyorsanız da şebekeye elektrik basıyorsunuz. Dolayısıyla hangi saatte ne kadar elektrik bastığınızı iki yönlü olarak ölçebilen sayaçlara ihtiyacınız var. Bunları hafızalarına depolayabilen sayaçlara ihtiyacınız var ve bütün bu sayaçların değerlerini merkeze otomatik olarak da bildirmesi gerekiyor. Merkezden dolayısıyla her şeyi ölçebiliyorsunuz. Yeniden dizayn edilmesi gerekiyor. Bir yerde arıza olduğu zaman alternatif bir koldan elektrik veriyor otomatikman. İşte bütün bunları yapabilen şebekeye biz akıllı şebeke diyoruz. Buna ihtiyaç var mı? Kesinlikle var. Bu daha üst düzeyde bir çözümdür, insanların enerji kullanımı bakımından. Bu çözüm kesintisiz ve kaliteli enerjiyi sağlamayı getirdiği gibi tasarrufu da getiriyor. O sırada ülkenin ihtiyacı bulunan enerjinin en uygun kaynaktan teminine de imkan sağlıyor.

 

Siz eğer hangi saatte ne kadar enerji tüketimine ihtiyacınız olacağını bilirseniz o zaman başlangıçtan itibaren o saaten, en ucuzundan başlayarak santralleri devreye sokuyorsunuz ama denk geliş yaparsanız pahalı bir santralden elektrik verebilirsiniz. Yani enerji planlaması açısından bu gerekli. Hangi saatte ne kadar harcadığınız gerekli çünkü her saat enerjinin maliyeti farklı. Gece elektrik ucuz, bol, kullanımı yok, üretimi çok ama gündüz daha pahalı. Belli saatlerde daha fazla talep oluyor. O zaman her saatlik enerjiyi, hangi saatte kullanıyorsanız onun maliyetini tüketiciden almak lazım. Onu almıyorsanız, onun maliyetini başka tüketicilerden alıyorsunuz demektir. Eğer gerçek maliyetini alırsanız puan saatlerde yüksek maliyetli tüketiciden alırsanız o insanlarda o saatte tüketmemek için gerekli gayreti gösterecek, tasarruf yapacaklardır ama onu öyle yapmazsanız çamaşır makinesini tam akşam saat 19.00′da çalıştıracaktır. Bu uygulamalara olanak sağlamak için akıllı sayaçların, akıllı şebekelerin devreye girmesi gerekiyor.

 

Bereket Enerji’nin gelecekle ilgili hedefleri nelerdir?

 

Enerji alanı özellikle elektrik alanı büyümeye uygun bir alan. Dolayısıyla büyüme imkanı olan bu sektörde kalarak büyümeye gayret ediyoruz. Tabi sağlıklı bir büyüme öngörüyoruz ve deneyimimizi uluslararası çalışmalarla genişletmek istiyoruz. Yatırımlarımız artacak. Teknolojimiz gelişecek daha yeterli hale geleceğiz. Diğer ülkelerde de aynı hizmeti yapacağız kuşkusuz. Hedefimiz bu. Bir dünya şirketi olmak.

 

Uluslararası enerji şirketleri nereyi pazar olarak görüyorlar? Yeni bir şey var mı? Son olarak neler söylemek istersiniz?

 

Enerji üretimi ve tüketimi konusunda bir doymuşluk var ama henüz dünyanın üzerinde yaşayan 1.5 milyar insan elektrik şebekesinden yoksun yaşıyor.

Özellikle Afrika başta olmak üzere dünyada yapılacak çok iş var. Bazı ülkelerde kesintiler çok yüksek. Türkiye’nin 30 yıl önceki hali gibi.

 

Buraların gelişmesinde ve elektrik üretim ve tüketimlerinin artmasında katkı sağlayabiliriz. Bilgimiz var, deneyimimiz var, Know-How’ımız var. Bunları ortaya koyarak o ülkelerde iş yapmayı arzu ediyoruz.

 

Çok teşekkür ederiz. 

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

 

Read More
Cem Kural Söyleşisi

“Baktığınız zaman tüm dünyadaki ürünler git gide elektronikleşirken, bu dönüşümde yazılım çok ciddi farklılaşmayı yaratan bir teknoloji olarak önümüze çıkıyor. Aynı durum beyaz eşya sektörü içerisinde de geçerli. Yıllar önce mekanik Timer’larla kontrol ettiğimiz beyaz eşya ürünlerinin artık neredeyse tamamı elektronik kontrollü ürünler haline gelmiş durumda ve bu elektronik kontrollü ürünler haline gelirken de ürün üzerindeki teknolojik farklılıkları, yazılımsal farklılıkları sağlayabilir hale gelmiş durumdayız. Dolayısıyla beyaz eşya sektöründe de firmamızın hayatında da çok önemli bir yer işgal etmekte.”
90’lı yıllardan başlarsak, Gümrük Birliği süreci, bu süreçte Arçelik Ar-Ge bölümü nasıl bir dönüşüm içine girdi?  Beyaz eşyada bir rekabet artışı oldu, bu sektör nasıl şekillendi?

1995 yılında Türkiye’nin Gümrük Birliğine bir geçişi söz konusu. Ama bunun daha da öncesinde Koç Holding ve Arçelik’in büyük bir öngörüsüyle 1991 yılında Arçelik Ar-Ge Merkezi’nin kuruluşu var.  Arçelik’in toplam tarihçesinde ya da toplam serüveninde 1991 yılı çok büyük bir kilometre taşı. Hem lisanslı üretimden kurtulmak, kendi teknolojimizi yaratmak ve rekabette daha farklı noktalara gidebilmek adına 1991 yılında Arçelik Ar-Ge Merkezi kuruluyor. Dolayısıyla 1995’deki Gümrük Birliğine gelene kadarki süreçte Arçelik kendi teknolojisini yaratmak adına çok ciddi hamleler gerçekleştirmiş durumda.

 

Ve 1995-96 yıllarına baktığınızda öncesinde sadece 3 yerli üretici varken Gümrük Birliği geçişi sonrasında ülkemizde çok ciddi bir marka ve ürün çeşitliliği söz konusu. Ama bu bütün marka ve ürün çeşitliliğine rağmen bu 1991 yılında ciddi bir öngörüyle kurulan Arçelik Ar-Ge Merkezi o günden bu güne kadar yurt içi pazar liderliğini hala sürdürmekte ve sürdürmeye de devam edecek.
2001 krizi… Arçelik krizden nasıl etkilendi, kriz sonrası dönemi nasıl yapılandırdı, dünyaya, ihracata, küresel rekabete bakışı nasıl oldu?

Aslında krizlerden her zaman ders almayı bilen bir firma olduk. Özellikle Ar-Ge Merkezi’miz ve Ar-Ge Merkezi’mizde yarattığımız teknolojiler, inovasyon ve yenilik faaliyetlerimiz sayesinde bu krizlerde minimum etkilenerek çıkmayı bilen bir firma haline geldik.

 

Burada en önemli etkenin ben insan kaynağına, teknolojiye ve inovasyona verdiğimiz önem ve bu konudaki inanç olduğunu düşünüyorum.

 

Daha önceki krizlerde de, 2001 krizinde de geldiğimiz nokta özellikle yurt içi ve yurt dışı pazarlardaki etkinliğimizi artırmak, farklı pazarlar için farklı ürünleri geliştirebilmek ve o pazarlara özgün müşteri tatminini fazlasıyla sağlayan teknoloji ve ürünleri o pazarlara verebilmek sayesinde bu krizlerden firmamız minimum etkilenerek çıkmıştır.

Arçelik’te bir ürünün tasarım ve üretim süreçleri ile ilgili bilgi verebilir misiniz?

Tasarım sürecinden başlayayım müsade ederseniz. Firmamızdaki tasarım süreçleri Matris proje yapısına bağlıdır. Bütün çalışmalarımız Multi-Disipliner yapıda ve Matris proje yapısı içerisinde ve bir proje yönetim süreci hakimiyetinde çalışır. Birçok kanalda gelen bilgileri pazarlamadan olsun, kendi iş departmanlarımız dışında müşterilerden, bayilerden, servis teşkilatlarından gelen bilgileri toplar, bu bilgileri fikirden ürüne dönüştürebilecek süreçleri bir yönetim süreci içerisinde ele alır ve bunları yaparken de tamamen bir Multidisipliner proje yapısında yönetmeye çalışırız. Ve bunun sonucunda oluşan tüm proje çıktıları ürüne dönerken de fikri haklarını koruyarak da bunu yönetmeye çalıştığımız bir süreçtir tasarım sürecimiz.

 

Üretim sürecinde ise daha yalın, daha etkin, daha esnek yönetilebilir halde yönetiriz. Ve bu güne kadar geldiğimiz noktada da 14 farklı üretim tesisini beş farklı ülkede çalıştırabilir durumdayız. Ve bu esneklik sayesinde yurt dışı pazarlarda da önemli pazar payları elde etmiş durumdayız. Baktığınız zaman üretimde özellikle enerji verimliliği ve yeşil üretim konusunda çok ciddi çabalar sarf etmekte ve bunların karşılığında birçok üretim tesisimizde altın ve platin sertifikalara sahip durumdayız.

Yazılım ve elektroniğin Arçelik ürünlerindeki katkı payı, etkisi nedir acaba?

Aslında bize özel bir durum olmasa da tüm dünyada elektroniğin ciddi bir ağırlığını her geçen gün daha fazla hissediyoruz. Ve yazılım da bunun içerisindeki ağırlığını git gide artırıyor.

 

Baktığınız zaman tüm dünyadaki ürünler git gide elektronikleşirken, bu dönüşümde yazılım çok ciddi farklılaşmayı yaratan bir teknoloji olarak önümüze çıkıyor. Aynı durum beyaz eşya sektörü içerisinde de geçerli. Yıllar önce mekanik Timer’larla kontrol ettiğimiz beyaz eşya ürünlerinin artık neredeyse tamamı elektronik kontrollü ürünler haline gelmiş durumda ve bu elektronik kontrollü ürünler haline gelirken de ürün üzerindeki teknolojik farklılıkları, yazılımsal farklılıklar sağlayabilir hale gelmiş durumdayız. Dolayısıyla beyaz eşya sektöründe de firmamızın hayatında da çok önemli bir yer işgal etmekte.

Daha önce daha çok mekanik sistemler üzerinde çalışıyorlardı. Elektroniğin gelmesi ne gibi kolaylıklar sağladı?

Tabi. Birçok fayda sağlıyor aslında. Mekanikten elektroniğe geçişteki ilk beklenti toplam güvenilirlik ve güvenlik sistemlerindeki artış, kalitesel faydalar ve bunun yanı sıra da müşteriye sağladığınız farklılıkların daha hızlı ve daha kolay adapte edilebilme lüksü vardı. Ve şu anda buna yönelik bir elektronikleşme hızla devam ediyor.

 

 

Daha önce mekanik teknolojiler kullanarak yaptığınız bir farklılığı ilk zaman düzleminde sağlayabiliyorken elektronik sayesinde bu ilk zaman düzlemini daha aşağıya doğru çekebilme şansını yakalamış durumdasınız. Ayrıca yazılım sayesinde ürün üzerindeki farklılıklarınızı yazılımlar faydasıyla çok kısa zamanda, çok kaliteli bir şekilde ürünlere yansıtabilme lüksüne sahip oluyorsunuz.

Üniversite sanayi işbirliği konusunda Arçelik olarak neler yapıyorsunuz?

Bu konu, övünerek söylediğimiz bir konu. 1991 yılında Ar-Ge Merkezi olarak kurulduğumuzdan bu yana üniversite sanayi işbirliğine en başından beri önem veren bir firmayız. Özellikle bu güne geldiğimizde yurt içinde yirmiden fazla, yurt dışında keza yine yirmiden fazla üniversiteyle, üniversite sanayi işbirliği kapsamında projeler yapmaktayız. Ayrıca birçok üniversitemizde master, doktora statüsünde öğrenciler de burada projelerini yapmakta, bu projeleri üniversiteyle ortak yapıp burada bir süre çalıştıktan sonra master ve doktoralarını tamamladıktan sonra istihdam edilerek çalışmaya devam etmekteler.

 

Üniversitelerde oluşan bilginin teknolojiye dönme sürecinde firmamızın çok etkin yer aldığını, üniversitelerimizle çok ciddi bir sinerjiyi bu yıllar içerisinde oluşturduğunu ve daha da önemlisi üniversitenin sanayiyi, sanayinin üniversiteyi anladığı bir platform oluşturduğumuzu düşünüyorum. Ve bu konuyu da Türkiye’de her platformda övünerek dile getirmeye devam edeceğiz. Bilginin yaratıldığı üniversitelerin Türkiye’de daha iyi kullanılması, bu bilginin teknolojiye daha iyi döndürülmesi sürecinde Arçelik lider olmaya devam edecektir diye düşünüyorum.

Gizlilik içermeyecek halde bakarsak işe, üniversite sanayi işbirliğinde hep uzun soluklu, daha riskli projelerimizi üniversitedeki bilgiyi kullanarak teknolojiye çevirmek olarak bakıyoruz.  Misyonunmuzda da her zaman, rekabette bize öncü teknolojileri yaratacak ilk teknolojileri şirkete kazandırmak olduğu için üniversiteler bu değer zincirinde çok önemli bir halka.

 

Ve bu halka içerisinde yaptığımız projelerde enerji tüketimi, ses seviyesi azaltması, su tüketimi gibi çevresel etkileri en azlamaya yönelik faaliyetler ön plana çıkmış durumda. Bunun yanı sıra elektronik tarafta yaptığımız farklı güvenilirlik ve farklı algoritma çalışmaları, motor teknolojileri, malzeme teknolojileri konusunda yaptığımız çalışmalar, gıda hijyeni, gıda korumasına yönelik yaptığımız projeler üniversite sanayi iş birliğinde öne çıkan projelerimiz.


Aynı zamanda bu kapsamda Ortadoğu Teknik Üniversitesi Teknokent’i içerisinde bir Ar-Ge Merkezi’miz de bulunmakta. Bu sayede üniversite sanayi iş birliğinin Ankara ayağını daha da güçlendirmiş durumdayız. Aynı zamanda birçok üniversitede bizimle beraber hocalarımızın iş yapabileceği, öğrencilerimizin çalışabileceği laboratuvarlar açtık, açmaya devam etmekteyiz. Aynı zamanda devletin bu konuda yaptığı Santez, Teydep gibi desteklerden, Avrupa Birliği fonlarından yedinci çerçeve programı bitmiş olsa da, yedinci çerçevede çok aktif olarak yer aldık. Şu an Horizon 2020’yi takip etmekteyiz. Hem SANTEZ’de hem TEYDEP’de Türkiye çapında özel sektör firması olarak ciddi projeler yaptık ve yapmaya devam edeceğiz. Dolayısıyla üniversite sanayi işbirliğiyle yapılan projelerimizi hem devletin değişik fonlamalarını kullanarak, hem üniversitelerin bu konudaki altyapılarını güçlendirerek devam edeceğiz.

Bu soruya bir ek olarak, inovasyon için doktora öğrencisi gerekliliği konusunda Türkiye’yi yeterli buluyor musunuz?

Doktora yapıyor olmak iyi bir şey. Bunun altını çizerek cümleye başlayayım ama inovasyon dediğiniz şeyin tanımında anlaşırsak, inovasyonu aslında ticarileşebilen yenilik olarak çeviriyorlar tam tanımını. Bu tanımı karşılayabilecek her türlü faliyet herhangi bir derecede olabilir. İlla doktoralı olmak, yüksek lisans ya da Bs dereceli olmak bence ana şartı olmamalı. Ama doktora yapıyor olmak, doktorayı teşvik etmek, insanların bir konuda dünya çapında uzmanlaşmasına gitmesi bizim gibi firmalarda önemli bir konudur. Doktora yapmış arkadaşları, doktora yapmak isteyen arkadaşları her zaman teşvik ederiz ve öncelikli olarak o arkadaşları ele alırız ama bir inovasyon için şart olduğunu düşünmüyorum.

Arçelik’in patent konusuna bakışı ve bu konuyla ilgili son on senede yapılanlarla ilgili bilgi verir misiniz?

Üniversite sanayi iş birliğinde olduğu gibi bu konu da övünerek bahsettiğimiz bir konu. Fikri hakların korunması fikirden ürüne geçen süreçteki her çözdüğümüz problemin fikri haklarını garanti altına almak, bunu hem ofansif hem defansif olarak koruma altına alıyor olmak bizim için çok önemli. Ve bu süreci uzun yıllardır doğru yönetmeye çalışıyoruz.

 

Bu sene 15.sini kutladığımız Fikri Haklar Günleri’miz olur bizim. Her sene bir kez Fikri Haklar Günü’nü kutlar ve o sene içerisinde farklı patent ve buluş almış arkadaşları ödüllendiririz ki bu sene 15.sini kutladığımıza göre düşünün 15 sene önce biz ilk kutlamayı yapmışız ve her sene performansımıza baktığımızda biz Dünya Fikri Haklar Örgütü’ne Türkiye’den yapılan başvuruların üçte birinden fazlasını yapan bir firmayız. Ayrıca Dünya Fikri Haklar Örgütü’nde ilk 200 içerisinde yer alan tek Türk firmasıyız. Dolayısıyla patent konusu, buluş konusu, genelinde fikri hakların korunması konusu firmamızın özelinde çok önemli bir konudur. 15 yılın üzerinde yönetmeye çalıştığımız ve Türkiye’de açık ara lider olduğumuz bir konudur.

Peki Arçelik bu 10 sene içerisinde hangi alanlarda daha çok patent almıştır biraz açabilir miyiz?

Spesifik bir konuya odaklanmaktan çok ana iştigal alanımız beyaz eşya ve televizyon olduğu için bu konularda yoğun fikri haklar konusunda patent başvurularımız olmakta. Ama bunların içerisinde kırınım yapmaya kalktığınızda ürün bazlı ayrım zor olsa da ürünler üzerinde farklı algoritmalar, bunların farklı teknolojilerle korunması, farklı çözümleri, örnek vermek gerekirse gururla yapıp sattığımız ve gururla her yerde reklamını yaptığımız Türk kahve makinesi Telve’nin üzerinde 17 farklı patent vardır. Böyle baktığımız zaman her ürünün üzerinde, fikirden ürün seri üretime geçene kadarki süreçte birden çok patenti farklı teknolojiler adına alır ve koruruz.

Bu patentin ofansif ve defansif savunması nedir?

Fikri haklar sürecine baktığınız zaman bir patenti almanın birçok mantığı var. Bir, rakiplerinize benzer işi yaptırmamak. Rakiplerinizin benzer ürün kopyalayarak size benzer ürün çıkarmaması üzerine kuruludur.

Ofansif ve defansif tanımları da buradan türer. Aldığınız patentler ve siz hangi pazarlarda kime neyi yaptırmamak, kimin sizin benzer ürünlerinizi yapmasını istemediğinizi gösterir. Ofansif ve defansif tanımları da bunları gösterir aslında.

 

Peki Arçelik’in yurt dışına patent satışları var mıdır?
Var, ana beklentimiz patent satışı olmasa da hedeflerimiz arasında patentlerimizden gelir elde etmek de var. Ve bu konuda da gelirler elde ediyoruz. Ama ana hedefimiz her zaman için kendi ürünlerimizin fikri haklarını koruyor olmaktır.

Arçelik, Fatih Projesi, Smart Grid, enerji verimliliği, M2M gibi önümüzdeki dönem teknoloji gündeminde ön sıralara yerleşecek konularla ilgili ne gibi projeler geliştirmektedir?

Her zaman için farklı teknolojilerde çalışmalar burada devam etmekte. Ar-Ge olmamızın en büyük özelliği misyonumuzda yer alan rekabette farklı ve öncü teknolojileri şirketimize kazandırmak misyonuyla hareket ettiğimiz için her zaman farklı projelerde çalışıyor arkadaşlar. Önceliğimiz her zaman çevre bilinciyle hareket ettiğimiz ve vizyonumuzda da dünyada saygın olma prensibi olduğu için çevresel kaynakların tüketimini minimize etmek üzere yapılan projeler her zaman öne çıkmakta. Bunun dışarısında buzdolabı, fırın gibi ürünlerimizle ilgili gıda hijyeni, gıda saklama, gıda pişirme ile ilgili projeler, diğer kurutma, bulaşık makinesi, çamaşır makinesi gibi ürünlerimizle ilgili daha iyi yıkama, daha iyi kurutma performansı, bununla ilgili enerji tüketimi en azlama ve dünyanın en ve ilklerini oluşturmaya yönelik tüm projeler devam etmekte ve bundan sonra da devam ediyor olacaklar.

