Söyleşiler

Fatih İşbecer Söyleşisi

fatihişbecer

“Elektronik sanayi ve mobil birleşecek. Burada birkaç handikap var. Pil ömrü ve kapsama alanı. Ne zaman ki gökyüzünü gördüğünüz her yerde telefonunuz çekmeye başlayacak yani uydu üzerinden bu olacak. Global bir kapsama alanı olacak. Ne zaman ki şarj cihazınızı unutup bir aylık seyahate çıkabileceksiniz asıl o zaman bizim günümüz başlıyor olacak. O güne doğru da biz hala ara çözümlerle idare oluyor olacağız.

 

Galatasaray Lisesi’nde okurken AFS’nin sınavıyla 1 sene ABD’de okumaya hak kazandım. Galatasaray’da lise 2’yi bitirip, lise 3’ü ABD’de okudum. O zaman orada 1993 senesinde internet yeni yeni başlamıştı. Sadece bulunduğum devlet lisesinin kütüphanesinde 1 tane bilgisayar vardı ve kütüphanecinin 1 tane e-mail adresi vardı. Türkiye’de de mailleşebilecek 1 tane arkadaşımın, Boğaziçi’nde profesör babası vardı. Biz onunla e-mail üzerinden işte Türk kahvesi nasıl yapılır? Kuru fasulye tarifiydi falan, Yusuf hoca da sağ olsun sabırlı davranıp çocukluğumuza rağmen bize bunları iletti. Sonra döndüm Galatasaray Lisesi’ni bitirdim. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni kazandım.

 

1995-2000 seneleri arasında İTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi’nin kantini, yüzlerce yeni fikrin konuşulduğu, robotik projelerinin, havacılığın ve teknolojinin konuşulduğu ilginç bir ortamdı. Herkes firma kurmak istiyordu. Herkes bu konularda fikir üretiyordu. Fakat bir şekilde o yıllarda Türkiye’de, risk-sermayesiydi, kamunun teşvikleriydi bu tip şeyler henüz yerleşmiş olmadığı için oradan böyle bir Silikon Vadisi tarzında bir yapı çıkmadı. Bazı arkadaşlarımız, ben de dahil olmak üzere kendi firmamızı kurduk. Bazı arkadaşlarımız profesyonel kariyere devam etti. Tabi çok erken yaşta girişimciliğe merak sarmanın handikapları var.

 

Benim üniversite öğrenimim 9 sene sürdü. Neyse ki fizik mühendisi olarak başarıyla mezun oldum. Fakat tabi işle okulu Türkiye’de paralel götürmek çok zor. Hem hocalar buna müsamaha göstermiyorlar hem de eğitim sistemi buna göre tasarlanmamış. O yüzden zaten bildiğiniz gibi Türkiye’de öğrenciyken başarılı bir iş yapmak, öğrenciyken başarılı bir sporcu olmak pek mümkün değil. Ya o ya o. Türkiye’de sizi hep bir seçim yapmak zorunda bırakıyor. Neyse bizde amaç kurumsal bir yere girmek mi? Kendi işimizi yapmak mı? Bu konuda arkadaşlarla tartıştıktan sonra 97 senesinde ilk işimizi kurmaya karar verdik. Herkes garaj firması diyor. Biz kendimize kantin firması diyoruz. İTÜ kantininde kurulmuş 5 kişilik bir firma ile biz başladık. 97-2000’e kadar o zamanın tabiriyle bilgisayarcı, şimdinin tabiriyle bilişim hizmetleri veren bir ufak organizasyonumuz vardı.

2000 senesinde biz ilk teşebbüsümüzden ayrıldık ve 4 arkadaş Pozitron’u kurduk. “Ne yapalım?” dedik. Yazılım alanında faaliyet göstereceğimizden eminiz ama yazılımın hangi branşında ilerleyeceğimize karar vermemişiz. Biraz da eksik bilgiyle yola çıkmanın da dezavantajları bunlar. Önce ERP yapalım dedik. Sonra CRM yapalım dedik.