 

Türkiye’nin bugün Ar-Ge’de geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ülkemiz bir inovasyon ülkesi olabilecek mi? Son olarak bu konuda neler söylemek istersiniz?

 

Kesinlikle bundan ümitliyim ve olacağına da inanıyorum. Özellikle son dönemlerde Ar-Ge konusunda yapılan teşvikler, bu konudaki teşvik mekanizmalarının artması, Teknokentlerin, Teknokentler içerisindeki teknoloji ofislerinin oluşturulması, hem Sanayi Bakanlığı’nın hem altında Tübitak’ın bu konuda yaptığı teşvik çalışmaları ülkemizdeki hem Ar-Ge’nin hem inovasyonun gelişimi adına çok önemli atılımlar. Ama bunların biraz daha iyileşmesi ve ileriye götürülmesi gerektiğini de düşünüyorum. 2023 hedeflerine baktığımızda gayri safi hasıla içerisinde yüzde 3 paya ulaşabiliyor olmak ciddi bir hedef ve bu hedefe ulaşabilmek için de daha çok yol kat etmemiz gerekiyor.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Cemal Cem Işık Söyleşisi

“Türkiye’nin 81 iline yayılmış olan tek teknoloji marketiyiz. Bu kanalda da öncülüğümüz devam etmektedir. Nitekim birçok öncülüklere imza atan firmamız 2012 yılında Dünya Perakende Ödülleri’nde Paris’te, Girişen Pazarlar kategorisinde ödül almış ve ilk defa ülkemize getirmiştir. Hemen ardından gene aynı ödüllerde aslında, 2014′te de çok ciddi bir performans sergilenmiş ve Omni Channel konusunda çok ciddi rakiplerle yarışılarak finale kalınmıştır. Bunun yanı sıra 2014′te de Orta ve Doğu Avrupa’da Euro Money tarafından en iyi yönetilen şirket olarak Teknosa Türkiye için bir gurur kaynağı haline gelmiştir.”

Firmanızın 2000′li yıllardaki gelişim öyküsü, nasıl ortaya çıktı, hangi stratejilerle gelişti, nasıl büyüdü, dünya devleriyle nasıl rekabetten sağ çıktı ve lider oldu? Yani bunun öyküsünü bize anlatır mısınız?

2000 yılında kurulmuş olan firmamızın asıl amacı ve tüm amacı aslında dünya standartlarında organize bir perakende zinciri ile müşterilerimizi buluşturmaktı. Ve nitekim felsefesini ilk günden itibaren “herkes için teknoloji” olarak belirledi. Teknosa’nın 2000′lerden itibaren 2001 krizine rağmen, yaptığı yatırımlarla, mağaza için yaptığı yatırımlarla, bilgi sistemleri için yaptığı, insana yaptığı yatırımlarla büyüyen performansı rekabetin de global firmaların da fazlasıyla ilgisini çekti. Dolayısıyla rekabet 2000′li yılların ortalarından itibaren ülkeye gelmeye başladı. Tabii firma olarak müşterilerimize vermiş olduğumuz önem ve onları odağımıza almış olmamız ve tüm hizmet anlayışımızı müşterilerimize göre düzenliyor olmamız bizim bence lider olarak kalmamızdaki en büyük etken.

Türkiye’nin 81 iline yayılmış olan tek teknoloji marketiyiz. Bu kanalda da öncülüğümüz devam etmektedir. Nitekim birçok öncülüğe imza atan firmamız 2012 yılında Dünya Perakende Ödülleri’nde Paris’te, Girişen Pazarlar kategorisinde ödül almış ve ilk defa ülkemize getirmiştir. Hemen ardından gene aynı ödüllerde aslında, 2014′te de çok ciddi bir performans sergilenmiş ve Omni Channel konusunda çok ciddi rakiplerle yarışılarak finale kalınmıştır. Bunun yanı sıra 2014′te de Orta ve Doğu Avrupa’da Euro Money tarafından en iyi yönetilen şirket olarak Teknosa Türkiye için bir gurur kaynağı haline gelmiştir.

Firma olarak müşterilerimize verdiğimiz önem ve onları odağımıza almamız, onları dinlememiz ve onların istediği yönde hareket etmemiz, aslında bizi hakikaten bu global firmalarla rekabet konusunda çok güçlü kıldı.

Ve günümüze kadar en başından itibaren lider olarak kalmayı başardık. Tabi burada özellikle Teknosa’nın yeniliklere öncülük etmesi, Türkiye’nin 81 iline Teknosa mağazalarını taşıyan ilk ve tek teknoloji perakendecisi olması ve aynı zamanda her gün yatırımlarımıza devam ederek, dijital kanalda da müşterilerimizi dinleyip, oraya yatırım yapıyor olmamız, bizi gelecekte de bugün olduğu gibi yine güçlü kılmaya devam edecektir kanaatindeyiz.

İnsanların teknolojiye bakışı, kullanması, gidişat nereye doğru diye düşünüyorsunuz?

Bu noktada size aslında kendi küçük bir hikayemden bahsetmek isterim. Bundan 1,5-2 sene kadar önce Karadeniz seyahatimde Ordu mağazasında, mağaza yöneticisi ile beraber mağazayı dolaşırken, iki yaşındaki bir çocuğun eliyle televizyon ekranını bir tabletin ekranını kaydırmaya çalışıyor gibi hareket ettirmeyi denediğini gördük. Tabii ilk anda hiç bir anlam ifade etmeyen bu hareket aslında kısa bir süre içerisinde bizlerde şu gerçeği uyandırdı ki, iki yaşındaki çocuğun bile ilgisini teknoloji son derece çekiyor ve hayalleriyle bütünleştirebiliyor. Onu bir tablet ekranı gibi görüp, aslında gelecekte belki de televizyon ekranlarıyla neler yapılabileceğinin izlenimlerini büyüklere çok rahat verebiliyor. Dolayısıyla bence teknoloji genç ve dinamik nüfuslar için son derece önemli ve gerekli bir faktör.

Farklı sektörlerdeki pek çok Türk markası artık küresel anlamda rekabet edecek güce sahip. Bizler de Teknosa olarak, bu markaların dünyadaki ve avrupadaki başarılarını yakinen takip ediyor ve onlarla gurur duyuyoruz. Nitekim bu markaların birçoğu mağazalarımızda tüketicilerle bu ürünlerini buluşturmaktalar. Ve biz de bu iş birliğinden son derece keyif alıyoruz.

Teknolojide ve aslında her alanda marka olmanın değeri, insanların yaşamına değer katmaktan geçiyor. Böyle baktığınız zaman, bir marka olmanız için o uzmanlığı, güveni, kaliteyi, yakınlığı ve yaygınlığı bütünsel olarak görüp bu şekilde müşterilere yansıtmak gerekiyor. Bizim bu sene başında da reklam projelerimizde söylediğimiz, iletişimimiz şuydu: teknoloji hayatın yerini asla alamaz. Ama teknolojiye ihtiyacınız olan o bazı anlarda Teknosa her zaman yanınızda olur. Dolayısıyla teknoloji bizim hayatımızın vazgeçilmez bir parçası. Elbette ki hayatın kendisi son derece önemli ama teknolojiye ihtiyacımızın olduğu o bazı anlarda, teknolojimizin olması ve teknolojiyi kullanabiliyor olmamız bizler için son derece önemli. Marka stratejileri olarak baktığınızda da, marka stratejinizi müşterilerle nasıl bütünleştirdiğiniz, onların yaşamına değer katacak bir şekilde nasıl bütünleştirdiğiniz son derece önemli ve kritik. Ve biz buna yatırım yapıyoruz, yatırım yapmaya devam ediyor olacağız.

Türkiye’de cep telefonu, tablet gibi ürünlerin de üretimi başladı. Bu konudaki şansımızı nasıl görüyorsunuz?

Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de son 2 yılda özellikle, akıllı telefon ve tablet satışlarında çok ciddi bir artış var. Hatta diğer tüm ürün grupları veya birçoğu diyelim, ekonomik koşullara bağlı olarak daralma gösterirken, bu iki ürün grubunun her geçen gün daha da popülerleştiğini ve daha da cirosunu artırdığını gözlemliyoruz.

Bu noktada elbette ki Türk üretici firmaların da yaptığı o kaliteli işler ve ürettikleri ürünler Türk tüketicisiyle farklı platformlarda, yaşamlarına değer katacak bir şekilde buluşmaya devam edecektir, diye düşünüyorum. Kesinlikle arz var, talep var ve bunu karşılayacak olan firmalar da hem dünyada hem de Türkiye’de çok kaliteli işler yaparak ürünlerini tüketicilerle buluşmaya devam ediyorlar. Edeceklerdir diye de düşünüyorum.

 

Türkiye’nin stratejik, lojistik konumu ve genç nüfusu aslında Türkiye için üretimin önemini çok daha artırmakta. Ben özellikle, insana yapılacak yatırım, eğitimlerin düzenlenmesi ve eğitime verilecek önemle birlikte bu konuda ciddi bir atılım içerisine girebileceğimizi düşünüyorum. Devletimiz tarafından yapılacak teşviklerle birlikte, üretim konusunda da geçmişten gelen belki eksiğimizi çok hızlı bir şekilde kapatacağımız kanaatindeyim. Bu konuda da bir Türk vatandaşı olarak geleceğe umutla bakıyorum diyeyim.

Aynı zamanda tasarlayan, üreten bir ülke olmak için neler yapılmalı? Burada aslında gene bir pazarlama konusuna değinebilirsiniz.

Eğitim. Kesinlikle eğitim ve insana yatırım. Hatta bunun, bu projenin, büyük sıçramanın ana konusu da bu olduğu için, biz de kendimizi bunun bir parçası olarak gördük ve olmak istedik Teknosa olarak. Baktığımızda bizim, firma olarak yaptıklarımız kadın için teknolojiyle, 2007’den bu yana 54 ilde yaklaşık 13.000 kadınımıza eğitim vermeye çalıştık, onları yetiştirmeye çalıştık ve bir şekilde teknoloji ile barışık bir hale getirmeye çalıştık. Tabii ki bunu üretim olarak göremezsiniz ama bir yandan da biz bir teknoloji perakendesi olarak üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Ben Türkiye’de üretimin artacağına gönülden inanıyorum ve destekliyorum. Bunun olması için de eğitimin ve firmaların bu işe daha çok kaynak ayırmasının ve eğitime gerekli önem vermesi gerektiğini düşünüyorum. Devletin de teşviği ile bence bu konuda istenen ve arzulanan yere hızla gelinecektir.

Gelecekte ticaret, teknoloji marketlerini ne kadar etkileyecek? Şu anda e-ticaret teknoloji marketlerinin aslında bugünü de bahsederek anlatabilirsiniz.

Son derece önemli görüyorum e-ticareti aslında. Burada bize son zamanlarda gelen soru hep şu şekilde şekilleniyor, mağazacılık mı, e-ticaret mi? Aslında ikisi de değil, ikisi beraber. Burada baktığımızda, müşteriye o kesintisiz hizmeti verebilmek, gerek yaygın ağınızla istedikleri an o deneyimi yaşatabileceğiniz standlarla onlara ulaşabilmek, ürünlerle ulaşabilmek, deneyim alanlarıyla ulaşabilmek son derece önemli. Bunu yapıyorken aynı zamanda bir alışveriş yapmak istedikleri anda, onlara o Digital Experience’ı, tecrübeyi yaşatabilmek son derece önemli.

Mobil uygulamalara ulaşabilmek son derece önemli. E-ticaret dünyasının bence olmazsa olması aslında mağazacılıkla bütünleşmiş bir Omni Channel kavramı.

Önemli olan müşteriye her yerde, her an istediğinde ulaşabilmek ve ulaşırken de tek bir profille ulaşabilmek. Her yerden o markanın aynı değeriyle ulaşabilmek. Bizim de zaten çabamız buna yönelik. Bugün baktığınızda gerek ülkedeki hatta dünyadaki diyelim, tüm elektronik perakendecileri e-ticaret sitelerine yatırım yaparken ki biz de bu yönde çok ciddi adımlar attık, atmaya devam ediyoruz, geçen seneye göre satışımız iki kattan fazla büyüdü. Aynı zamanda dünyada yer alan o e-ticaret sitelerinin de mağazacılıkla bütünleşmeye çalışıp, mağazacılığa yatırım yapmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bunun ana nedeni, o bütünsel tecrübeyi müşteriye kesintisiz biçimde yaşatabilmek. E-ticaret mi, mağazacılık mı, ben ikisi beraber Omni Channel diyeceğim.

Peki bu konseptin Türkçe bir karşılığı var mı bu? Gerçi açıkladınız çok güzel, anlaşılır bir şekilde. Yoksa tabi ki alabilir ama uluslararası bir konsept.

Türkçeleştirmemiz gerekirse , “çoklu kanal” diyebiliriz. Tüm dünyanın Omni Channel diye yaklaştığı bu kavramı biraz daha açmamız gerekirse aslında, çoklu kanal tecrübesi diyelim. Çoklu kanal tecrübesi de, müşterilerimizin ürünlere ister mağazada, ister Web’te, ister mobil aplikasyonlar aracılığıyla istedikleri yerde, istedikleri an ulaşabilmelerini sağlamak. Tüm firmalar gibi biz de buna yatırım yapıyoruz ve çok yoğun yatırım yapıyoruz. Bugün İstanbul’daki bir mağazadan ödemeyi yapıp, Van’daki bir mağazadan teslimat gerçekleştirebiliyorsunuz ve bunun da gururunu yaşıyoruz. Bunu da yapan yine ilk Türk markalarından bir tanesiyiz. Ve özellikle yaygın ağımızla Omni Channel’la, yani bu çoklu kanalı destekliyor olmakla, tüketicilere her anlamda aynı Teknosa tecrübesini yaşatmak anlamına geliyor bizler için.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mıdır Cemal Bey?

 

Hayır. Teşekkür ederim.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Bülent Gönç Söyleşisi

   

“Esas bizim sektörümüzde, Türkiye’nin bilişim sektörünün patlamasının en önemli dönemi 90’lı yıllardan itibaren başlar. Açık sistemlerin çıkması, kişisel bilgisayarların yaygınlaşması, internetin dünyamıza girmesi 90’la 2000 yılları arasındadır. Dolayısıyla Türkiye orada çok ciddi boyutta bir gelişim gösterdi. Sektör gelişimini gösterdi.”

 

Ben mesleğe 1970’de başladım. Dolayısıyla sizle yalnızca bilgisayar sektörüyle ilgili 70’den sonra nasıl bir gelişme olduğunu paylaşabilirim. Önemli bir nokta, ben mesleğe başladığımda bilgisayar kelimesi yoktu. “Elektronik beyin” ile başladık. İlk işim, makina lisanıyla program yazıyorduk. Yani Machine Language dediğimiz şekilde program yazıyorduk. Tabi Türkiye’de 1970’den bu yana çok önemli değişilikler oldu. Buna şöyle bakarsak, on yıllar seviyesinde bölersek, 70 ve 80 arasında bu konuda Türkiye’de çok yavaş bir ilerleme vardı. Büyük sistem, özel işletim sistemi olan sistemler daha çok revaçtaydı. Bunları daha çok bankalar, çok büyük şirketler alabiliyorlardı.  Ve ana olarak yapılan iş de stok kontrol, maaş bordrosu ve muhasebe… Başka hiçbir konuda iş yapılmıyordu. Terminal diye bir kavram yoktu. Bütün bilgiler önce kartlara deliniyor ya da manyetik ortama tek tek işleniyordu. Yani bizim şu an Online, Real Time dediğimiz işlem gündemde dahi yoktu.

 

80’den sonra biliyorsunuz, büyük bir hareket oldu. Türkiye ekonomisinde de, gümrük duvarları da değişti.  Çünkü 70 ve 80 arasında bir bilgisayarı Türkiye’ye ithal ettiğiniz zaman %40 gümrük vergisi verirdiniz.  Dolayısıyla burada bu işin sahiplenmesi de ekonomik olarak çok büyük bir problemdi. 80’den sonra, Özal zamanında bu konuda ciddi kanuni değişiklikler yapıldı. En azından gümrük yüzde 40’dan yüzde 20’ye düşürüldü. Bu çok önemli bir şeydi. 80 ile 90 arası yavaş yavaş kişisel bilgisayarların gündeme geldiği, dağıtık sistem dediğimiz sistemlerin oluştuğu, daha küçük sistemlerle çalışıldığı bir dönemi yaşadık. O tarihte işte bankacılık sistemleri ağırlık kazanmaya başladı. Bir sürü bankamız veri iletişim hatları üzerinden Online iş yapmaya başladı. Bunun güzel tarafı şu, bankacılık sisteminde ilk defa şube sistemleri hayata geçti. Şöyle bir örnek vereyim. 80’li yıllarda bir banka şubesiyle merkez arasındaki iletişim 4.6 kb üzerinden yapılıyordu. Bugün Megabitlerden bahsediyoruz. Ama yine o bankalar şube olarak işlerini yapabiliyorlardı, beceriyorlardı.
Esas bizim sektörümüzde, Türkiye’nin bilişim sektörünün patlamasının en önemli dönemi 90’lı yıllardan itibaren başlar. Açık sistemlerin çıkması, kişisel bilgisayarların yaygınlaşması, internetin dünyamıza girmesi 90’la 2000 yılları arasındadır. Dolayısıyla Türkiye orada çok ciddi boyutta bir gelişim gösterdi. Sektör gelişimini gösterdi.

 

O dönemde en büyük sıkıntımız neydi biliyor musunuz? Yeterli eleman bulamazdık. Çünkü iş o kadar büyüdü ve talepler o kadar fazlalaştı ki bu konuda yetişmiş uzman çok azdı. Şöyle söylemekte fayda var: Bilgisayar şirketlerinin de en karda olduğu dönemden bahsediyorsunuz, 2000 yılları. Bir de herkesin bildiği gibi 2000 yılında bir 2000 sendromu oldu. Herkes çok korktu programların 2000 yılına uyumlu olmadığı şeklinde. Dünya duracak diye bir sürü dedikodular çıktı ama fazla bir şey olmadı hepimiz de biliyoruz. Ama bu bizim sektörümüzde Türkiye’de bile yenileşme adına çok büyük adımlar yapıldı. Tabi bu arada 90’la 2000 Türkiye açısı bakımından da bankacılık sistemlerinin çok yaygınlaştığı, ATM’lerin, para verme makinelerinin, şubelerin çok yaygın çalıştığı bir dönemden bahsediyoruz sonuç olarak.

 

Aslında 80’li yıllarla ilgili benim bir iki sorum olacak. İlk bilgisayar yapı montaj çalışmaları da sanırım 80’li yıllarda başlıyor. Bu Boncuk ve Uslu ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Valla çok güzel girişimlerdi. Çok önemliydi. Çünkü bir yerden başlamak durumundasınız montajda. Size şöyle bir örnek vereyim, bir vidanın bile ithal edildiği bir dönemden, bir üretim konseptini 80’li yıllarda düşünüp yapmak bence çok önemli bir girişimdi. Ha, ticari bir başarısı oldu mu? Olmadı baktığınız zaman. Ama zaten bence önemli olan bizim de bir şeyi imal edebileceğimizin ortaya konduğu bir deneydi. Yazılım konusunda da aynı şekilde. Yine 80’li yıllarda çok önemli yazılım projeleri gerçekleştirildi Türkiye’de. Ve şöyle söyleyeyim, o tarihlerde, 80’li yıllarda siz eğer IBM kullanıyorsanız IBM’in cihazları birbirine bağlanırdı. Ama Türkiye’deki yazılımcılar değişik donanımları birbirine bağlama kabiliyetini gösterdiler. Bu çok önemli bir gelişimdi sonuç olarak. 80’li yıllarda özellikle bilgisayar üretimi açısından bakarsanız ki ben o açıdan bakıyorum televizyon açısından bakmıyorum. Size o zaman televizyonla ilgili bir şey söyleyeyim.

 

67 yılında Philps’in 1.Levent’te montaj fabrikası vardı. Orada  elektronik mühendisliği için iki ay staj yaptım  ve o dönemde Philips’de günde 6 tane siyah beyaz televizyon montajı yapılıyordu. 300 tane de transistörlü radyo montajı yapılıyordu.  Burası bir fabrikaydı.  Ve bu televizyonları yaparken de bir tek televizyon yayını vardı o da İstanbul Teknik Üniversitesi’nin siyah beyaz,  günde iki saatlik yaptığı televizyon yayınıydı. Şimdi baktığınız zaman, 6 taneden ve her şeye montaj olan, vidasına kadar yurt dışından gelen bir ortamdan, bugün nereye geldik. Bunu iyi bir ölçmek lazım.

Montajdan tasarıma kadar uzanan yolda montajın da aslında bayağı kalifikasyonu yüksek seviyeleri var. Mühendislik gerektiren. Sırf montajla bitmediğini öğrendik.