 

Muhtelif güzel projelerde yaptık hatta 2002 senesinde Sabancı Grubu Kraftsa diye bir firmaları vardı o zaman. Onların bütün Türkiye satış otomasyonlarını biz yapmıştık. Bizim için zor ama keyifli bir projeydi. İlk defa büyük bir firmayla çalıştık. O biraz bizi disipline etmişti. Sabah belirli bir saatte ofise gitmek, yazışma kültürünü öğrenmek, proje planları hazırlamak, belirli dökümantasyonlar hazırlamak gerektiğini biz biraz yaşayarak öğrendik. Fakat biz o alanı beğenmedik. Baktık ki çok rekabet var. Dünya devleri var. Bir de bizim gibi küçük firmalar var. Zaten herkes agresif. Böyle bir başarılı olup büyümek bize zor geldi işin aslında. Başka alanlara kaydık. Birkaç sene böyle devam etti. Bu arada okul da tabi devam ediyor. Bütün ekip aynı zamanda öğrenci. 2004 senesinde mezun olduk ve nihayet işimize konsantre olmaya imkan bulduk.

 

2005 senesinde ofisimiz Taksim’deydi. Teknik ekiple bir toplantı esnasında birinin elinde ben iddia kuponu gördüm. “Nedir bu?” dedim. Benim de pek böyle bahis ve futbolla alakam yoktur. İddia bu dedi. İşte şöyle yapıyorsunuz, böyle yapıyorsunuz. Tarif ettiler. Nasıl oynanıyor bu? İşte bayileri var. Orada makineye okutuyorsunuz. “Cepten oynanmıyor mu bu?” dedim. Yok dediler. Dedik ki biz bunu cebe koyalım. Gittik muhtelif cihazlar aldık. Piyasada çok satılanlardan. İlk ekibimizi oturttuk. Muhtelif Nokia cihazlar aldık. Oturttuk ve dedik ki hadi İddia’yı bi cep telefonuna taşıyalım.

 

O zaman Libero’ydu. Sonra adı Bilyoner oldu. Onların sitesini inceledik, akışlarını öğrendik. Uygulamayı yaptık. Daha sonra randevu aldık ve dedik ki:” Bakın biz böyle bir şey yaptık. Siz bunu kullanmayı düşünür müsünüz?” Sait Bey, Bilyoner’in hala Genel Müdürü. Sağ olsunlar çok anlayışlı davrandılar. Genç bir girişim, birkaç tane çocuk. Çok genç yaşta gelmiş. Bizi ciddiye almış. Dinledi ve ürünü bizden almaya tamam, dedi. Benim ilk müşterimdir mobildeki. 2006 senesinde biz Bilyoner ile anlaştık. Hala devam ediyoruz. O zaman Symbian, Nokia, Sony Ericsson çalışıyordu. Bugün Androidler’de, Iphone’larda, Ipad’lerde aklınıza gelen hemen hemen her yerde çalışıyor. Tabii ki ilk projeyle hiç alakası kalmadı. Yüzlerce Uptade, onlarca değişiklik yapıldı. Renkleri değişti. Oyunlar değişti. Akışlar değişti fakat o ilk kurulan ilişki hala devam etti.

 

Biz 2006 senesinde Bilyoner’i yaptık ve şunu gördük. Sizin orada bir hesabınız var. Dışarıdan para gönderiyorsunuz. Aslında o hesaptan kupon yaparaktan harcama yapıyorsunuz. Yani aslında bir nevi Türkiye’de bu sistem bir banka gibi çalışıyor. Biz de onun üzerine uygulamayı aldık makyajladık. Aklınıza gelen bütün büyük kurumların renklerini de koyup, üstlerine de markalarını koyup bütün bankaları ziyaret etmeye başladık. Türkiye İş Bankası ikinci olarak bize inanan firma oldu. Dediler ki:” Tamam, biz sizinle çalışacağız.” 11 ay sürdü satmamız. 7 haftada ilk sürümünü teslim ettik. Türkiye’de ne satarsanız satın çok zordur.

 

 

Özellikle bu tip, kendine yerli firmalarla çalışmayı misyon edinmiş İş Bankası gibi kurumlar dışında, yerli firmalardan satın almamak da bir gurur vesilesi olduğu için yani biz en pahalısını alıyoruz, yabancıdan alıyoruz, demek Türkiye’de maalesef bir gurur vesilesi olduğu için yerli firmaların işi satışta çok zordur.