Tabi, ODTÜ zamanında da baktığınız zaman gençliğimde ben de ‘montaja hayır’diyen gruptan bir kişiydim. “Montaja Hayır” illa ki biz üretelim. Ama montaj tecrübesinin sonunda gördük ki, montaj yapmayı öğrenmeden direkt olarak üretime geçemezsiniz. Bu iş kolay değil. Montaj yapmak da kolay bir iş değildir. Yani ben size bir örnek vereyim mesela, televizyon montajı… O tarihte Philips’te yapılırken, montajı yapılırdı, televizyon çalışmazdı sonunda. Sonra ara kontrol noktaları koydular. Çünkü o tarihte, mesela, transistörlerin gücü istenilen seviyeye erişemiyordu.

Lehim otomasyonu yoktu, dolayısı ile elle lehim yapılıyordu. Elle lehim yapıldığı zamanda, soğuk lehim diye bir kavram vardı. Sizler duymamışsınızdır bunu. Önemlidir o soğuk lehim.  Çünkü lehimi yaparken ilk defa havayı tutacaksınız, sonra lehim aletini üzerine koyacaksınız. Bunun adı sıcak lehimdir. Eğer havayı dışarda tutup, ilk defa lehimi koyup, havyayı üzerine koyduğunuz zaman, soğuk lehim olur. Soğuk lehimin anlamı şu, belirli bir zaman sonra o atar. O Connection zayıflar. Şimdi, bugün hiç böyle bir sorununuz yok.

 

Soğuk lehim ciddi bir sorundu. Mesela küçük bir anımı anlatayım, madem biraz geçmişten bahsediyoruz. 69 yılında biz mezun olduk ODTÜ’den. Rahmetli bir hocamız, Hakkı Oranç diye çok kıymetli bir rektörlük hocamız vardı. Bize mezun olduğumuz gün, bir tavsiyede bulundu: “Arkadaşlar, artık mühendis oldunuz. Bir elektronik alet çalışmadığı zaman ne yapacaksınız? Bir, elektrik gücüne bağlı mı değil mi önce ona bakın. Direkt içeriye girip de makine çalışmıyor demeyin. İki, On/Off düğmesine bakın. Eğer On durumda ise, hala makine çalışmıyorsa, etrafınıza bakın, kimse yoksa makineye bir tokat atın. Yüzde doksan çalışır.” Şimdi bunun esprisi de soğuk lehim. O zaman yapılan makinelerde, o soğuk lehim yukarıya doğru attığı için bu kontakta bir problem çıkartıyor. Yani bu da 70’li yıllar.

 

Benim gözlemlediğim kadarıyla ilk olarak Boncuk ile sonra bu IST, Best Bilgisayar gibi markalar girmiş. Sonra Casper, Exper… Bunlar daha çok böyle yaşama şansı bulabildi. 80’lerden 90’lara giden bu bilgisayar montajı sürecinde, ne gibi değişimler oldu da bir takım firmalar yaşadı?

 

Sebebi çok basit. Bir kere birim maliyetler düştü. Alınabilir hale geldi. Ben ilk bilgisayarımı Türkiye’de, yurt dışından ithal edip, 5500 dolara satmıştım. Şimdi, 5500 dolara bir PC satmak başka, 2000 dolarlara inmesi başka. Dolayısıyla, öbür ürünlerin Türkiye’de ki imal edilenlerin tutmasının asıl nedenlerinden bir tanesi de, kişisel bilgisayarın yaygınlaşması oldu. İlk üretim safhalarında, maliyetler çok pahalı olduğu için satış da çok azdı. Onun için de ayakta durmanız mümkün değildi. Tabii bir de adetsel üretimin fazlalaşması da esastı, sonuç olarak baktığınız zaman. 90’lı yılların başında bu üretimler belirli bir noktaya oturdu. Escort da vardı biliyorsunuz. Escort şimdi yok ama Escort da 90’lı yıllarda ciddi bir yerli üretim resmi çizdi, sonuç olarak Türkiye’de. Bunların kesinlikle faydası oldu Türkiye’ye. Aynı şey televizyonlar için de geçerli. Bugün Türkiye’de HP adına üretim yapan fabrika var. Türk işçisi, Türk yazılımcısı, Türk mühendisi eş değer değildir dışardakilerle. Daha iyidir. Ben buna inanıyorum. Özellikle yazılımcıları için söylüyorum. Montajda çalışan kişiler için söylüyorum. Bunu çok samimiyetle söylüyorum. Çünkü hakikaten, eğer süreçler iyi açıklanmışsa, iş disiplini ve imalat süreci iyi açıklandıysa Türk işçisinin performansı çok iyi oluyor. Bizim burada eleştirdiğimiz konu, o süreçlerin ve düzenin doğru dürüst kurulmadığı ortamlar. Türk yazılımcılarının üretim kapasitesi bence dışarıdaki yazılımcıların çoğundan çok daha iyidir.

 

Ben size şunu söyleyeyim ki bunu keyifle söylüyorum: Koç Sistem’le çalıştığım 34 sene boyunca, iş ortağı olduğumuz ana firmalar zaman zaman bizden yazılımcı talebinde bulunmuştur. Bu bir ihtiyaçtan çıkan bir taleptir. 90’lı yılların başından bahsediyorum, bu onların kalitesini gösterir. Ve bugün çok daha iyiler. Şunu da eklemek istiyorum, çok mesafe alındı. Örnek mesela Türkiye’deki bankacılık yazılım sistemleri, dünyadaki benzerlerinden çok daha iyidir.

 

Bugün mesela, dünya çapında bankacılık sistemlerimiz olduğu söyleniyor. Birçok uygulamaya erken geçtiğimiz söyleniyor. Bunun hikayesi neredendir?

Bu daha çok 80’li yıllardan başlayan bir hadisedir. Şimdi biliyorsunuz, bankacılık sistemi 80’li yıllardan. Bilgisayarlar esasında bankacılık sisteminde, 60’lı yılların sonunda başlamış Türkiye’de. 60 ile 70 arasında daha çok, bankacılık sistemlerinde evraklar, genel merkeze gönderilip, şube bazında nizam ve müşteri hesaplarının arkadan takibi şeklinde kağıt üzerinde bir sistem kurulmuş. Sonra 80’li yılların başından itibaren şube sistemleri, şubelerle merkezin bağlanması başlamış, Türkiye’deki Network yavaş yavaş hayata geçerken.

 

Tabi 80’li yıllar diye bahsettiğimizde bir enflasyondan bahsediyorsunuz. Aşırı bir enflasyon döneminde yaşıyor Türkiye. Ayrıca bu sistemin içerisinde yepyeni uygulamalar var, dünya sisteminde olmayan. Çünkü enflasyonun getirdiği zorunluluklardan bahsediyorsunuz. Dikkat ederseniz, bugünün bankacılığa bakın, bankalar size para satmaya çalışıyorlar değil mi? Bugün kredi vermeye çalışıyorlar. 80’li yıllarda tam tersi, bankadan kredi almak için çok ricacı olurdunuz. Bankalar sizin paranızı tasarruf yapıp, paranızı toplamaya çalışırlardı. Dolayısıyla sistem çok farklıydı. Bugün, para satmak için uğraşıyor bankalar.

 

Şimdi, bankalar böyle çalışırken, bizim Türk toplumumuzdaki bütün sistemlerimizin olduğu gibi şöyle bir sorunumuz var:  Avrupa bankacılığında bir müşteri şubenin içerisine geldiği zaman aksini ispatlamadığı takdirde, dürüst namuslu bir müşteridir. Avrupa bankacılığında tüm yazılımlar bu baz üzerinde kurulur. Türk bankacılığında bu iş tamamen farklıdır. Aksini ispatlamadığı takdirde, gelen her müşteri, yapılan her işlemde adam şaibelidir. Dolayısıyla ben her türlü güvenlik tedbirini almak zorundayım. Bu nedenle bizim bankacılık sistemlerimiz çok komplikedir. Onun için de çok detaylı çalışılmıştır. Bu tamamen, toplumun algılama sistemi. Bizim bankacılık sistemlerindeki karşılıklı kontroller bu konudaki denetimler çok yüksektir. Bunu da itiraf etmek lazım, son yıllarda, özellikle mobil bankacılığa geçilirken, internetin çok yaygın kullanıldığı bankacılıkta ki bizim uygulama zenginliğimiz Batı’daki bankalarda yok. Hakikaten bugün bizde çok ciddi bir uygulama zenginliği var.

 

Örnek verebilir misiniz?

 

Mesela ilk mobil bankacılığa baktığınız zaman, şu anda siz cep telefonunuzdan istediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Ve güvenle yapabilirsiniz.

 

Avrupa’dan önce girdik biz buna mobil uygulamalarda. Artı, mesela bizim burada baktığımız 3 kademeli güvenlik dediğimiz sisteme, biz yine Avrupa’dan önce girdik. Biliyorsunuz internete girerken, sizin bir kullanıcı adınız var. Bir şifreniz var. Bir de ikinci teyit, cep telefonu şifreniz var. Yani 3 kademeyle yapıyoruz. Eskiden 2 kademeydi. 3 kademeye de biz erken girdik.  Dahası, kredi kartları eskiden imzalanırdı, onun fişi arkasında tutulurdu. Dünyadaki uygulama, Visa olsun Master olsun bunu şifreleme üzerine geçtiler. Ve bunda, en hızlı şifreleme uygulamasına geçen ülkelerden bir tanesi de Türkiye. Ben o tarihlerde, burada artık iki imza atmadığım dönemlerde, İngiltere’ye gittiğim zaman Fransa’ya gittiğim zaman çoğu yerde hala imza atıyordum. Şifre girmiyordum. Şimdi şimdi onlar yakaladılar. Dolayısıyla bizim bankacılık sistemlerimiz benim gördüğüm kadarıyla, çok ileridir.

 

Bazı aşırılıklarını yapmadık mı yaptık. Örnek; 90’lı yıllarda, Türkiye de ki bütün ATM’ ler renkli ekrandı. Avrupa’ya gittiğiniz zaman ekranlar siyah beyazdı. Biz çok fazla para harcadık bu konuya. Biraz da lüksüne kaçmadık değil.

 

ATM ile ilgili çok büyük bir katkımız var mı?

 

Hayır, hiçbir katkımız yok. Çoğunlukla ithalatçısıyız. Çok ciddi boyutta, bu ATM konusunda müsrifiz. 90’lı yılların başında çok ciddi bir bu konuda bazı sektörlerin şirketleri tekliflerde bulundu. Bankalarla konuşuldu. Aman kardeşim, dedik herkes kendi ATM’sini yapmasın. Merkezi bir ATM şirketi kuralım. Herkes bu ATM şirketinden hizmet alsın. Maalesef gerçekleşmedi. Ve bu Türkiye’nin bence müsrifliğinin bir kanıtıdır. Bugün bakıyorsunuz, ben bir alışveriş merkezine gidiyorum, 12 tane ATM yanyana sıralanmış; A bank, B bank, C bank, D bank. Şimdi tanesi 20 bin dolardan 12 tane, 850 bin dolarlık bir döviz çıktısından bahsediyorsunuz. Halbuki orada 3 veya 4 tane ATM ile her türlü hizmeti yapabilirsiniz. Bu mesela bizim ayıbımızdır.

 

Aynı şekilde, şimdi bir parça düzelme oldu: kredi kartı posları. Ancak şimdi zar zor 3-4 tane bankanın kredi kartını tek postan yapabilme imkanı sağlandı. Hala bir sürü mağazada 8-10 tane pos cihazı yan yana. İşte bunlar da bizim finansal sistemimizin negatifleri. Bir araya gelip verimli çalışmanın gereği olanı yapmama. Ama uygulama çeşitliliğine baktığımız zaman, yeni teknolojileri uygulama konularına baktığınız zaman, güvenlik konularına baktığınız zaman Türkiye’deki finansal sistemin bence batının finansal sistemlerinin üzerinde bir artısı var. Özellikle güvenlik sistemlerimiz, çok ağır basar. Bunda da BDDK’nın getirdiği kurallar ve bankaların buna uyma zorunlulukları bu gelişmeyi sağlamış durumda. Bilmiyorum siz uğradınız mı? Ben son 10 senedir şubeye uğramıyorum.

 

Çok bir mecburi imza durumu olmadığı zaman uğramıyorsunuz. Sonuçta her işinizi internetten yapıyorsunuz. Hatta her işimi ben şimdi Iphone’umdan ya da Ipad’imden de yapabiliyorum. Yani artık bilgisayara da ihtiyacım yok.  Bu çok önemli bir gelişme. Çok rahat bir gelişme.

 

Bu bankacılık yazılımlarıyla ilgili patent aldık mı ya da sattık mı?

 

Hayır. Şimdi maalesef şöyle bir şey var Türkiye’de, her banka kendi yazılımını yazdı. Bankacılık sektöründeki otomasyonun gelişmeye başladığı dönemde Türkiye’de ciddi bir enflasyon vardı. Ve bankacılık sistemi de yurt dışından bir bankacılık paketinin getirilip uygulanmasına uygun değildi. Onun üzerine her banka kendi yazılımını yazdı. Ama bunu ticari mantığa getiren bir tek Deniz Bank oldu biliyorsunuz.  İntertek’te bir firmamız oldu. O bence bugün bir başarı hikayesidir. 18-19 tane bankamız aynı yazılımı kullanıyor. Bunun patent hakkı da İntertek’e aittir. Türkiye’de üretilen bir yazılımdır. Mal sahibinin yabancı ortak olması önemli değil ama o şirket Türkiye’de yaratılmış bir yazılımın Türkiye’deki bankada yaygınlaşmasıdır. Şimdi bankacılarımız özellikle büyük bankalarımız kendi yazılımını üretmek istediler. Sebebi de daha hızlı hareket edeceklerdi. Bir de teknolojik avantaj getirerek rekabette bir adım önde olmayı düşünüyorlardı. Ve bu zaman zaman da gerçekleşti. Özellikle kendilerinin üretmelerinin nedeni yeni uygulamaları devreye sokarak rekabette avantajlı olmak istemeleriydi. Bu çok önemli bir adımdı. Özellikle 80’li 90’lı yıllara baktınız zaman. Bu rekabet devam ediyor. Devamlı yeni ürün çıkartıyorlar farkındaysanız. Değişik kredi sistemi, değişik ödeme yöntemleri gibi.

 

Ve bu harekete baktığınız zaman, batı ile mukayese ettiğiniz zaman, batıdaki bankalar daha statiktir. Ürünler de daha statiktir. Türkiye’de devamlı bir hareket var rekabet var. O rekabetin getirdiği yenilikler var.

 

Bir esnekliğe mi sahibiz?

 

Evet, bir esnekliğe sahibiz. Pazarlama birimi, “Ben şu şekilde bir kredi ürünü çıkartacağım.” dediği zaman eğer teknoloji kısmı bunun altını dolduramazsa ve bu uygulamayı gerçekleştiremezse, piyasaya o hizmeti sunamazlar. Dolayısıyla bunun Time To Market dediğimiz, yani pazara sunma zamanı önemli. Buna benzer bir fikri daha önce birisi uygulamaya sokarsa, sizin arkasından gelip bunu uygulamaya soktuğunuz zaman hiçbir müşteri toparlayamayabilirsiniz. Onun için pazarlamanın, rekabetin getirdiği koşullar çerçevesinde hızlı reaksiyon verip onun alt yapısını yapan bir bankacılık alt yapı sistemine sahibiz. Yazılım kadroları olarak baktığınız zaman.

 

Burada krizlerle ilgili bir şey sormak istiyorum. Mesela 2008 krizi geldi, teğet geçtik.  Bizim bu krizlerde, bankacılarımızın elinde, geleceği gösteren simülasyonlar var mı plan yapmalarını sağlayan? Bunlardan bahsedebilir miyiz?

 

Ben size bunu biraz geriye giderek anlatıyım. Şimdi bilgisayarın kullanım alanına baktığınız zaman ilk başta basit uygulamaları kullandınız. Toplama, çıkartma, sıralama kurallarıyla başladınız. Daha sonra uygulamaları yapmaya başladınız. Ve bizim 90’lı 2000’li yıllardaki en büyük artımız bu uygulamaların kesintisiz olarak finans dünyasında, bankalarda devreye girmesi. Yani, ATM’ye gittiğiniz zaman parayı anında çekebileceksiniz. Bir şubeye gittiğiniz zaman EFT’nizi, havalenizi zamanında yapmanız 2000’li yılların başındaydı. 2005’ten sonraki konular, ileriye dönük simülasyonlar, senaryolarla geleceği planlamak için bu teknolojiyi kullanmak gerekiyordu. Şimdi artık bu konuda ilerliyoruz. Dünya da bu konuda ilerliyor. Yani 5 sene içerisinde bu teknolojinin getirdiği avantajla 5 sene sonrasında finans dünyasında ne gibi varyasyonlar olacak? Kriz senaryoları… A krizi, B krizi, C krizi senaryosu. Burada nasıl bir hareket tarzı yapılacak? Bütün bunları şu anki evdeki yazılımlar ve dışarıdan alınan bir takım ara yazılımlarla birlikte simülasyonlarını yapmak mümkün. Zaten yapanlar ayakta duracak. Bu yalnız bankalar için geçerli değil. Bu büyük şirketler için de geçerli bir şey. Muhakkak önünüzdeki 3 veya 5 yılı görmeniz lazım. En kötü senaryoyu yazıp, giderlerinizi nasıl kontrol edeceğinizi planlamanız lazım. Ve bunda da en önemli kullanacağınız araç bilgisayar yazılımları. Çok değişik yazılımlar var bu konuda. Ama bankacılık çok önemli. Ve bugünlerde neyin en kötü senaryosunu yazacaksınız onu bilmiyorum ama kolay değil, çok değişken var. Ama yine en kötüye, en iyiye göre değişik senaryolar yapmak mümkün. Artık biz yalnız bankalarda değil bütün kurumlarda, bütün şirketlerde, bilgisayar ve bilişimi bambaşka bir amaç, günlük hayatımızın kolaylaştırılmasının üzerine, daha ileriyi planlamak üzere kullanmak zorundayız. Eskiden en büyük avantajımız o günkü durumu görmek için bu teknolojiyi kullanırdık. Şimdi ise, bugünü görmek problem olmaktan çıktı. Geleceği planlamak için kullanıyoruz.

 

Sizce bu krizin atlatılmasında bir yardımı olmuş mudur?

 

 

Olmuştur. Ama bence orada bizim bankacılık sistemlerimizin çok disiplin olması ve bunun bilgisayar ortamında, teknolojik ortamında takip edilmesinin faydası olmuştur. Yani siz sonunda olan hadiseleri görüp, planlayıp bu disiplin içerisinde hareket edebilme kabiliyetine sahip oldunuz. O çok önemli. Aynı şey devlet idaresi için de önemlidir. Merkez bankası için de önemlidir. Binlerce parametreyi bir araya toparlayıp, bir senaryo yazmak durumundasınız. Ve bunu da şu anda değişik yazılımlarla gerçekleştirebiliyorsunuz. Yani 3 boyutlu görebiliyorsunuz hadiseyi. Eskiden biz çift boyutlu görüyorduk.

 

Aslında biraz da yazılım konusunda mobil yazılımlara gelirsek, bu konuda Türkiye nerelere vardı? Bankacılık konusunda tabi ki ilerliyoruz, akıllı telefonlar var. Onların uygulama yazılımları var. Bu iPhone’un iTunes’a Türk yazılımları girdi mi?  Mobil yazılım alanınızla ve bu alanda faaliyet gösteren şirketlerle ilgili ne söyleyebilirsiniz?

 

Mobil uygulamalar konusunda son 10 yılda biz çok önemli aşama sağladık. Artı burada hakikaten Turkcell teknoloji şirketinin büyük avantajı var. Etrafına da bir Network ile mobil uygulamalar yazılımı konusunda aşamalar sağlandı. Mobil uygulamalar konusuna baktığınız zaman Türk yazılımcıya da çok uygun bir yazılım türü. Çünkü daha spesifik, daha küçük uygulamaları gerçekleştiriyor.

 

Bizim yazılımcılar bireysel çalışmayı severler. Dolayısıyla da kendi yarattıkları şeylerden çok övünürler. Bugün iTunes’a falan baktığınız zaman, yüzlerce Türkiye’den yazılmış mobil uygulama yazılım var. Oyundan tutun şeye kadar. Bankacılığa bakın. Mobil uygulaması olmayan bir bankamız var mı? E-pazar dediğimiz yani e-ticaret yapan şirketlerin hepsinin mobil ortamda uygulamaları var. Daha da önemlisi hayatınızı kolaylaştıracak bir sürü yazılım da var. Ve Türk yazılımı olarak, bakıyorsunuz. Benim hep üzüldüğüm nokta, Türkiye de yazılım konusunu stratejik bir hedef olarak görüp bununla gerekli bir desteği sağlayamadık.  Bu 90’lı yıllardan beri konuşuluyor, her dönem konuşuluyor. Ama bakıyorsunuz bu konuda stratejik karar alan devletler alıp başını gidiyor. Yani ben size bir örnek söyleyeyim:

 

80’li yıllarda biz o zaman Burroughs’un temsilcisiydik. Ben de o şirketin genel müdürüydüm. Adı da Koç Burroughs’tu. O tarihte, Hindistan’da Tata Burroughs vardı, bizimle aynı işi yaparlardı. Ve biz Koç Burroughs olarak Tata Burroughs’tan daha büyük bir şirkettik. Daha yüksek iş hacmimiz vardı. Bahsettiğim 85-86 yılları. Bugün Tata’nın bilişim dünyasındaki geldiği yeri görüyor musunuz? Ama bu Tata’nın kişisel başarısı değil. Bu Hindistan hükümetinin, stratejik olarak bilişime yapmış olduğu yönlendirme ve desteğin sonunda çıkan şirketlerin sonucu. Beni de üzen işte bu. Bakın 85’ te bilgisayar şirketi olarak Tata Burroughs’la Koç Burroughs aynı boyutta bir şirketti. Hatta Koç Burroughs daha büyüktü baktığınız zaman. Şimdi Tata 2 milyar 3 milyar dolarlık hacmi olan bir bilişim şirketi. Tata’nın başarısı da muhakkak vardır burada. Saygı değer bir başarıdır. Ama altında Hindistan hükümetinin devlet olarak aldığı stratejik hedefler ve yaklaşım önemli. Biz maalesef o kısmı gerektiği gibi yapamadık. Yapsaydık yazılımlarda bugün çok daha değişik pozisyonlarda olabilirdik. Kötü müyüz? Hayır değiliz. Bunu kabul ediyorum. Çok geliştik. 2000’li yılların başıyla bugün geldiğimiz nokta arasında büyük farklar var. Bunu da saygıyla karşılıyorum.

 

Yazılım bir sanayi olarak kabul edilmeli mi?

 

Yazılım bir sanayi olarak kabul ediliyor artık. Teşvikler veriliyor.

Ama yazılımı yalnız teşvik verme olarak görmemek lazım. Bence yazılım konusunu toptan bir stratejiyle oluşturmak lazım. Yazılımda yetişecek elemanların planlamasını yapmak lazım. Bugün bilgisayar yazılımcısı olarak kaç kişi üretiyoruz Türkiye’de? Kaç bin kişi çıkıyor?

 

Yeterli mi sizce?

                 

Hayır. Rakamları bilmiyorum yanıltıcı olmayayım. Ama bizim senede 50 ila 60 bin bilgisayar programcısını piyasaya sunmamız gerekir ki biz yazılım kısmında dünyada söz sahibi olalım. Hindistan 500 bin koyuyor. Önemli değil. Ama ben tahmin ediyorum ki biz 5 bin 6 bindeyiz şu anda. Bugün Türkiye’de 149 tane üniversitemiz var. Bu 149 tane üniversiteden ortalama 50 deseniz, hepsinde bilgisayar mühendisliği olduğunu kabul etseniz 6 bin 7 bin bilgisayar mühendisi ve bunun da bir kısmı ancak yazılımcı tercihi yapıyor. Bu çok az bir adet. Yani stratejik planlamada ben bundan bahsediyorum. Maalesef orada zayıfız.

 

Yazılım mühendisleri elektronik alana gömülü yazılıma rahatça adapte olabilirler mi? Geçişler var mı arada yoksa ikisi ayrı konu mudur?

 

Temelinde gömülü yazılımla, gömülü olmayan yazılım arasında bana göre üretim tekniği açısından fark olmakla beraber ana çerçevesi aynı. Çünkü sonunda bir yazılım. Ha bunu siz bir çipin içerisine gömülü olarak koyuyorsunuz, Interface’leri belli öbürü gömülü değil. Bence çokta önemli bir fark yok. Adapte olunur, bir problem değil. Elektronik mühendisi yazılımcı değildir. Yazılımcı da elektronik mühendisi değildir. Hele bugün hiç değildir. Bir şey daha söyleyeyim, ben bilgisayar sektörüne 1970 yılında başladığım zaman donanımdan da anlardım, program da yazardım, uygulama da yazardım, operasyonunu da yapardım. Yani her işten anlardım. O devir çoktan geçti. Bugün bilgisayar sektöründe veya bilişim sektöründe 14-15 tane dikey ihtisas alanı var. Çünkü her konuda çok derinlemesine ihtisaslaşacaksınız ki başarılı olabilesiniz. Bilişim sektörü de öyle. Eskiden bir tane bilgisayar var gerekli karta bilgileri koyarsınız, programı yazarsınız, yazıcıdan da Outlook’unu alırsınız, işte uygulama bu.  Bilgisayar mühendisinin de yapacağı iş bu. Bugün öyle mi? Bugün Network apayrı bir şey. Güvenlik apayrı bir ihtisas dalı. Saymakla bitmiyor hadise olarak.

 

iPhone’a uygulama var mı?

 

Çok var. Bir sürü Türk’ün yazdığı uygulama var. Bugün iStore’a gidin, satın alın. Oyunlar var. Adetleri ne kadar bilemiyorum. Biliyorsunuz, orada milyonlarca uygulamadan bahsedilebiliyor. Ama bazı bahseden arkadaşlar var, yüz bin yüz yirmi bin oyun satan Türk yazılımcılar var.  Bu güzel bir şey. Daha fazla mı olması lazım? Kesin. Game dediğimiz yani oyun yazılımı çok önemli bir sektör dünyada. Ve oyun yazılımı savunma sanayi için olmazsa olmazlardan birisidir. Savunma sanayisindeki simülasyon, bütün harf simülasyonları, kullandığınız her silahın simülasyonu, bilgisayar kontrolü. Onun için alt yapı olarak oyun yazılımı esastır. Bu bakımdan da oyun yazılımında gelişmek demek savunma sanayisinde de gelişim demektir. İkisi birbirine paraleldir.

 

 

Nasıl buluyorsunuz Türk oyun yazılımlarını, tasarımlarını?

 

Kalite olarak iyi, sayı olarak az. Zaten bizim sorunumuz o. Adeti yükseltmemiz lazım. Yaygınlaştırmamız lazım. Türk yazılımcılarının kalitesine ben hiç laf ettirtmem. Ettirmek de istemem çünkü hakikaten çok iyi ürün çıkartıyorlar.  Örnek vermeyeyim ama başka memleketlerin yazılımcılarıyla bizim aramızdaki fark, bizim yazılımcılarımız 3 boyutlu görüp üretim yapabiliyorlar.

 

Şimdi bu anlamda bizim maalesef bir uluslararası markamız yok. Spesifik uygulamalarımız var ama uluslararası, yurt dışına çıkıp satış yapmış markamız yok. Türkiye’de yine bu genel yönetim sistemleri paketi olarak baktığımızda Logo ve Link gibi bir takım yazılım şirketlerimiz güzel, yapılıyor. Bir itirazım yok ama onların uluslararası bir marka haline gelmesi lazım. Bu şu anda gelmedi. Sorunumuz bu. Genellikle yurt dışındaki yatırımlar hep Türkiye’de uygulanıyorlar.

 

Türkiye’de Logo ve Link daha ziyade şirketler için ticari programlar mı üretti?

 

Evet. Onların ERP dediğimiz uygulamaları da var. Genel üretim planları için.

Sanayi için de var. Orta boy sanayi bugün bir Türk yazılımında planlanmasını  yapabilirsiniz. İlla ki yurt dışından… Çok spesifik yazılımlar var. Mesela nedir? Otomatik torna tezgahlarının programlayan yazılımlar var. Üretimi direkt olarak yani üretimde Embeded dediğimiz, gömülü yazılımın bir diğer versiyonu olan yani üretim hattında çalışan otomatik makinaların programlanması kısmı var. Bu konuda da Türk yazılımcıların bazı gelişmeleri var ama standart olarak bakılırsa maalesef hala bu teknolojileri ithal ediyoruz.

 

Bunu yapabilir durumda mıyız?

 

Yaparız. Yazılımda yapamayacağımız hiçbir şey yok. Tamamen kaynak, planlama. Bu kadar çünkü yazılım öyle bir şey ki kullandığınız teknolojiye burada biz hakimiz. Her yeni teknolojiyi de biliyoruz. Mühim olan bu değerli kafaları bir araya getirip, belirli bir hedefe Focus’layıp ilerlemek.

 

Sistem entegrasyonu konusunda ne durumundayız?

 

Şöyle söyleyeyim. Baktığınız zaman çok kötü durumdayız. Niye? Türkiye’de bir bakın, Türk firması olarak sistem entegratörü firma sayısı çoğalmıyor, azalıyor. Çok az kaldı. Genelde yabancılar geliyor. Yani bir nevi kuvvetli, büyük sistem entegratörü firmaları varlığını sürdüremiyor Türkiye’de. Bu bizim problemimiz. Şöyle bir geçmişe baktığınız zaman kaç tane 20-30 yıllık var diye bakarsanız, çok az. Bir sürü firma da ortalıktan kayboldu. İflas etti ya da ortadan kayboldu.

 

Kaç tane firma var? Benim eski şirketim Koç Sistem. Hala ayakta. Netaş Probil hala ayakta ama sayın başka, koyun yerine birkaç tane dediğiniz zaman çok fazla adet artamıyor. Bilakis sayı azalıyor. Bir Meteksan gitti baktığınız zaman. Bir Yıldız Grubu’nun şirketi vardı satıldı mesela. Baktığınız zaman bütün bunlarda, sistem entegratörleri şirketler büyük global sistem entegratörleri haline gelirken Türkiye’de bu gerçekleşmedi.

 

 

Neden?

 

Çok acımasızca bir eleştiri. Satın alıcılar bizim maalesef eğer İngilizce konuşuyorsanız sizi daha iyi dinliyorlar. Yani yabancı firmaya prim veriyor, patronlar ve şirket sahipleri. Zaman zaman kamu da. Dolayısıyla 1-0 eksi başlıyorsunuz. Bu birincisi. İkincisi, bizde maalesef satın alma süreçleri ve satın alma konuları çok dejenere oldu. IT konusunda. Size bir örnek vereyim; 70’li ve 80’li yıllarda siz ister kamu olsun, ister özel olsun bir ihaleye katıldığınız zaman 100 lira fiyat verdikten sonra 80 liraya ya da en fazla 85 liraya inerdiniz. Pazarlık %10-15 üzerinde oynardı. Bugün bakalım; 100 liradan açılan bir fiyat 25-30 liraya geliyor. Dejenere oldu hadise.

 

Hizmet, sistem entegrasyonu işi en ucuz Türkiye’de oluyor Avrupa’ya nazaran. Çünkü çok ciddi fiyat indirimleri yapılıyor ama en iyi kalitesi mi sağlanıyor? Hayır. O yüzden astarı yüzünden pahalıya geliyor satıcıya. Zamanında bir proje bitmiyor. İstenilen kalite gerçekleşmiyor. O bakımdan sistem entegrasyonu konusunda bence devletin de pozitif ayrımcılık yapması lazım. Özel sektörün de pozitif ayrımcılık yapması lazım. Bakın pozitif ayrımcılık diyorum. Yani rekabet kurallarına uyarak. Açın şeylere bir bakın, bir Fransa’ya, Almanya’ya, Avrupa Topluluğu şirketlerine… Kamunun verdiği sistem entegrasyonu projelerinin çoğunluğu lokal şirketlerdedir. Liberal ekonomi mantığında çalışırlar. Bütün fiyatlar alınır ama yaklaşım, prensip olarak önceliklerini verirler. Yapamayacak adama avanta sağlayayım demiyorum ama pozitif ayrımcılık yapalım.

Konuşulan bir başka kavram “Big Data” kavramı. Meşhur “Büyük veri” Bu konuda ne yapılabilir? Hardware mı? Software mı? Nasıl bir şey çıkarabilir Türkiye?

 

Bir kere “Big Data” ne? Bir bakalım. Şimdi “Big Data” son 5 yılda baktığımız zaman milyarlarca Terabyte, bilgi akıyor ve bunlar saklanıyor. Hiç olmadık kadar bu üst üste konuyor. Dolayısıyla değişik konularda milyarlarca bilgi var. “Big Data” dedikleri şey bu bilgiyi nasıl analiz yapabilirim? Bu bilgiden ne avantaj sağlarım? Bu bilgiye de en hızlı nasıl analiz yapıp rapor çıkartırım. “Big Data”nın temelindeki hikaye bu. Neresinde olacaksınız? Bunun donanım kısmında olamazsınız. Çünkü bu tip veri saklama, depolama dediğiniz şeylere baktığınızda dünyada zaten 2-3 firmanın kontrolünde. Bu kadar basit.

 

Bence olması gereken kısım o bilginin analizini yapacak Tool’ları yaratmakta olabiliriz. Yani yazılım kısmında olabiliriz. Onda dahi olmasak bence Big Data’yı analiz eden, analiz etmesini bilen uzmanlar yetiştirerek bu piyasada var olmamız lazım. Bunun önemi şu; bununla ne yapıyorsunuz siz? Geçmişle ilgili verileri inceleyerek geleceğe göre simülasyon yapıyorsunuz. “Big Data”nın avantajı bu. İnsanların satın alma alışkanlıklarını takip ediyorsunuz. İnsanların yemek yeme alışkanlıklarını takip ediyorsunuz. Buradan bir sonuç çıkartıyorsunuz ve bu sonuca göre de bir yeni hizmet veya ürün piyasaya sunuyorsunuz. “Big Data”nın avantajı bu. Böyle bakmak lazım. Hep ileriye tahmini nasıl yapacaksınız? Tahmin yaparken de geçmişin analizini çok iyi yapmak gerekiyor. Bu analizi yapmanın değişik yazılım “Tool”ları var. Bu güzel. Bu Tool’ları yazabiliriz. Ciddi bir çaba gösterir ama daha da önemlisi bence, bu Tool’ları kullanacak, bu araçları kullanacak uzmanları yetiştirmemiz lazım ki bu araçları kullanarak gerekli simülasyonları ve gelecek planlamasını yapalım.

 

 

Büyük veri ambarı, “Big Data”yı Türkçeleştireyim. Büyük veri ambarı dediğimiz hadisede bunu analiz etmek için bir takım araçlar var. Bu Tool’ları kullanacak gerekli analizi yapacak uzmanlara ihtiyacımız var. Yani bilgisayarcılara demiyorum.

Bunlar pazar araştırması olur, teknik konuysa teknik konuda bir analiz olabilir. Gerçek analizlere ihtiyacımız var. O zaman bu Big Data dediğimiz konuda biz gerekli faydayı sağlarız. Bir de şunu unutmayın bilişim sektörünün bir özelliği vardır. Hep eskileri toparlar toparlar yeni bir ürün gibi piyasaya sokar. Big Data da bunun bir parçasıdır. Eskiden Big Data yok muydu? Vardı. Dolayısıyla kendimizi iyi kullanmamız lazım. Bir de unutmayın ki Big Data yeni bir teknoloji değil. Eskiden de vardı. Yeni bir takım araçlar yazıldı. Big Data adını verdiler ve şimdi de bunu pazarlıyoruz. Biraz da buna bakmak lazım. Mühim olan sizin neye ihtiyacınız var. Onu kullanmanız lazım. Şu var; çok fazla veri geliyor. Eskiden bu kadar fazla veri toplanmıyordu. Şimdi çok fazla veri toplanıyor. Çok fazla veri topladığınız zaman verinin içerisinde kaybolmamanız lazım. Onun içinde bunun analizini çok iyi yapmanız lazım. Tool’lar var tekrar söylüyorum. Tool’ları kullanacak uzmanlara ihtiyacımız var. Bence en önemlisi o uzmanlara ihtiyacımız var.

 

Fatih Projesi ile ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Türkiye teknoloji geliştirebilir mi? Bu yeni bir sanayi doğurabilir mi?

 

Doğurabilir, hatta doğurdu. Fatih Projesi ile ilgili açıkçası çok açık bir eleştirim var. Akıllı tahta, tablet bilgisayarlar bunlara hiç itirazım yok ama benim için önemli olan eğitim yazılımı. Eğitim yazılımları hazır olmadan eğitmenler iyice eğitilip nasıl kullanacaklarını bilmeden bu ihalelerin yapılıp tabletlerin dağıtılması benim açımdan pozitif gözükmüyor.

 

Ben geçmişten size bir anımı söyleyeyim. 90’li yıllarda bilgisayarların okullara girme dönemi başladı. Milli Eğitim Bakanlığı çok büyük ihaleler yaptı. Benim genel müdür olduğum şirkette 2.000 okula bilgisayar laboratuvarı kurduk ama onlar ne kadar kullanıldı? Nasıl kullanıldı sorusunun çok pozitif değil cevabı. Çünkü yazılımı hazırlamadan, donanımla hadise çözmeye çalışırsanız sonuç hayal kırıklığı oluyor.

 

Bugünün bilgisayar mühendisi ile alakalı yazılım mühendisi diyebilir miyiz? Yoksa donanım da işin içine giriyor mu? Uzmanlık alanları mı farklı? Nasıl yorumluyorsunuz?

 

Bugün bilgisayar mühendislerine baktığımız zaman yazılım mühendisliği ayrı bir konu. Başka bir mühendislik. Bilgisayar mühendisliği biraz daha genel. Donanım mühendisliği dediğim konuda biraz daha değişik bir konu. Bunu üçe ayırmak lazım. Bazı fakültelerimizde yazılım mühendisliğimiz de var. O çok artı değer. O tam yazılım üretme. Yazılım yapma. Donanım olarak işte daha çok elektronik ağırlıklı, bilgisayar teknolojine hakim olması gerekiyor. Bilgisayar mühendislerine baktığımız zaman hem yazılım, hem donanım beraber öğreniyorlar ama gerçek hayata geçtikleri zaman ya donanım kısmında ya da saf yazılım kısmında çalışıyorlar.

 

Bugün ülkemizde üniversite sanayi arasındaki işbirliği size göre ne durumda?

 

Maalesef Türkiye’deki üniversitelerimiz geçmişe göre çok iyi olmakla beraber sanayi ve üniversite işbirliği, Batı’da ki işbirliği modeli kadar iyi değil.

Şimdi şöyle bir şey var bakın, üniversite ne yapıyor? İnsan yetiştiriyor. Üniversitenin ürünü ne? İnsan. Değil mi? Peki, bunun müşterisi kim? Sanayi ve teknoloji yani dışarıdaki firmalar.

 

Dolayısıyla her iki taraf birbirleriyle iyi iletişim kurup çalışırlarsa sanayinin aradığı adam profiline uygun eleman yetişir. Anlatabiliyor muyum? Verimlilik sağlanır. Bizim bu iletişimimiz sağlıklı değil. Çünkü üniversite diyor ki, ben üniversite olmam için fen ve edebiyat bilimleri fakültesini açmak zorundayım. Şimdi böyle bir kural var. Hala var mı bilmiyorum. Eskiden vardı. Fen Bilimleri Türkiye’de fizikçi yetiştirir. Fizikçi fazlalığı var ama üniversite olmak için Fen Bilimlerini açmak zorundasınız. Anlatabiliyor muyum problemi? Sonuç olarak baktığınız zaman bunun toplam bir stratejinin parçası olması lazım. Benim kaç tane Designer’a ihtiyacım var? Mesela otomotiv endüstrimiz çok gelişiyor. Doğru değil mi? Benim acaba kaç üniversitemde otomotiv Design’ı konusunda eğitim veriliyor. Benim ihtiyacım var. Burada araba Design’ı yapan kadrolar var artık.

 

Burada aslında hemen küçük bir soru.  Elektrikli araba tamam gelişiyor ama bir yandan normal arabada elektroniğinin payı hızla yükseliyor.

 

O harika gelişiyor.

 

Biz burada fırsatı kaçırdık mı? Yoksa girdik mi yavaş yavaş içine Bülent Bey? Ne düşünüyorsunuz?

 

Esasında orası daha bakir bir alan. Bilgisayar ile otomobilin içerisindeki bilgisayarın görevi çok büyük bir şekilde her geçen sene yaygınlaşıyor. Biz burada bir katma değer yaratıyor muyuz? Sanmıyorum bugün için. Şöyle sanmıyorum, bir takım yazılım uzmanlarımızın yurt dışında çalıştığını biliyorum bu konuda. Yani Türk yazılımcıların ama maalesef Türk firmalarının değil. Yazılımcıların biliyorum. Bizim bu konuda böyle bir stratejik yaklaşımımız var mı? Yok. Yani sırf bu konuda yazılım üreten şirketlerimiz var mı? Benim bildiğim kadarıyla yok.

 

Yine aynı yaklaşımın sebebi mi? Az önce eleştirmiştiniz.

 

Aynen. Bu konuda insan yetiştirmek önemli. Bu konuda bir strateji oluşturmak önemli sonuç olarak. Niye yazmayalım? Otomotivde olan bu yazılım teknolojisi varya, yazılımla çalışan şey var ya inanın ki önemli bir şey değil. Çok rahat üretebiliriz. Çok büyük bir inovasyon da gerekmiyor. Sensörden aldığınız bilgileri değerlendirip arabayı yönlendirmeniz. Çok basit.

 

Burada yine mesela az önce de bahsetmiştiniz yerli sanayicinin, Türk yazılım entegrasyonlarına önyargılı bir bakışı mıdır?

 

Yerli sanayici demeyeyim. Yerli sahiplerin, patronların diyorum. İkisi farklı dikkat ederseniz. Bir de tabi Türkiye’de otomotiv sanayi ağırlıklı olarak yabancı yatırımcılardan oluşuyor. Mühim olan eğer biz burada yeterli kadroları oluşturabilirsek mesela bir TOFAŞ, bir OTOSAN, bir RENAULT kalkıp bunu ben yapayım, diyebilmeli. Anlatabiliyor muyum? Bugün mesela Transit’in belirli Design’ını OTOSAN yapıyor. Şimdi bunu yaparken, altındaki yazılımı da ben yapayım demesi lazım. Bunu demesi için de burada uygun kadrolama olması lazım. Yetişmiş kadroların… Biz bilişim sektörü olarak baktığımız zaman, her zaman kadro açığı ile hareket ediyoruz. Yeterli bilişimci piyasaya sunulmuyor.

 

Siz peki Koç Grubu’nda böyle bir eğilim görmüş müydünüz?

 

Çok çalıştık. O zamanlar 2000’li yıllarda bu konuda hakikaten ciddi bir emek harcadığımızı biliyorum. Hatta o tarihlerde Koç Bilgi Grubu’nun bünyesinde olan yazılım şirketimiz vardı. Speech To Text – Text To Speech. Yani konuşmadan anlayan bilgisayar yazılımı. Onun mesela bir Ford otomobiline uyarlamasını yapmıştık o zaman ama daha sanayileştirme imkanı benim zamanımda olmamıştı. Seri üretimin bir parçası haline getirilmemişti ama bunun gibi pilot çalışmalar o tarihte yapıldı. Onu gayet iyi hatırlıyorum. Ford otomobillerdeki tüm bilgisayarlı konuşma sistemlerinin Türkiye’deki bir yazılım firması tarafından yapıldığını duymak istiyorum. Bugün bunu duymuyorum. Anlatabiliyor muyum? Belki bir parçası satılmıştır. Detayını bilmiyorum şu anda ama ben bunu diyorum. Nasıl bugün reklamları görüyorsunuz? Bosch’un reklamın görüyorsunuz. Arabadaki aktarma sistemleri dünyada Bosch tarafından yapılır. Öyle değil mi? Bizim de o yazılımın Türkiye’deki “A” firması tarafından yapıldığını söylememiz lazım.

 

TÜBİTAK Başkanı söylüyordu, Almanya’nın bile 60 milyar dolarlık bir yazılım ihtiyacı varmış otomotiv konusunda.

 

Herkesin büyük ihtiyacı var. Almanya yazılım mühendislerindeki açığını kapatmak için belirli bilgisayar mühendislerine son 5 yıl içerisinde yerleşme müsadesi verdi. 10.000 kişi aldılar. Yerleşme müsadesi verdiler. Bu hep geleceğe uygun oldu.

 

Koç Sistem’deki döneminizden biraz bahsedermisiniz?

 

Ben 34 sene Koç Sistem’de çalıştım. Bugünkü ortama baktığınız zaman gerçek anlamda bir sisteme denk geliyor.  “Data Center” hizmeti veriyor. Sistem entegre yapıyor ve büyük bir firma. Bu firma boyutunda Türkiye’de en azından 8-10  tane firma olması lazım. Hatta bu firmaların da uluslararası boyuta gitmesi lazım. Maalesef biz bunu bulamadık Türkiye’de ama iyi bir örnek firma olarak baktığımız zaman, 1945’te kurulan ve bugüne kadar da devam eden bir firmadan bahsediyoruz. 1945’te mekanik muhasebe makinalarını yurt dışından getirip, daktilo şeridini yurt dışından getirip satmak üzere kurulan bir firmadan bahsediyorsunuz. 60’lı yılların başında Türkiye’de bilgisayar desteği vermeye başlamış. 70’li yıllardan itibaren de çok yoğun olarak bilgisayar ve sistem entegratörü olarak görev yapmış bir firmadan bahsediyorsunuz. Bende 34 senemi bu firmada geçirdim. 18 senesinde Genel Müdürlüğünü yaptım. Önemli bir firma.

 

O zaman da siz bir makineyi sattığınız zaman programını da kendiniz yazıyordunuz. O zaman öyle hazır programlar yok. Örnek, o tarihte Türkiye’deki en büyük bilgisayarlardan bir tanesi Ziraat Bankası’na satılmış. Satışın koşullarından bir tanesi de bazı uygulamaların programlarını yazmak şeklinde. Ben de bu şirkete katıldığım zaman 2,5 sene bu programları yazdım. 100.000 satır program yazdım.

Bugün bir satır ile yaptığınız bir işlemi o tarihte belki 20 satırla yapıyordunuz.

Programlama lisanları geniş değildi. Ondan sonra da Network oluştu ve internet konuları oldu. Bütün bunları bir entegre olarak hizmet sunabilen hale gelmesi 85’li yıllardan sonra oluşan bir stratejinin sonucudur. Bu stratejinin parçası olarak bugün 1000 kişilik şirketten bahsediyorsunuz. Daha büyük olmasını tercih ederdik.

 

Önce bankacılık sektörüne mi hizmet verdi?

 

Valla ilk müşterilerine baktığınız zaman bilgisayar sektöründe banka, Hacettepe Üniversitesi ve Arçelik. Arçelik’te bir tane bilgisayar koyduk oraya. Bahsettiğim tarih 1971. O tarihte stok kontrol yapılıyordu. O tarihte maaş bordroları, muhasebe kayıtları yapılıyordu. Bir de çok basit bir şekilde üretim emirleri çıkıyordu. Yani planlama yapılıyordu. Diyelim ki ben bu ay 1000 tane çamaşır makinası yapacağım. O 1000 tane çamaşır makinası için ne kadar yedek parçaya ihtiyacım var? Kaç tane ürün ağacından parçaya gidip listeler alıyorduk ama bunlar çok basit şekildi. Bugünkü gibi düşünmeyin ama büyük hadiseydi.

 

80’li yıllarda muhasebe yazılımları yazdı mı Koç Sistem? Logo ve Link rakip miydi?

 

Hayır. Hayır. 80’li yıllarda biz muhasebe programı, stok programı, senet programı; biliyorsunuz senet çok popüler bir uygulamaydı o zamanlar, onları yazdık. Bunu bir PC üzerine yazmadık. O tarihte UNICIS’ın, Baros sonra UNICIS oldu. Onun için isimler karışmasın diye… UNICIS’ın ürettiği B20 dediğimiz makinalar vardı. Bunlar bugünkü PC Network’lerinden biraz daha büyük makinalardı. Bunlara çalışan hazır paket programlar yazdık. Yani o tarihte, 80’li yılların başında hadise şöyleydi: siz donanımı satardınız, yazılımı bedavaya verirdiniz. Donanımın içinde yazılımı verirdiniz. Dolayısıyla o tarihte mesela B20’deki uygulamayı ancak biz yazardık çünkü özel bir işletim sistemi vardı. Bu yüzden de hem bankacılık hem de sanayi konusunda çok yazılım yazdık ama Ziraat Bankası’nın tüm bankacılık otomasyon yazılımını 1985’ten itibaren Koç Sistem yazdı.

 

90’lı yılları nasıl değerlendirebilirsiniz?

 

Çok iyi. 90 ile 2000 yılı arası bizim sektörün patladığı yıllar. Çok hızlı gelişti. Her sene %30-40 dolar bazında büyüdüğümüz seneler. Türkiye’deki bilinçlenmenin arttığı seneler. İnternetin gelişmesi, tanışılması, internetin yarattığı yeni işler. Bütün bunlar 90’lı yılların çok keyifli geçtiği şeylerdir bizim için. Kriz oldu, 94 krizini yaşadık ama sektörün büyümesi, yeni sahalara girilmesi bakımından çabalar yapıldı.

Bu dönemde Koç-Sistem çok hızlı büyüdü. 3-4 senede bir Double etti. Hem insan kaynağı, hem kapasite kaynağı olarak çift rakamlara erişti büyümesi. Çok önemli ilklere imza attı. Mesela yanlış hatırlamıyorsam ya 99 ya da 2000, Türkiye’de ilk e-ticaret web sitesini yazdık ve hayata geçirdik. Sanal Market. Migros’un Sanal Market’i. Türkiye’deki ilk e-ticaret sitesidir ve ilk o Koç Sistem tarafından yazıldı.

 

Peki, 2000’li yılları nasıl tanımlayabiliriz bu anlamda?

 

Ben tabi 2004’te emekli oldum, ayrıldım. 2000’li yıllar biraz zor geçti büyüme trendi olarak baktığımızda.

Çünkü 2001 yılı Türkiye’deki bilişim sektörüne çok önemli bir negatif oldu. Türkiye’deki bilişim sektörü 2001 krizi ile birlikte çok geriye gitti. Özellikle finans sektöründe çok büyük olan, Koç Sistem gibi şirketlere baktığımız zaman 79 tane banka varken 49 bankaya düştük. Bir sürü müşteri ortadan kalktı. Bir sürü bilgisayar çalışanı ortada kaldı, biliyorsunuz.

Dolayısıyla 2001’den 2005’e kadar, piyasa toparlanıncaya kadar bilişim sektöründeki şirketler, doğal olarak Koç Sistem de belirli bir duraklama yaşamak zorunda kaldı. Ondan sonra tekrar büyüme Trend’ine girdiler.

 

Anadolu Bilişim ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?

 

Ben 2004’te ayrıldıktan sonra bir sürü şirkette yönetim kurulu üyeliği aldım. Sektörde hala faal olarak çalışmalarımı sürdürüyorum. Küçük bir danışmanlık şirketim var. Eski arkadaşlarımla orada çalışıyorum. 2006’dan beri de Anadolu Bilişim’in yönetim kurulu üyeliğini yapıyorum. Anadolu Bilişim’in enteresan bir geçmişi var. 30 senelik bir geçmişi var. Anadolu Grubu’nun bir bilişim, bilgisayar merkezi olarak oluşmuş. Daha sonra 2004 yılında ayrı bir şirket haline getirilip hem grup içine, hem grup dışına hizmet veren bir şirket haline getirmiş. Ben de 2006’da yönetim kurullarına katıldım. Son 1,5 senedir de uygulamadan sorumlu yönetim kurulu üyeliğini yapıyorum. Nedir Anadolu Bilişim? Anadolu Bilişim bir hizmet şirketidir. Bir sistem entegratörü değildir. Bugün burada bulunduğunuz binada Türkiye’deki en iyi teknolojik altyapıya sahip Data Center’larından birine sahip. T3 dediğimiz standartta en gelişmiş teknolojiyi kullanan bir Data Center’a sahip. Burada müşterilerimizin bilgisayarlarını ve sistemlerini misafir ediyoruz. Onların çalışmasını yapıyoruz. İcabında onları işletiyoruz. Bir de Anadolu Bilişim’in önemli hizmetlerinden bir tanesi de ERP sistemlerinin kurulmasını, gerçekleştirmesini ve desteğini vermesi. Yani ASP dünyadaki bir numaraları ERP yazılımı. Biliyorsunuz bunların bir firmaya kurulması bir proje gerektiriyor. Bu projeler de genelde 8-10 ay sürüyor. Bu projeleri gerçekleştiriyor ama proje bittikten sonra da o sistemler3in çalışması için gerekli desteği veriyor. Çok dikey konularda ihtisaslaşmış, uzmanlaşmış, 170 kişilik kadrosu olan bir şirket.

 

Son olarak, bulut konusunda neler söyleyeceksiniz?

 

Bulut hizmetlerimiz de var. Bir sürü şirketin uygulamaları, bulut ortamında aşağıda çalışıyor. Birkaç örnek vermek gerekirse mesela Pegasus’un bütün sistemleri bulut ortamında değil ama kendi sistemleri aşağıda duruyor. Pegasus’un bütün uçakları, iş emirleri buradaki sistemden çıkıyor ama biz o sistemi burada misafir ediyoruz. Buradaki sistemlerin ve buradaki bilgisayar merkezinin 365gün 24 saat çalışır halde tutulması çok kritik bir iş. Sanayide ve ekonomide kayıt dışı ne kadar az olursa “bulut” o kadar yükselecek.

Çok teşekkürler.

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Bülent Çelebi Söyleşisi

“Airties, başarılı bir Türk diasporası hikayesi. Amerikalı Apple gibi tasarımı ve Ar-Ge‘yi bünyesinde tutup üretimi Uzakdoğu‘da yaptıran şirket bugün Avrupa‘nın dev operatörlerine ileri teknoloji satıyor. Bülent Bey Türkiye‘nin gelecek de teknolojide söz sahibi olabilecek bir ülke olacağı konusuna olumlu bakan biri. Türkiye artık sadece tasarım ve Ar-Ge değil aynı zamanda üretim için de cazip bir yer olmaya başladı. Airties gelecek yıldan itibaren üretimini Türkiye‘ye taşıyacak. Şirketin Sabancı ve Özyeğin Üniversiteleri ile ortak proje çalışmaları da var.“

 

 

Ben Türkiye’de doğdum büyüdüm. Ondan sonra da ailemle beraber Amerika’ya göç etmiştik. Orada lise, üniversite… Berkeley’de mühendislik okudum ve Amerika’da farklı çip firmalarında çalıştım. İlk önce mühendislik, sonra pazarlama, sonra genel müdürlük. 3 sene Hong Kong’da kaldım. National Semiconductor’da bölge yöneticisiydim. Analog Devices diye bir firmanın, bir bölümünün genel müdürlüğünü yaptım. Ondan sonrada bir Start-up’a geçtim. Amerika’da da Red Herring dergisinin Top 10 Innovator Award’larından birisini kazandım. 2001’de orada “dot.com” kabus olayı oldu. Yani oranın tadı birazcık kaçtı. Çark devamlı dönüyor ama ilerleme falan yok. Eşimle beraber biz Hong Kong’ta yaşarken çok zevkliydi, tekrar yurtdışına gidelim gibi bir düşüncemiz vardı. Sürekli de Türkiye’ye gelip gidiyorduk ve acaba Türkiye’de bir şey olur mu düşüncesindeydik. Yani öyle bir hayal vardı, Türkiye’de bir hayal vardı, Türkiye’de bir şey yapabilir miyiz diye ve aynı zamanda da bir takım pazar fırsatları da görüyordum. Çünkü bizim yaptığımız çiplerle daha çok bütün cihazları internete bağlama konusuna odaklanmıştık.

 

Machine To Machine teknolojisi mi?

 

Evet ama o günlerde bir on sene kadar erken başlamışız o işe. Bir yere gitmedi ama fikir olarak bayağı güzel bir fikirdi ve yani pazarda bir takım eksiklikler gördük.

 

ADSL’de fırsatı nasıl gördünüz?

 

Mesela bugün Apple iPhone’a bakacak olsanız Foxconn denen Çinli bir firma yapıyor. Onun katma değeri çok ufak ama Apple’ın katma değerine bakarsanız yani bugün dünyanın en zengin firması, ama hiçbir üretim yapmıyor. Tamamen tasarım ve Ar-Ge’si onun üzerine odaklandı. Öyle bir modelle de Avrupa’yı hedefleyip ama Türkiye’de de operasyonu tutup, Ar-Ge’yi tutup, belli bir iş modeli kuralım modundaydık. Bir pazar fırsatı var bütün elektronik cihazlar birbirine bağlanacak, internete bağlanacak ve bunun da kablosuz halde olması lazım çünkü evin içinde kimse kablo çekecek değil. Aynı zamanda da Türkiye’nin ve Avrupa’nın bina altyapısı  Amerika’ya göre çok daha farklı. Amerika’da ki evler ahşap. Onun için kablosuz sinyaller rahatlıkla geçebiliyor, bizim burada beton olduğu için geçemiyor.

 

ADSL Amerika’da vardı ama Türkiye’de daha yeni yani başlıyordu o günlerde. Böyle  bölgesel bir strateji kurmak adına bir iş planı çıkarttım. Ondan sonra buraya geldim ve burada başlatabilir miyim, olur mu olmaz mı onun bir araştırmasını yaptım. Sonunda karar vardık ve 2004′te firmayı başlatma kararı aldık. Zamanında benim Amerika’dan tanıdığım Metin Taşkın ile -o da Cisco’da çalışıyordu- Türkiye’de iş yapmak istiyordu onunla beraber firmayı kurma kararı aldık. Gümüşsuyu’ndaki ufak bir dairede başlattık yani ofis yok, bir şey yok. Başlangıçta bir yatırım alabilir miyiz bir risk sermayesi baktık. Sonra araştırmayı yapınca burada öyle bir imkan yoktu. O günlerde hiç Ar-Ge’ye yatırım yapacağım, bir firma kuracağım burada öyle bir şey yoktu.

 

Melek sermaye gibi mi?

 

Hiç yoktu. Onun için biz kendi cebimizden ve eş dost arkadaşlarla kendi sermayemizle Airties’ı başlattık. O günlerde Türkiye’de 20-30 tane firma vardı. Hem Adsl’i yapan, hem kablosuz ağları yapan bir sürü firma vardı. Ama onlar Türkiye altyapısına uyumlu ürünler değildi ve zaten bizim ilk gördüğümüz fırsatlar da bunlardı. Yani her ülkenin farklı altyapısı var. En basiti dilden başlıyor. Ama Network ile uyumlu ve düzgün çalışması için bu kapsama alanı problemini çözmeye nasıl yönelik gibi. Yani bir sürü eksiklikler vardı. Biz onları teker teker yaptık, düzelttik, Ar-Ge ile beraber ürünleri geliştirdik. Hızlı bir şekilde pazar payı almaya başladık Türkiye’de.

 

Türkiye’de sadece tasarımı mı geliştiriyordunuz?

 

Tasarımı, yazılımı, hangi çipler kullanılacak, ürünün kendisi nasıl olacak yani Ar-Ge tarafını tamamen burada yapıyorduk ve son kullanıcı destek yani çağrı merkezlerini burada yapıyorduk ama üretimi Uzakdoğu’da yapıyorduk.

 

Peki Türkiye’deki model bu muydu sizin geliştirdiğiniz?

 

Genelde böyle bir model hiçbir yerde yoktu. Çünkü genel olarak çip firmaları tasarımı yapıyordu.

 

Burada direkt montaj mı yapılıyordu sadece?

 

Montaj bile yapılmıyordu. Sadece ithalatı yapılıyordu. Rakip dediğimiz firmalar aslında ithalat yapan firmalar yani. Hızlı bir şekilde pazar payı almaya başladık. Çünkü ürünler daha iyi çalışıyor, daha iyi destek veriliyor. O ikisi birleşince gittikçe insanlar, bayiler falan bizim ürünleri tavsiye etmeye başladılar. Orada bayağı hızlı bir büyüme başlattık. 2006 sonunda Türk Telekom artık bu modemleri servisle beraber verme kararını aldı. Onunlala beraber Türk Telekom’dan modem ihaleleri kazandık.

 

Nasıl bir hizmet vardı?

 

Adsl ama mesela servise verirken oraya bir tane modem lazım, yani ilk önce bunu kanal üzerinden yapıyorduk. Kanal derken yani bayi kanalları. Teknosa gibi yerler daha pek fazla satış yapmıyorlardı o günlerde. Teknosa ile de anlaştık, onlar da bizim ürünleri satmaya başladı. Böylelikle gittikçe pazar payımız arttı. Hatta bir noktada %60′lara kadar yükseldik.

 

Ne zaman oldu bu %60′lara yükselmeniz?

 

2007′de o miktarlara varabilmiştik. Günün birinde zaten vizyonda televizyon yayınlarını evin içinde farklı televizyonlara farklı cihazlara yayın yapabilme kabiliyeti vardı. Türkiye’de de bu artık yavaş yavaş gelişiyor, IP TV denen televizyon servisi. Tivibu servisi var. Onun altyapısı ve teknolojisi bizim. Yani sadece modem tarafı değil, bir de televizyon tarafı var bunun ve aynı zamanda da evin içinde böyle bir servisi verirken 2-3 televizyonu olan insanların aynı servisi alabilmesi için ya hepsine ayrıyetten kablo çekiceksin yahut bunu kablosuz yapma imkanı sunacaksın. O teknolojiyi de geliştirdik, şu anda dünya çapında lider konumundayız bu teknoloji ile. Ondan sonra da yavaş yavaş Türkiye dışındaki müşterilere doğru yöneldik. Şimdi bu sene %60 ihracat haline geldi.

 

Hangi ülkelere satış yapıyorsunuz?

 

Şimdi en büyük pazarımız İngiltere oluyor. Avrupa’daki dev operatörler. İngiltere’de, Fransa’da, İsviçre’de hatta artık Ukrayna’da da var. Yani bu tip en büyük dev operatörler uydu operatörü olabilir, kablolu Network olabilir yahut Türk Telekom gibi telekom şirketleri operatörleri olabilir. Bunların her birinde ciddi projeler kazandık ve ürünleri de teslim ediyoruz.

 

Gelecek ile ilgili vizyonunuz, projeleriniz, hedefiniz nelerdir?

 

Yani bu konuda ev içinde yayın yapan bir Network, hem farklı televizyonlar, hem iPhone, iPad, televizyon, video servisi verebilme teknolojilerini geliştiriyoruz. Bu acayip bir biçimde büyüyen bir pazar. Bunun dışına da çok çıkmak istemiyoruz aslında. Çünkü mevcut talebi yerine getirmekte bayağı zorlanıyoruz, çok fırsat var. Yani onunla devam edeceğiz.

 

 

Türkiye elektronikte dünyanın sayılı ülkeleri arasına girebilecek mi?

 

Girebilir ve internet üzerinde bayağı güzel gelişmeler var. Bir sürü firma Web üzerinden, e-ticaretten tutun bir sürü Start-Up’lar var bayağı başarılı noktaya gelmişler. Yazılım üzerinden, ürün tasarımı üzerinden yani Apple’ın yaptığı model. Biz de aynısını yapıyoruz. Türkiye’de rahatlıkla yapılır. Yani illa bunu burada üreteceğim diye bir kaygısı yok. Ama artık şunu da görüyoruz ki Türkiye’de üretim yapılıyor ve biz önümüzdeki sene bir kısmını Türkiye’ye kaydıracağız. Çünkü bayağı avantajlı oluyor.

 

Türkiye’de üretim yapmamanın avantajı nedir? Maliyetler zorlamıyor mu sizi?

 

Şimdi böyle bir ürüne bakacak olursanız atıyorum Iphone %90′ı parça maliyeti. İşçilik %10 gibi bir şey. Yani parçaları burada satın alınırsa, montajı rahatlıkla yapılabiliyor ve aradaki fark parça satın alma maliyeti en büyük şey. O %10′u %20′i daha pahalı olsa bile o zaman %10 değil de %12 oluyor ama ürünü gemiyle Uzakdoğu’dan buraya getirmek 5-6 hafta kadar zaman alıyor. O zaman üründe bir değişiklik yaptığızda o yoldaki malları değiştiremiyorsunuz. Burada bir şeyler yapmanız gerekiyor. Müşteri talebine daha hızlı cevap verebilmek konusunda Türkiye’de üretim yaparsanız, Avrupa’nın herhangi bir bölgesine 3 gün içinde kamyonla ürün gönderiyorsunuz.

 

Airties dünyanın her yerinde var. Özellikle insanlar Türk firması olduğumuzu biliyorlar ama bilmeyenler şaşırıyor. Aslında baktığınızda son kullanıcıların hani daha çok ilgili olan kişilerin bildiği teknoloji biraz öyledir. İlgili olanlar bilir ama ilgisi olmayan kişiler bile Airties diyince evet diyor.

 

Hatta biz zaman zaman karikatürlerde, modem ile ilgili karikatürlerde modem yazılmıyor da Airties yazılıyor. Bu da çok güzel bizim için. Modem denince Airties deniliyor. Yani bu dev operatörlere gidince biz hakikaten ileri teknoloji satıyoruz. Türkiye’den teknoloji çıkmaz modundalar. Onu yıkmak bayağı uğraştırıyor.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Aydın Köksal Söyleşisi

“Ben Elektronik, 1964 mezunuyum. Elektronik yüksek mühendisi olarak Fransa’dan mezun oldum ve Türkiye’ye geldim. 92 yere başvurdum. 92. başvurum  (o da bilgisayar şirketiydi) beni işe aldı. 91 şirkette elektronik yoktu ki bana bir iş olsun. Ben 5 yabancı dil konuşuyorum. Galatasaray’ı falan birincilikle bitirmiş birisiyim. Eski matematik şampiyonuyum. Yani yetenekleri olan, çok çalışkan birisiyim. Fakat çalışacak doğru dürüst bir iş yoktu ki.

 

Bize yakışan vaziyet;  şu anda kendi teknolojimiz var,  hele yazılım işinde, bilişim işinde dünyada en üst düzeylerdeyiz. Çok enteresan. İster inanın ister inanmayın. Ben size bunu 48 yıldır bu meslekte çalışan biri olarak beyan ediyorum ve Türkiye’yi donattık. Tahmin edilemeyecek büyük bir sıçrama yaptık. Bankacılık uygulamalarımızın eşi benzeri dünyada yoktur.“

 

 

Bilişim Derneği’nden biraz bahsedebilir misiniz?

 

Türkiye Bilişim Derneği’ni 22 Nisan 1971′de kurduk. İlk sivil toplum örgütüdür.

 

 Peki öncesinde Aydın Bey, Türkiye’de bilgisayar var mıydı?

 

Vardı tabii. Amerika’lılar Karayolları’na önem verin, boşverin trenciliği, dediler. Demiryolu değil karayolu yapın. Türkiye’nin karayolu yapma deneyimi yok. O vesileyle Menderes hükümeti, işin başına geçince Karayolları’nı kurdu.

 

1950′li yıllarda mı diyorsunuz?

 

50′de kurmuştu karayollarını. Daha 50′de zaten bilgisayar dolaşmıyordu dünyada ama 60′ta yapılan ilk kuşak bilgisayarlardan bir tanesini -demek ki Karayolları yapıladırılıyor-  Amerika küçük bir makinayı Türkiye’ye bağışladı.

 

Çok kocamandı tabi. Her şey kocamandı o zaman. Küçücük bir birşey yapmak için kocaman bir makina gerekiyordu.

 

 

Ne işe yarıyordu o bilgisayar?

Bugün yaptığı işi yapıyordu, yine hesap yapıyordu. Belleği var. Diyelim ki bir mühendislik hesabını 6 ayda yapmak yerine, programınız varsa elinizde 3 günde bitirebilirsiniz.

 

Sonucu nereye veriyordu bu bilgisayar?

 

Kağıda yazıyor.

 

Kağıda. Bir Printer gibi çıkartıyordu öyle mi?

 

Printer. Yazıcı çıkartıyor.

 

Türkiye’nin elektronik ve bilişim alanında çok önemli potansiyele sahip olduğunu düşünüyor musunuz?

 

40 yıllık bilişim düşlerimizin hepsi gerçekleşti. O dündü, şimdi bize yeni düşler gerek.

Elektrik, elektronik ve Bilgisayar Mühendisliği‘ndeki birikimiyle Türk toplumu bilişim çağının en güçlü uluslarından biri olabilecek konumdadır. Şimdi elimizdeki kartları düzgün kullanmayı başaran bir yola gidebilirsek, sivil toplum örgütleriyle, bizim gibi mühendislerle veya hocalarla ve hükümet üyeleriyle, ayağımızı denk alırsak biz uçuş yaparız. Sıçrama da değil Uçuş!

 

Bize yakışan vaziyet; şu anda kendi teknolojimiz var. Hele yazılım işinde, bilişim işinde dünyada en üst düzeylerdeyiz. Çok enteresan. İster inanın ister inanmayın. Ben size bunu 48 yıldır bu meslekte çalışan biri olarak beyan ediyorum. Türkiye’yi donattık. Tahmin edilemiyecek büyük bir sıçrama yaptık. Bankacılık uygulamalarımızın eşi benzeri dünyada yoktur.

 

Türkiye‘de mühendislik başlangıcı, ne zaman fark yedik?

 

Ben Elektronik, 1964 mezunuyum. Elektronik yüksek mühendisi olarak Fransa’dan mezun oldum ve Türkiye’ye geldim. 92 yere başvurdum. 92. başvurum  (o da bilgisayar şirketiydi) beni işe aldı. 91 şirkette elektronik yoktu ki bana bir iş olsun. Ben 5 yabancı dil konuşuyorum. Galatasaray’ı falan birincilikle bitirmiş birisiyim. Eski matematik şampiyonuyum. Yani yetenekleri olan, çok çalışkan birisiyim. Fakat çalışacak doğru dürüst bir iş yoktu ki.

 

Bilişimin devriminin geleceğini yakaladım. Bütün dünya değişecek, bütün insanlığın yaşam biçimi değişecek. Çünkü bu bilgisayar denen aletin bilgiyi bellekte saklama ürünleri var. Ben elektronik mühendisiyim. Bilgi bellekte sinyal olarak saklanırsa (dünyayı saran telefon ağından hepimiz gibi bende haberdarım), o da elektrik, bu da elektrikse ben saklanan bu bilgiyi dünyanın her tarafındaki bütün bilgisayarlara gönderirim. Yani başkasının yapacağı icat yok. Ben gönderirim. Anladınız mı? Yanı bu şey, piyano çalmasını biliyorsunuz. Besbelli ki bütün ansiklopediler bilgisayar belleğine girecek. Üstelik dünyanın en ücra köşesindeki vatandaşta telefon varsa, evinde o bilgiyi yavaş da olsa alacak. Anladınız mı?

 

Bu bilgisayarların ucuzlayacağını da biliyordum. Neden? Çünkü transistör icat edilmişti. Onu yaşadık. Öğretimimiz sırasında transistör vardı ve sonra entegre devreler çıktı ki artık daha da kez ucuzladı. Ona transistör bile yeter. Hele entegre devreler, uçtuk.

Bilgisayarın işlem hızı öylesine coşarak artarken aynı zamanda maliyetler düştü.

 

Neticede endüstri, sizin 200 metrekarelik salonunuza sığdıramayacağınız bir PC’yi küçücük bir boyutta yapmayı başardı.

 

Demiryollarını üreten buhar makinesi, elektrik gücünün motora dönüşmesi vs. kol gücünün motora dönüşmesi devrimini Türkiye ıskaladı. Mesela sadece matbaa ki çok basit bir mekanizmadır. Ne olacak ki? Kalıbını çıkartıyorsunuz, basıyorsunuz. Bitti. Değil mi? Kalıp. 275 yıl sonra biliyor musunuz? İlk kez matbaa kuruldu Türkiye’de. Onu da bir yabancı kurdu. Sınırlı olarak sadece birkaç kitap basmak üzere. Yasak çünkü. Olsa bile yasak. Çok fena gol yedik. Bütün varlığımızı kaybettik neredeyse imha olduk bu gecikme yüzünden. Çok zengin bir ülkeyken en fakiri olduk. Çünkü 250 yıl kaybettik.

 

Şimdi yeni bir devrim geliyor. Nedir ki kol gücünün makineleşmesi? Bilgi gücünün, düşünme gücünün makineleşmesi ile karşı karşıya kalıyor insanoğlu. Bütün hayat yeniden kurgulanacak. Artık makine otomobil değil, tren değil, uçak değil. Bir yerden bir yere gitmeden her şeyi göreceğim, okuyacağım ve yazacağım bir devirden bahsediyoruz. Taş gibi. Devrim geliyor. Bu devrime, bu makineye, ben tek başıma bile olsam egemen olurum, dedim. Tamamen atın dizginlenmesi gibi öğrenirim.  Tek başıma kalsam yine öğrenirim. Tabi gece gündüz hiç uyumadan çalıştık. Ve ben öğrenince de bütün millete öğretirim. Bu Fransız’ı, Alman’ı bilmem neyi biz ayarlarız. 15-20 yıl içerisinde aynı düzeye geliriz.

 

Bunu ne zaman hayal ettiniz?

                                   

İlk bilgisayarı görüp kullanmaya başladığımda, 1966 yılında. Sollar geçeriz onları. Biz Almanya oluruz onlar yerinde sayarlar çünkü ben biliyorum ki biz daha iyi matematikçiyiz. Biz daha hızlıyız. Daha fazla kalbimiz çarpıyor. Onlar sakin adamlar.

 

Bilgisayarı siz mi kurdunuz Hacettepe’de?

 

Tabi, tabi. Ben kurdum. Sene 1967, sadece Bilgisayar Mühendisliği‘ni değil, hepsini ben kurdum.

 

Sizden önce Karayolları mı kullanıyordu?

 

Karayolları kullanıyor ama o kendi yağıyla kavruluyor, kendi elemanları var. O sadece karayolu hesapları yapmak için kullanıyor. Onun işi tek boyutlu ve kolay. Tabi bankacılık falan biraz daha çoğul bir iş. Mutabakat hesabı gibi. İstanbul’dan Diyarbakır’a havale gitti. Buradan bir fiş kesilir. Bir fiş de, geldi para diye Diyarbakır’da kesilir. Havale yapıldı mı? Bütün fişler Ankara’ya Genel Müdürlüğe gelir. Çuvallar dolusu fiş gelir. Onların hepsi daktilodan, klavyeden bilgisayara girilir ve eşleştirilir. Yani o gün yapılan o havale, Diyarbakır’dan alındı mı? Bazı fişlerin eşi çıkmaz. Demek ki buradan gönderdi sanılıyor ama alan almamış.

 

 

Teleks’le mi bu?

 

Teleks ile değil bilgisayarla. Ama banka tabi telefon da edebilir. Telefon ve teleks vardı ama çok yaygın değildi. Çok nadir kullanılan bir şeydir teleks. Mesela telefonla buradan emir gönderirsin, dersin ki bir fiş doldurup kayda geçilmesi lazım. Diyarbakır’a telefon edip diyebilirsin ama telefon bağlanamıyor ki.

 

Bir çevir sesi bekleniyor mu?

 

Evet, telefon iyi bir maceraydı. 3 günde konuşulamıyordu. Hatta şu espriyi duymuşunuzdur belki;

 

Amerikalı uzman gelmiş, işte biliyorsun Menderes dönemimde başladı Amerikalı uzmanlar gelmeye. Bakan, Adana ile konuşmaya çalışıyor telefonda. Bağırıyor, Adana, Adana! diye. Ne oluyor, diyor adam. Efendim, Adana ile konuşuyor,  diyor. İçeriden duyuluyor tabi sesler,  bağırtılar. Niye telefonu kullanmıyor, diyor Amerikalı.

 

Pencereden bağırdığını sanıyor Adana diyince. Dağın arkasına doğru konuşuyor gibi. Niye telefon kullanmıyor diyor. Yani o derece.

 

Hacettepe’ye dönecek olursak, Doğramacı bana dedi ki, gel burada çok büyük bir üniversite kuracağız. Dev gibi bir Computer Center da kuracağız.

 

1967 yılı. Gel başına geç. Kendisi 54 yaşındaydı, ben 27 yaşındaydım. “Kur. Sana sonsuz yetki veriyorum.  Maaşın çok yüksek olacak. Ne olacağını bile konuşmayı fuzuli sayıyorum. Hangi değerli eleman varsa al yetiştir, öğret. Sana canavar diyorlar. Yapamayacağı şey yoktur diyorlar. Öğret. En kuvvetli grubunu kur. Ben Amerika’da bazı hastanelerde, bazı üniversitelerde yapmaya çalıştıklarını gördüm.  Ama daha hiçbir şey yapamamışlar. Onların yapamadığını onlardan önce biz yapalım orada. En öne geçelim. Yapabilir misin?“ dedi. Ben yaparım, dedim. Kaç kişi lazımsa sen uygun gördüğün elemana, uygun gördüğün maaşı vererek ben vereceğim onların maaşlarını.  Hacettepe’nin Bilgi İşlem Müdürü olarak,  27 yaşında yöneticilik görevi aldım.

 

Sonra 1971′de ihtilal oldu biliyorsunuz. Ortalık birbirine girdi. O vesileyle ben dedim ki üniversite elden gidiyor. Bütün emeklerimiz boşa gidecek. Başbakan dedi ki: “Özgürlüklerin üzerine şal örteceğiz.” Bu demektir ki bilgisayar bilmem ne kalkacak.

 

Bir elektronik mühendisi 12 Mart’ın da bazı radyo işleriyle uğraşan mühendislerin tutuklandığını söylemişti…

 

Sivil toplum hoş görülmüyordu. Kapatılıyordu dernekler. Ben de tersine 7 arkadaşımı, hem de beraber çalıştığım 7 arkadaşı ikna edip, bir günde karar verip, tüzük yazıp, bu derneği kurdum. Türkiye Bilişim Derneği. Şimdi 10.500 üyemiz var. Bizim meslekte 600-700.000 kişi çalışıyor şu anda. Dev bir sektör oldu. Sonra Bilgisayar Mühendisliği eğitimini başlattık. İlkin hocaları yetiştirmek istedim. Dolayısıyla doktora programını başlattık. 8 doktor mühendis yaptık. En iyi mühendislerimizi. İşe aldığım adamlar hep Türkiye’nin en sıkı beyinleriydi. Hacettepe’de çok yetenekli bir grup kurduk. Yani böyle sıradan bir grup değildi.

 

Peki, o dönemde endüstri ile ilişkiniz var mıydı Aydın Bey? Kimlerle ve nasıl?

 

Vardı. O dönemlerde Türkiye’de endüstri yoktu. O dönemde bizim müşterilerimiz devlet yani endüstri de devletti. Çünkü mesela Sümerbank. Diyelim ki Uçak Bakım. Uçak Bakım, Eskişehir’deki askeri tesislerdir. Askeriye. Diyelim ki bankalar. Büyük bankalar. Emlak Kredi Bankası. Döner sermayemiz vardı Hacettepe’de. O yüzden zaten yüksek maaşlar verme kısmetimiz oldu. Aksi takdirde o çok yetenekli kadroları sabahlara kadar nasıl çalıştırabilirdik? 40 kadar büyük kuruluşa yaptık Hacettepe olarak çoğu kamu kuruluşuna iş yaptık.

 

Yazılım mı?

 

Tabi. Yazılım üretiyoruz. Ama o zamana göre büyük dev bilgisayar kurduk. Gündüz bilimsel amaçlı Hacettepe’nin işlerini yapıyorduk. Akşamları da başka kuruluşların ama bilgisayar denilen olay vardı zaten Türkiye’de. Kullanılamıyordu makineler. Mesela biz bir şeyi kiralamadık da bir protokol yaptık.  Kendi makinemiz gelene kadar Devlet Su İşleri’nin makinesini gece vardiyasını kullandık, Hacettepe adına. Tabi anam ağladı. O kadar yorulduk ki sormayın. Sabaha kadar çalışıyorduk. Gündüz müdürlük yapıyoruz, gece teknisyenlik. Sabaha kadar sürüyor. Hiç uyku yok. Bu kaç ay gider? Valla 3 yıl böyle götürdük. Arada uyuyoruz işte zaman bulduğumuz gün. Zor bir hayat yaşadık.

 

Yazılım, kendi anadilinde bu sözcüğü ilk bulan millet Türk Milleti. Nereden ürettiniz?

 

Yazılım sözcüğü dünya üzerinde ki bütün ulusal dillerde türetilmiş ilk bilimsel terimdir. Başka hiçbir dilde yokken yazılımın karşılığı ilk bu lafı kendi anadilinde koyan yeryüzündeki millet Türk milleti.

 

Yazılım kelimesinden, Fransız’ların icat ettiği “Logiciel“ kelimesi bizden 8 yıl sonra geldi. Fransızlar “Le Logiciel“ dediler. İtalyan’lar onlardan kopya çekip “Logicie“ dediler. Aynı kelime dikkat ederseniz. “Logos“ sözdür Yunanca. Logos, sözsel demek. Halbuki sözden anlamıyor bilgisayar. Sözden anlıyor mu bilgisayar? Yok, yazıdan anlıyor. Yazı da kart üzerinde delik hatta. Yazı bile değil. Yazı niyetine delikten anlıyor. Deliği okuyabiliyor.  Ne kadar ilkel bir ortam değil mi? Ama ben bunun bir tür yazı olduğunu, kartın deliğini yazı gibi görüp, yazılım dedim. Anladınız mı? Yani sözü taşıyan, anlam taşıyan sözcüğü karta geçirdiğinde onun bir tür yazı olduğunu. Çivi yazısı da bir tür yazıdır. Hiyeroglif yazıdır. İlla alfabe olmaz.

 

Donanım sözcüğü de size ait bildiğim kadarıyla…

 

Hepsi bana ait. Ben 2500 tane Türkçe kelime hediye ettim. İletişim sözcüğü de benimdir. İletişim sözcüğüdür esas büyük kelime. Çünkü iletişim, 5 yaşında komşu kızın şöyle dediğini duydum: “Anne, bu Ahmet’le oynayamıyoruz biz. İletişim kurulamıyor bir türlü.” Kızım kur, diyor, iletişim kuramıyorum anne, diyor.  5 yaşında ki küçük bir kız bile iletişim kurma lafını kullanıyor.

 

Ne zaman türettiniz bu sözcüğü?

 

Bunlar hep Hacettepe’ye girdikten sonra.

 

Galiba 1968 yılında bilgisayar sözcüğünü türettiniz?

 

66 yılında, orada daha ilk işe başladığımda komut lafı ağzımdan çıktı ve Türkçe laflar çıkmaya başladı. Çünkü ne diyeyim istiyorsunuz? Ne diyeyim? Mesela bellek dedim. Herkes “Memory“  diyordu. Ben “Bellek“ dedim. Bari hafıza diyelim, dediler. Hafızlamakla ilgisi yok ki, dedim.

Bu makinenin belleği ama köylü diline benziyor, dedim. Daha iyi ya, dedim. Bu işleri köylüler yapacak.

 

 

ETİ Bank Elektronik Laboratuvarı, Tarık Özker‘in öğrencileri hikayesini sizden dinleyebilir miyiz?

 

Tam bilgisayar bölümünün ben başına geçtiğimde. Askerlik yaptığımda. Askerlik için Ankara’ya 1965 Nisan’da geldim. 1965 Nisan’ında ki durumu söyliyeyim. 40-50 tane  mühendis ile canavar gibi olan elektronik laboratuarı kurdu Eti Bank, Ankara’da.

 

Amaç neydi? Ne yapılacaktı?

 

Kuramportör yapılacak. Kuramportör, elektronikte, telefonculukta dağın başından tellerle gidiyor hat. Ne olacak tel çıplak gidiyor. Orada porselenden bir şey var. Orada yükseltiyor. Sinyali yükseltiyor. Bir mesafe uzağa götürüyor.

 

Ptt-Arla’dan bağımsız bir şey mi?

 

Ptt-Arla oralardan çıktı. Bakın ne oluyor. Eti Bank, elektronik laboratuvarını anlatacağım size. Çok iyi biliyorum çünkü yakın arkadaşlarım çalışıyordu. Askerlikte tanıştığım. Bu cihazlar, 100 –500 dolara satılıyor tanesi. Mesela fiyatını ben bilmiyorum da, yakıştırma 500 dolar tanesi ve cihazlar hassas. Bir süre sonra dağın tepesinde soğukta durduğu için çatlıyor, bozuluyor. Güvenilir olması lazım çünkü dağın başına oraya adam çıkartmak, onu değiştirmek çok zor. O zaman ne oluyor? Telefon bağlantısı kopuyor. Erzurum’la konuşamıyorsunuz çünkü yolda arıza var. Arızanın tamiri de çok zor çünkü en güzel yüksek dağın tepesine konuyor ki oralardan gidiyor. Sarıkamış. Ptt elektronik laboratuvarları öyle kuramportör cihazları yaptılar ki Sarıkamış’ta Allahın dağının tepesine koydular kış şartlarında. Bakalım bozulacak mı, dayanaklı mı, diye. Amerikan cihazı var, Alman cihazı var. Yanında Türk cihazı var. Hepsi bozuldu bizim ki bozulmadı. 66 senesi. Bu cihazları dizdiler, mühendisler canavar gibi çalışıyorlar, geliştiriyorlar.  Kafa bu, yapıyor adam. Kopya çekerek yapmıyor. İşte plastik. Ayrıca yabancıların yaptıklarını da görüyor. Dikkatini çekti dış dünyanın. Amerika’lı uzmanlar geldi. Akşam beraber yemek yiyoruz o mühendislerle. Benim yaşıtım çocuklar. Adları da Atalay Yunusoğlu, Bülent Dikman, Çoşkun Arslan gibi çocuklar. Pierre Bey var bir tane Yahudi var, İstanbul’lu. Çok yetenekli diye övüyorlar. Böyle 40 kişi falan. Nasıl çalışıyorlar geceli gündüzlü. Bu kadar güzel kuramportör yapıyor Türkler. İşin fecası, 500 liraya satın alıyorsun dışarıdan, bunlar 50 liraya imal ediyorlar. Tekel çünkü. Parayı vermeyen alamıyor ama sıkıya gelince sen kapat, ben sana bedavaya vereyim diyor. Birgün Amerika’lılar geldi. Bizim laboratuvarları gezdiler. Gözlerimize inanamıyoruz, demişler. “Nasıl yapmayı başardınız? Çok zor işler bunlar. Nasıl yapıyorsunuz?“ Aslan gibiler. Kafaları çalışan hepsi liselerini birincilikle bitirmiş deha gibi sıkı matematikçiler. Teknik üniversiteye girmek kolay değil. Oradan elektronikçi çıkmış çocuklar. İlk elektronikçileri bunlar Türkiye’nin.

 

Nerede eğitim görmüşler?

 

Teknik Üniversite’de Şimdi bakın yeni buraya kesip sakladığım şeyi size göstereyim. Tarık Özker’in Bilim’e Katıları. Cumhuriyet’in Bilim Teknik ekinden kestim. Tarık Özker 1918-1977. Bu Tarık Özker’in öğrencilerinden biri benim askerlikte tanıştığım, benden 5-7 yaş büyük en yakın dostum oldu. Allah gibi görürdü Tarık Özker’i. Allah der yani o kadar ulu bir kişi. Tarık Özker bir efsanedir.

 

Ne oldu bu Eti Bank laboratuvarı?

 

Amerika’lılar görüyorlar. Ucuza mal edileceğini anlıyorlar. Bu işi keşfeden zaten anlıyor ucuza yapılacağını. Sormaya ihtiyacı yok. Biliyor kendisi. Tekel olmuş durumda. Başka kaynak yok. Yapan da yok. Ya Amerika’dan alacaksın, ya Almanya’dan. İşte bir kaç ülke. Onun dışında sıfıra sıfır. Dünyada çok geri. Anladınız mı? Şimdi o kuramportör cihazları yok yeryüzünde.

 

Şimdi dava şu: Hükümet bütçe verecek. Eti Bank laboratuvarı üretime geçecek. Üretime geçince bunlardan 10.000 tane yapacak. 100.000 tane yapacak. Bütün dağlara koyacaklar ve neredeyse bedavaya mal olacak.

 

Netaş da kurulmamıştı o dönemde bildiğim kadarıyla…

 

Yok, hiçbir şey yok. Amerika’lı uzmanlar geldiler. Raporlar verildi. Amerika’lılar 3 ay sonra hükümete dediler ki: “Çok büyük yanlış yapıyorsunuz, bu yollar zor yollardır. Başlarken kolay gibi gözükür. İflas edeceksiniz. Bütün hayat durur. Bunun sorumluluğu büyüktür. Bunlar dünyada bir tek yerde yapılır. Bütün dünyaya gönderilir. Herkes aptal mı yapmıyor bunları?“ Anladınız mı? Biz yaparız, siz kullanırsınız. Uçakta olduğu gibi.Bilgisayarda olduğu gibi.

 

Yerli üretimin yolunu kesmeye mi çalıştılar?

 

Kesin kararlar verildi ve Menderes, Aydın Amerikan Koleji mezunuydu biliyor musunuz? Üniversite öğrenimi yok. Aydın Amerikan Koleji’nden mezun oluyor adam ve İngilizce konuşuyor… Amerika’lılar ne derse onların dediğini diyor. Maşa gibi kullandılar herifler. Bütün demiryolllarını sabote ettiler. Uçak endüstrisini kapattılar. Ne varsa yapılan her şey. Babam da Demokrat Parti‘ye oy verip bayram edenlerdendi. Allah, Allah niye böyle yapıyorlar anlamıyorum hiç, diyordu babam. Sonunda para vermiyor ki devlet üretime geçilsin zaten. Tam o yıl verecekti. Amerika’lılar müdahale edip, bütün kuramportörleri biz hediye ediyoruz, söyleyin kaç tane lazım, dediler. 1000, 5000 ne kadar ise hediye geldi Amerika’dan ve hükümetin gerekçesi şu oldu; Eti Bank’ın kuruluş kanununda elektronik ile uğraşacağı yazmıyor, araştırma yapacağı da yazmıyor. Eti Bank maden arasın yeter. Haddini aşmasın. Neticede 40 kişilik canavar gibi mühendislik kadrosu dağıtıldı, işlerine son verildi.

 

 

“Teknolojik bağımsızlık, ulusal bağımsızlıktır.” mottosuyla Aselsan’ın…

 

1979′ta rahmetli Prof. Tarık Özker ile paylaştığım tüm öğretim üyeleri derneği, TÜMÖD. Dr. Nejdet Bulut Fen ve Mühendislik Bölümü Ödülü.

Bakın şurada kurşun deliği bulunan şeydir. Bilgisiyar Mühendisliği ödülü. Bilgisayar Mühendisliği öğretimini başlatmış, gerçekleştirip, yerleştirmiş. Bilişimin, Türkiye’nin kalkınması için katkı vermiş, TBDY’yi kurarak bilişim mesleğini örgütlemiş olması gerekçesiyle… Dört gerekçe söylediler. Bu çok büyük bir lütuf tabi. Böyle dört gerekçe kimseye nasip olmaz. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana fen ve mühendislik bölümlerine en çok katkı yapmış bir kişiye bir ödül kondu. Ben 40 yaşımdaydım, Tarık Özker 2 yıl önce ölmüş vaziyette. Rahmetli karısı geldi onun. Plaketini ona verdiler. Bende hayatta olan ona eşdeğer katkılar vermiş birisi sayıldım. Bu çok büyük bir ödül. Onun öğrencileriydi bahsettiklerimin hepsi. Benim hayatımda çok önemli birisiydi Tarık Özker.

 

Hiç yüzünü görmedim ama yiğit kişiler yetiştirdi diye. Öğrencilerini işe aldım, çalıştırdım. Can yoldaşlarım oldu. Benim söylediğim bütün lafların savuncusu olmayı göze aldılar benimle beraber. Hayatlarının önemli bir kısmını yoğun ve zorlu çalışma şartlarında geçirdiler. Bunu göze aldılar ve çalıştılar. Sıçrama böyle sağlanıyor demek istiyorum.

 

Eğitim konusunda diyecekleriniz nelerdir?

 

Türkiye’nin eğitimde önünü fena kestiler. Mesela halkı okur yazar kılmak için, eğitimli kılmak için köy enstitüleri kuruldu. Yahu öyle olursa benim ne ağalığım kalır ne bir şey dedi mecliste milletvekilleri. Peki, diyor ki o zaman ağalar, okur yazar oldu mu herkes o zaman benim ağalığım nerede kalacak. Biz hiç bir şey bilmeyiz abi diyip el öpüyorlar. Anladın mı? Şimdi ben bilirim diyecek üstüne mandolin çalacak, şarkı söyleyecek. Kız, erkek sohbet edebilecek. Üstelik başka şeyler de bilecek. Hesap yapmak falan gibi. İstemiyor. İlkokul okumasın istiyor ama ilkokula razı ama orada içi boş olsun. İlkokulda bu sefer din dersi öğretmeyi amaçlıyor. Anlatabiliyor muyum? İşini boşalttığı bir eğitim olabilir. Lise okusun ama içi boş bir lise okusun. İlkokul okusun ama okuma yazma bilecek kadar olsun. Biz bilmeyiz demeye devam ettirsin. Öbür tarafta bilen kişi kalsın istiyor kendisi. Onun arkasını yabancı güçler şey ediyor. Yabancı dilde eğitim yapın başka türlü kalkınamazsınız dediler. En çok yabancı dili destekeleyecek benim. 1971, 12 Mart’ta gelinceye kadar ben 5 sene aynı odada oturdum, çalıştım İhsan Doğramacı ile. Hatta büyük kıskançlık oldu. Hep beni öne sürüyor. Üniversite gezdirilse ben açıklama yapıyorum vs Yani gözdesi oldum neredeyse çünkü iş geliyor elimden hep. Başlık atıyorum, yazılar yazıyorum. Ne isterse yapıyorum. Anladınız mı? El üstündeydik. Doğramacı’nın anafikri neydi biliyor musunuz? “Bir doktor düzgün dil bilmiyorsa asla doktorluğunu yapamaz.“

 

Türkçe çok önemlidir. Türkçe dersleri koyalım aman. Emin Özdemir Bölüm Başkanı 30-35 kişilik Türkçe bölümü kurdular. Bütün üniversitenin, bütün dallarından mezun olanlar düzgün Türkçe bilsin aksi taktirde doktorluğunu bile yapamaz ki diyor. Bende aynı düşünüyorum. Mühendisliğini de yapamaz ki zaten.

 

Biz öyle sarılıp, öpüşüyoruz. 12 Mart günü oldu. Sabaha karşı değil mi? O günün öğleden sonrası senato acil olarak toplandı, “Bu üniversitede eğitim İngilizce yapılır. Türkçe bilim dili değildir.“ kararı verdi. Bu kadar hızlı.

 

 

PC bilgisayarlarla nasıl tanıştınız Aydın Bey?

 

PC, 1980′lere doğru gelişti. İşte bu bir devrim tabi. Küçük entegre devreler çıktı.  Tümleşik çevrimler ortaya çıktı. Öbür tarafta 10.000 dolara 40.000 dolara mal olacak şey 1.000 dolara mal oluyor.

 

Türkiye‘nin çelik endüstrisinde kendi geliştirdiği yazılım ile yakaladığı başarıdan bahsedebilir misiniz?

 

TÜDOKSAD. Türk Döküm Sanayicileri Derneği’dir bu. Tarih 1996. Türk Çelik Sanayi’nin ürünü kalitesiz çelik. Çok miktarda çelik üretiyoruz. Sanayi var ama mesela bizden de büyük çelik üreten Rusya var, Hindistan var. Onlar dev gibi üretimler ama bir Japon çeliği gibi, bir İsveç çeliği gibi bir Alman çeliği gibi kaliteli değil. Biliyorsunuz çelik var, çelik var. Birisi şansıman parçasını yapıyor, sürekli gerilim altında olduğu için o gerilim altında çalışan ve hep dönen şey kırılıyor. Dayanımı diye birşey var değil mi bir çeliğin. Dayanım ölçeği de şöyle; koyuyorsunuz 1cm² ‘lik çubuğu, üzerine şu kadar tonluk çekiçle vurunca kırıldı mı, kırılmadı mı? Kırılıyorsa dayanımı o kadar. Kırılana kadar artırıyorsunuz. Kaçta kırılıyorsa oraya dayanamıyor. Kırılmayana dayandı. Anladınız mı? Ölçüm çok basit.

 

Bizim çelikhanelerimizin büyükleri neresi? Karabük, EREĞLİ Demir Çelik. Bunlar Çekler ile Ruslar ile anlaşmalarla yapılmış. Yazılım eski moda ve Japonla yarışamıyoruz. En büyük gemilerin uskurları Japon çeliği olmak zorunda yoksa kırılıyor gibi. Tabi kaliteli çelik mesela 100 dolara parçayı satıyor . Bizim kalitesiz çelik 1 dolara satılıyor. Yap, yap ortalık kirleniyor. Kirli de malzeme. Pek para kazanmış sayılmıyorsunuz. Hindistan da böyle. Onlar kaliteli çeliği başka yerden satın alıyorlar ama müthiş bir üretimleri var. Bata çıka yapıyorlar. Biz neredeyiz? Diyorlar ki kapatalım bunu, hiçbir zaman daha iyi para kazanılan bir yol olamayacak çünkü kimse satmıyor. Amerikalı yazılımını satmıyor çünkü 4′lü var. Amerika, Almanya, Japonya ve İsveç. Bunlar başı çekiyor. Sadece dördü. Başka kaliteli bir çelik üretebilen bir ademoğlu yok. Sattı mı bana ne olacak? 70 milyonluk Türkiye’de ona rakip olacak mı, olmayacak mı? Kaliteli iş çıkacak. Üstelik ya ben başkasına haber verirsem, öğretirsem ne olacak? Ben de Hindistan’a versem ne olacak? İşte o zaman ayıkla pirincin taşını. Çinliye verirsem ne olacak? Gözü gibi koruyor. Hiçbir şekilde milyar dolar verseniz yine satılık değil. Bunu anlıyorlar. Bunu anlayınca acaba kapatsak mı bütün fabrikamızı, diyorlar kendileri. Çünkü verim yok. Verimli işlerle uğraşalım. Koç’un çelikhaneleri var, Demirdöküm’ler vs… Asil Çelik var yani, özel teşebbüs.

 

Sonuç: ” Yahu, biz bunun yazılımını yazamaz mıyız?” diyorlar. Var mı bizim metalurji profesörlerimiz? Var. En iyileri nerede? Araştırıyorlar. Teknik Üniversite çok ileri bu alanda. Adam tutuyorlar. Bilir misiniz? Biliriz diyorlar. Biz biliriz nasıl çelik üretilir. Bilgisayar programcılık hüneri var mı? Türkiye’de var. Hangisi en iyidir? Nereden bulalım? İşte kimisi ODTÜ’lü diyor, kimisi Boğaziçi’li diyor. Diyorlar ki Bilişim Derneği var. Onlar bilir bu işi. Bilişim Derneği’nin İstanbul şubesine ulaşıyorlar. Bunlar diyorlar ki biz 1971′den beri varız. Yıl olmuş 95.

 

Haberleri yok. Olamaz, diyorlar.

 

“Peki, nasıl yapacağız? En iyi mühendisleri nereden bulabiliriz? Bize yol gösterebilir misiniz?“, “Valla, İstanbul’dan çok Türkiye’nin toplamını bir kuş bakışı görüşüne sahip değiliz. Ankara’ya giderseniz merkezimiz oradadır. Hem bütün kaynaklarımız, dergilerimiz, kitaplarımız oradadır. Hepsini okuyabilirsiniz.“ diyoruz.

 

“Öğrenmek isteriz. Nasıl oldu da kuruldu? Kim kurdu?“ diyorlar. Aydın Köksal kurdu. Yıl 1971. Kaç üyesi var, işte 5.000 o zaman. Geliyorlar Ankara’ya. Benim 1971′de çıkan dergilerimi okumaya başlıyorlar. Oralarda şu yazıyor: “Türk milleti aptal değildir. Biz bu işe baş koyduk. Hepsini öğreneceğiz. Herkese öğreteceğiz. Uçacağız. Yakalayacağız öbürlerini. Almanları geçeceğiz.“ yazıyor ve ne yazarsak hepsini yapmış gözüküyoruz. Heyecanla, kaç yıl geçmiş demek ki 71- 95 olsa… 20-22 yıllık bir dergi koleksiyonunu okuyor adamlar. Her tarafını okumuyor tabi lazım olan tarafını okuyor. Akılları şaşıyor. Diyorlar ki en iyileri Hacettepe’deymiş. 2 tane çocuk, 1 tane çocuk nasıl yapıyorlarsa alıyorlar. Yapılan yazılım,  ilk versiyonda.. Bunlar diyorlar ki 5-10 kez deneyelim sonunda bizde başarırız. Olmadı sil baştan bir daha, bir daha deneyelim. 5 yıl verelim, 10 yıl verelim razıyız. Çözümü görelim diyor. Kesin görürsünüz diyor metalurji profesörü de bizim genç mühendisler de. Hadi bakalım okumaya başlayın diyorlar.

 

Başlıyorlar. İlk yaptıkları yazılım süreç denetim olarak konuyor yüksek fırına. Marifet, şu ısı şuraya kadar yükselince o saniye de şu kadar milisaniye, şu miligram krom emdireceksin. Başka ısıya gelince de şu kadar milisaniye, mangenez çok değil az da değil ama o ısıda olacak. Başka ısıda olursa yaramıyor, kalitesiz oluyor. Anladınız mı?   

 

Moleküller birbirine tutunuyor. Mıhlanıyor. Anladınız mı? Ayakları tutturuyor birbirini. Moleküler bir olay. Ayrıca ısıl işlem var tabi. Suya batırmalar falan onlar ayrı… Bunlar olacak da sonradan işlem, onlar biliyor. Üretildi. Kader kısmet bakalım ne çıkar bekliyorlar. Pek ümitli değiller ama sonradan olacak inşallah. Deney yapıyorlar… Ah! Akılları duruyor. İsveç çeliğinden yüksek, Japon çeliğinden yüksek. Bütün çeliklerin en iyisi çıkıyor bizim siftah çelik.

 

Bunun sonucunu yaşadıktan sonra bu ödülü verdiler bana.

 

Ondan sonra inanmıyorlar. Ölçümü yanlış yapıyoruz diyorlar. Ölçüyü yanlış alıyoruz. Olabilir. Hadi tekrar. Bir daha üretiyorlar. Tesadüfen öyle çıktı belki de. Bir daha olmayacak. Eni, boyu ölçülüyor. Kaç cm? Şu kadar. At tonu üzerinden, kır. Kır, kır, kır, kırılmıyor mübarek. Dayanımı çok yüksek. Bir bakıyorlar… Çünkü ellerinde kitaplarda sattığı için Japon, Amerikalı falan en kaliteli çeliğin satış fiyatı yanında yazıyor. Kaçta kırılan ne kadara satılıyor.

 

Sonuç ne biliyor musunuz? Şu anda bütün Avrupa kıtasında yapılan bütün otomotiv ürünlerinin, kamyonlar, otobüsler, Mercedes’ler hepsi… BMW’ler bütün Avrupa kıtası diyorum. Tek bir marka yok ki dayanımı en yüksek parçalarını Ankara’da, Konya’da falan ısmarlayıp yaptırtmasın. Para basıyor Konya vilayeti şu anda. 1 milyon nüfus yakında 3 milyon olacak. Silme otomotive çalışıyorlar. Her taraf çelikhane oldu.

 

Ve çelik üretirken bu Software’leri mi kullanıyorlar?

 

Tabi. 5 sene sonra 40 kere deneyelim denen olay daha birinci denemede başarılı oldu.

 

Teşekkür ederiz Aydın Bey, eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?

 

Ben teşekkür ederim.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
Ata Akın Söyleşisi

“Avrupa Birliği Horizon 2020 diye çok yeni bir program tanımladı. Bu önümüzdeki 7 senenin ne tür araştırmalar yapılabileceğiyle ilgili, nelere öncelik verilse iyi olur dediği bir programdır. Bu programda 2 tane ana konu öne çıktı. Biri enerjidir, biri de sağlıktır. Türkiye bu konuda müthiş bir sıçrama yapmak üzere.
Hep deriz ne yapar, ne işe yarar mühendislik, diye. Bence mühendisliğin tek bir tanımı vardır o da, insan hayatının kalitesini yükseltmek için var olmuş bir alandır. Dolayısıyla bu bir süreç. Bilimsel çalışmalar teknolojik alt yapıya, teknoloji de insana dönebiliyor. Bu haliyle baktığınız zaman ortaya mühendisliğin bir sürü kullanım alanı çıkıyor. İnsanın kalitesi dediğimiz zaman sadece arabalar, uçaklar düşünmüyoruz, cep telefonları, sağlık alanları gibi alanlar düşünüyoruz.

Bu tür gelişmelerde genelde insanlarda ve teknolojinin ilerlemesinde hep sıçramalar olmuştur. Bu sıçramalar Lineer değildir.

 

Teknolojinin ilerlemesi çizgisel bir süreç midir?

Lineer olmayan bir şeydir sıçrama. Dikkat ederseniz yukarı doğru bir fırlama vardır. Bunun oluşabilmesi için birkaç unsur gerekiyor. Ya tırlak bir hoca çıkacak ben bunu buldum diyecek ki böyle örnekler vardır Newton gibi, Einstein gibi, Kuantum mekaniğinin yaratıcıları gibi… Ya da şirketler diyecekler ki, bir ihtiyaç var. Wright Kardeşlerin uçağı yapması gibi. Onlar da bir sıçramaya sebep olmuşlardır. Herkes uçmanın gerekliliğini hissederken, onlar cesaret edip her şeylerini ortaya koyup uçmayı başarabilmişlerdir. Edison da öyledir. Senelerce uğraşmıştır o ampulü bulabilmek için. Bu sıçramaları yapmak kolay olmuyor ama sıçrama büyük görünebiliyor.

 

Ülkemize de baktığımız zaman bu sıçramaları yapacak insanlara ihtiyacımız var. Bu insanların da belirli bir eğitimden geçmesi, belirli bir dolgunluğa ulaşması ve de tabi ki devlet politikalarıyla da biraz desteklenmesi gerekiyor.

Yani ya anadan babadan para kalacak ve işine bu parayı yatıracak ya da devlet politikaları sonucunda bunlar olmaya çalışacak. Ülkemizde bu tür politikalar 1950′lerden itibaren geliştirilmeye başlandı. Örneğin pancar motorlar. Onların geliştirilmesi de devletin çıkıp bir teşvik vermesiyle olmuştur. Pancar motorun karşısına da bir MOTOSAN çıkmıştır. Onlar rekabet içerisinde dizel motoru (bunların biri hava soğutmalı biri su soğutmalıdır) ülkemize kazandırmışlardır. Fakat baktığımız zaman bunlara pek bir sıçrama diyemeyiz. Daha çok teknolojinin ithali ve burada mühendisliğe dönüştürülmesi diyebiliriz. Dolayısıyla bir tasarım olmuyor işin içinde. Mühendislikte tasarımdan başlayan yani ihtiyaçtan doğup son ürüne gidene kadar bir süreç gerekir. Mühendislik bütün bunları içerir. Devlet, ülkemizde bu gelişmelerden geri kaldığımızı fark edip bir politika değişikliği yapmıştır ve 1990′lardan itibaren teşvik yasaları çok artmıştır. Hatta öyle ki 2000′lerden itibaren TÜBİTAK’ı da, Sanayi Bakanlığını da devreye sokarak müthiş teşvikler başlamıştır. Bunların neden yapıldığı önemli. Yapılması çok doğru ve bir sıçrama yaşatmak istiyorlar.
Ülkemizdeki mühendislik eğitimini nasıl buluyorsunuz?

Artık mühendislik eğitimi köklü ve başarılı olmaya başladı. Şöyle ispatlayabiliriz, yurt dışına giden her öğrencimiz bizde mühendislik eğitimini aldıktan sonra çok başarılı mühendisler olabiliyorlar,  akademisyenler olabiliyorlar ve çok seçkin üniversitelerde çalışabiliyorlar. Tabii böyle yatırımlar ve teşvikler başladığı zaman mühendislikte de ister istemez “Acaba biz nasıl daha iyi mühendisler yetiştirebiliriz?” düşünceleri başladı. Ülke olarak üniversite bakımından çok zenginiz. Farklı ekoller var, farklı yaklaşımlar var ve ben bunlarla çok gurur duyuyorum. Devlet de bunların hepsini desteklemeye yetişmekte zorlanıyor ama bakın şöyle;
Sanırım mühendisliğin dört tane sac ayağının olması gerekiyor ki geleceğin vizyoner mühendisini yetiştirebilelim. Bunlardan biri mühendisin tutkulu olması… Mühendis üretmek ve yaratmak için yaşamalı. Kimsenin görmediğini eksik ve az imkanlarla yaratabilmeyi becermeli.  Bu bir optimizasyon problemidir.

Çünkü elinde kısıtlı kaynak vardır, bilgisi de kısıtlıdır ve bunlar içerisinde bir sıçrama yapar. Kötü bir örnek olacak ama mesela atom bombası böyle bir örnektir. Buzdolabı böyle bir örnektir. Penisilinin, antibiyotiğin bulunması böyle örneklerdir. Bunlar mühendislik mi diyeceksiniz ama bunların hepsi bilimin faydaya dönmüş, sonra da endüstriyel bir ürüne dönmüş halleridir.  Demek ki mühendisin tutkulu olması lazım. Bunu mühendislik eğitiminde birinci sınıftan başlatmamız lazım. Yurt dışında bunu başlatıyorlar. Dolayısıyla gelen çocuğa en dört sene sonra mühendis olacaksın değil, “Sen bugünden mühendissin. Al eline oyuncaklarını, oynamaya başla bakalım.” denmeli. Bu tutkuyla çocuk o dört sene boyunca üretmenin, yaratmanın heyecanını yaşamalı.

Bence ikinci önemli unsur, endüstrinin ihtiyaçları doğrultusunda bilgili mühendis yetiştirmeye başlanması. Biz öğrencilerimize iyi bilgi veriyoruz.

Her üniversitemizde hocalarımız çok donanımlılar ve öğrencilerimize büyük miktarda teorik bilgi verebiliyoruz. Fakat bence mühendisliğin en büyük özelliği, peki endüstri gerçekten bu bilgiye ihtiyaç duyuyor mu? Endüstri nasıl bir mühendise ihtiyaç duyuyor? Ne tür donanımlı bir mühendise ihtiyaç duyuyor? Dolayısıyla ikinci olarak da endüstrinin ihtiyaçları doğrultusunda bilgili mühendis yetiştirmemiz lazım.
Son dönemlerde en çok kullanılan laflardan biri inovasyon. Nedir bu inovasyon?


Esasında sıçrama burada oluyor. Sıçramayı yaratan unsur budur. Herkesin bildiğinin, yapabildiğinin dışında, ama herkesin de ihtiyaç duyduğu bir atılımdır. Hani Mars’a gitmek değildir inovasyon ama bir cep telefonunun özel bir özelliğini yapmak inovasyon olabiliyor ya da enerji alanında özel bir dönüşümle enerjinin çok daha verimli bir şekilde elde edilebilmesi.

Kimse bunu düşünememiştir ama bir kişi düşünmüştür. İşte inovasyon böyle olur. Bunun yöntemleri var. İnovasyon nasıl yapılır, nasıl düşünülür, nasıl kendini bu konuda yetiştirebilirsin?  Çoğu üniversitemiz bu konuda çok büyük eğitimler başlatmıştır. Ayrıca inovasyonun sadece fikirde kalmaması, ürüne dönüştürülebilmesi için bunun bir transferinin yapılması lazım. Buna da teknoloji transferi deniyor. Çok yakın zamanlarda TÜBİTAK bu konuda çok ciddi bir atılım yaptı. Dedi ki, ilk ellide olan üniversitelerin bu tür bir girişimcilik yapabilmeleri için ben bunlara bir insan altyapısı kazandırmak amacıyla destekte bulunacağım. İşte sıçramalar yurtdışında böyle oluyor. Genç çocuklar, genç hocalarla beraber fikri alıyorlar, teknolojiye dönüştürüyorlar, laboratuvarda geliştirdiklerini bir ürüne dönüştürüyorlar. Çünkü laboratuvar genelde var olan teknolojinin 20- 30 sene önünde gider. Ama ihtiyaç bugündür. Bilim insanı 20-30 sene sonrasını düşünse bile bugünden ona çalışmaya başlamıştır.

İşte teknoloji transfer ofisleri bu tür bir inovatif yani yenilikçi yaklaşımın ilk filizlerinin atıldığı başlangıç noktaları oluyor. Bu teknoloji transferleri işte inovasyona sebep oluyor. Öğrencilerimizi işte bu konuda yetiştirmemiz gerekiyor. Cesaretli olmak,  sadece “ben bir şey düşündüm” değil, onun için para da bulması gerekiyor çocuğun. O para kaynağına nasıl ulaşılır, nasıl bir öneri yazılır,  proje önerisi ne demektir,  iş modeli ne demektir bir şekilde bunları da öğretmemiz gerekiyor. Bu üçüncü ayak oldu.

 

Biz mühendisleri sanırız ki, bir masa başında otursun, çalışsın. Yok öyle bir şey! Günümüz mühendisleri, artık mutlaka konuşmayı, insan ilişkilerini iyi bilen bireyler olmak zorundalar.

Dolayısıyla artık yeni mühendislik eğitiminde öğrencilerimizi bu konularda da yetiştirmeye başladık. Yani bu sadece dersle de olmaz. Bütün üniversite politikasının, öğrenci faaliyetlerinin, öğrencileri destekleyen diğer birimlerin yani ders dışı eğitim birimlerinin olması, öğrencilerin dış dünyaya hazırlanması gerekiyor. Dolayısıyla insan ilişkileri konusunda, felsefe konusunda, doğa bilinci, etik konusunda bilinçlendirilmeleri gerekiyor.

Artık çok ilginç dönemlere giriyoruz yani aşçılık alanında bile nasıl kalori hesaplanır , kimya derslerine giriyor bu insanlar.  Kalori hesabı, katkı maddesi olmayan ürünlerin kullanılması üzerine deneyler yapıyorlar. Bunların hepsini de mühendislik gibi düşünelim. Dolayısıyla bence dördüncü ayağında da insan ilişkileri açısından kuvvetli öğrenciler yetiştirmemiz gerekiyor. Bence geleceğin mühendisleri bu şekilde vizyoner yetiştirilebilir, cesaretli olurlar. Hem devlet politikalarımızda hem de yeni yeni yetişen şirketlerde büyük destekler oluşmaya başladı.

Ben bunları gördükçe çok gurur duyuyorum. Biz üniversitemizde de bu tür atılımları desteklemeye çalışıyoruz. Dışardan gelen insanlar var, kapılarımızı açmaya çalışıyoruz. Sonuçta buralar da hep kamu alanları. Desteklerimiz var. Ülkemizin gelişimine bakarsanız çok büyük şirketlerimiz var. Bunlarla gurur duyuyorum. Zaman zaman onları çeşitli projeler kapsamında ziyaret etme fırsatını gördüm. Gerçekten gurur duydum. Çok büyük şirketler var. Gerçek mühendislik yapıyorlar. Mühendisliğin bütün sıkıntıları ve kıstasları içinde çalışıyorlar. Standartları öğrendik, o çok önemli. Tasarım kısıtlarından biri standartlardır. Biz mesela eğitimimizde bu standartları yeni yeni koymaya başladık. Standart ne demektir, standartlara uygun nasıl yapılır? Çünkü sonuçta bir araba yapıyorsun, lastiği şöyle olsun, içine adam böyle otursun. Olmuyor kardeşim! Ergonomik olarak kafayı çarptığın zaman bir söndürme katsayısı var o koltuğun. Bunun bir standardı var. Siz onu öyle yapmazsanız kimse satın almaz. Dolayısıyla artık öğrencilerimize bunları da öğretmemiz gerekiyor. Dediğim gibi bu bir optimizasyondur. Her ne kadar vizyoner, uçun dediysek de ayakları yere basan, teknolojinin ve endüstrinin ihtiyaçları doğrultusunda gençler yetiştirmeyi bilmemiz gerekiyor.

Bu anlamda da bir sıçrama ve gelişme görüyor musunuz? Yani bahsettiğiniz şeyi nasıl tanımlarsınız kısaca bir  görüş alabilir miyiz şirketlerinizle ilgili?

Türkiye devlet politikası olarak Avrupa topluluğunun ve dünyanın eğilimlerine paralel gitmeyi tercih etti. Bu da güzel bir tercih. Şimdi Avrupa Birliği çok yeni “Horizon 2020” diye bir program tanımladı.

Bu önümüzdeki 7 senenin ne tür araştırmalar yapılabileceğiyle ilgili, nelere öncelik verilse iyi olur dediği bir programdır. Bu programda 2 tane ana konu öne çıktı. Biri enerjidir, biri de sağlıktır. Türkiye bu konuda müthiş bir sıçrama yapmak üzere bence.

Bütün eğitimini, bütün kaynaklarını buraya kaydırmaya başladı. TÜBİTAK, Sanayi Bakanlığı, Enerji Bakanlığı hatta yerel organizasyonlar, İstanbul’da İstanbul Kalkınma Ajansı ya da Ankara ve İzmir kalkınma ajansları bunların hepsi bu konuda müthiş yatırımlar yapmaya başladılar.

Bu tabi ister istemez bilimi ve teknolojiyi geliştiren şirketleri de o doğrultuda hareket etmeye yönlendiriyor. Bu da rekabeti getiriyor. Dolayısıyla eskiden bu konuda üç beş kişinin eline kalan oyun alanı, bir anda yüzlerce başvuru ile karşılaşacaktır. Bu biraz yazı tura, kimin ne yaptığı belli olmuyor ama içlerinden en iyisini seçmeye başladıkları zaman, on projeden bir-ikisi başarsa, ama başarsa diye bu destekler arttı. Dolayısıyla ben önümüzdeki 3-5 sene içerisinde Türkiye’de büyük bir sıçrama bekliyorum. Ülkemdeki bilim insanıyla ve öğrencilerle de bu konuda gurur duyuyorum. Devlet politikası da gerçekten çok büyük destekler vermeye başladı.

Ben 1995 senesinde Amerika’ya gittiğimde, burada bilim yapılamıyor, diye gitmiştim. 2001 senesinde kesin dönüş yapmaya karar verdim. İçimde bir şeyler kıpırdadı. Burada bir şey olacak ben döneyim, diye. 2004 senesinde TÜBİTAK kariyer programını açıkladı. Yani yeni gelen gençlere kariyerlerini sürdürebilmeleri için 3 senelik bir yatırım yapmaya karar verdi. 2006 yılında TÜBİTAK’ın bütçesi artmaya başladı 2010-2011′lere geldiğimizde bu Türkiye’nin toplam gelirinin yüzde birine yaklaşmaya başladı. Bu müthiş bir rakam. Ve bunu da arttıracaklar.

Bu paraların harcanması, doğru harcanması ve doğru ellere harcanması gerek. Bunu da öğreneceğiz. Öğrendikçe de bence müthiş bir sıçrama eşiğine geliyoruz. İyi de rekabet var. Yani hem üniversiteler hem şirketler çok büyük rekabet içerisinde. Rekabet olduğu için kar marjları düştü. Dolayısıyla inovasyon gerekiyor. İşte bu inovasyonda kar marjını tekrar arttırabilmek için üretim teknolojisini değiştireceksin veya üretim metodunu değiştireceksin. Ve bunu sürekli yapacaksın. Bu da tabi bizim ekmeğimize yağ sürüyor, çünkü bizler bunu öğretiyoruz.

Ben çok büyük sıçramaların eşiğinde olduğumuzu; özellikle elektronik, enerji ve sağlık alanında büyük sıçramalara gebe olduğumuzu görüyorum.

Teşvik bu işin bence en önemli adımı. İnovasyonun en büyük ayağı budur. Ya bir potansiyel göreceksiniz siz bu işi yaptığınız zaman büyük bir pazarı ele geçireceğinize, ama yatırım olmadan olmuyor. Ya da birisi size diyecek ki abi buraya yatırım yap, ben sana yatırım yapıyorum sen de zihnini koy, bu işi yapalım. Devletlerin zaten bu tür rolleri olması bence çok önemli. Ülkemizde bu politikalar gelişmeye başlıyor. Bizde de olacaktır. Onlar olmaya başladıkça bu yatırımları göreceksiniz. Ben bunları gözlerimle gördüm. Bursa’da gördüm, İzmir’de gördüm, Manisa’da gördüm, İstanbul’da Ankara’da bu şirketleri gördüm. Başka yerleri bu kadar görme fırsatım olmadı ama çok büyük şirketlerimiz güldür güldür geliyorlar.

Eminim onlar da bu tür yayınlara, reklamlara başlayacaklardır.

Bir de yine çok muhteşem bir şey bence, Teknoparklar. 2000’lerden itibaren çok büyük bir cesaretle hem devlet hem Sanayi Bakanlığı özellikle, Teknopark açılmasına yol açtı. Bunlar üniversite sanayi iş birliğine , sıçramanın gerçekten yapılabileceği birleşme noktalarına destekler çıkmaya başladı. Yurt dışında bunların hepsi 40-50 senedir vardı. Şirketler üniversitelerin dibine geldiler.

Oraya geldiklerini görünce belediyeler oradan daha az vergi almaya başladı. Bunlara inkübatörler deniyor. Kuluçka merkezleri deniyor. Vergi indirimleri yapılmaya başladı. Oradan başka teşvikler çıktı orada çalışılsın diye. Şirketler de oraya geldiği için bu sefer hem üniversite, hem başka organizasyonlar o yerlere alt yapı yatırımları yapmaya başladı. Dolayısıyla genç, inovatif fikirleri olan arkadaşlar oraya gelip o altyapıyı kullanarak bir sıçrama kaydedebildiler. Yani siz bunları yaratmazsanız kimse inovasyon yapamaz. Yani garajda bir şeyler yapılıyor ama Google gibi, esasında bu tür teknolojileri yaratmak için, belirli bir altyapıya ulaşabilmek için bu ortak kullanım alanları gerekiyor. Teknoparklar da bunu sağladı. Çeşitliliği arttı ve eskiden rant amacıyla kullanılan bu Teknoparklarda artık gerçek iş yapılıyor. Bunun çok güzel örnekleri üniversitelerimizde görülebiliyor. Gidip görmek ve hayran olmamak elde değil.

 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?

Yok, çok teşekkür ederim.

                  

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Read More
1 2 3 4 5