 

Biz neyse ki bunu bir şekilde Bilyoner’le, İş Bankası’yla aştık. Ürün tuttu. Sahada popülerleşti. Müşteriler memnun kaldı. Başka kurumlarla tam anlaştığımız esnada Apple Iphone’u çıkarttı. Hadi Iphone sürümü geldi. Bir anda kullanıcı sayısı arttı. Tam acaba bu iş nereye gider derken arkasından Android geldi. Üstüne Ipad geldi. Bir anda mobil endüstride bir devrim yaşandı. Biz de bu esnada o devrimin göbeğinde ve bu alanda faaliyet gösteren bir firma olduğumuz için sürekli insana yatırım yapmayı da hiç kesmediğimiz için iyi bir ekiple iyi bir rüzgar yakaladık ve oradan özellikle bankacılık alanında açık ara pazar lideri olduk.

 

Şimdi ilaç firmalarıyla, büyük Pharma firmaları ile çalışıyoruz. Aslında gelirimizin %40’ı 2013 itibariyle yurt dışından geliyor. Biz bu alanda etnik olmayan yani yurt dışındaki Türklere değil, yurt dışındaki teknoloji firmalarına yazılım ihracatı yapan Türkiye’deki az sayıdaki firmadan biri haline gelebildik.

 

Operatörler ile çalışıyor musunuz?

 

Türk operatörlerinin WAP’a yatırım yapmalarından dolayı kendileriyle bir türlü ortak bir zeminde anlaşamadık. Biz dedik ki WAP yanlış teknoloji. Siz yanlış yere para harcıyorsunuz. Harcamanız gereken yer uygulamadır. Uygulama tarafına yüklenmeniz lazım. Bu iş mühendisliktir. Böyle sadece tarayıcıya bir şeyler yaparak müşteri memnuniyeti sağlayamazsınız. Tabi bunu ufak firmalardan duymak milyar dolarlık firmaların hoşuna gitmiyor ve o sırada ana akımda herkes WAP’a yatırım yaptığı için biz o esnada öbür tarafı seçtiğimiz için diğer operatörlerle hiç anlaşmadık. İlk birkaç senede onlar WAP’ta ısrar ettiği için biz de uygulama tarafında ilerlediğimiz için onlar uygulamanın önemini fark ettiğinde bizim zaten operatörlerle çalışacak arzumuz ve motivasyonumuz kalmamıştı. Çok ihtiyacımız da kalmamıştı. O yüzden biz banka, ilaç ve ihracatla devam ettik. Operatörlerde çok iyi arkadaşlarımız var ama bir şekilde ticari olarak kendileriyle çok ciddi bir faaliyetimiz yok. Yani Pozitron’un gelirinde operatörün payı %1 yoktur diye tahmin ediyorum.

 

WAP bir altyapı mı? Bunu biraz anlatabilir misiniz?

 

İnternetteki sayısal ürünleri kullanmanın 2 metodu var. İnternette demeyelim de bilgisayar ortamındaki. Bir, bilgisayarınızı açıyorsunuz ortam neresiyse, eğer internete bağlı bir ortamsa tarayıcınızı açıyorsunuz, bir adres açıyorsunuz. Adrese girip belli bir tüketim yapıyorsunuz. Bu sizin bağlı olmanızı ve tarayıcınızın belli bir yetenekleri olmasını gerektiriyor. Bir de oyunlarda gördüğünüz gibi ya da ne bileyim Office programlarında, işletim sistemlerinde gördüğünüz gibi bilgisayarınıza ya da telefonunuza daha önceden yüklü gelen programlar var. Şimdi yüklü gelen programların avantajı daha hızlı çalışıyorlar ve daha şık oluyorlar. Yani bir adrese girip, internette oynadığınız Facebook oyunlarını düşünün mesela ne kadar basit grafikler ve basit akışları var. Bir yandan da bu meşhur futbol oyunlarını, araba yarışlarını düşünün.

Bilgisayara yüklüyorsunuz ve inanılmaz bir grafik ve inanılmaz bir derinlik var. Aslında en temel prensip bu yani siz eğer tarayıcıya giderseniz, kullanıcı deneyiminiz zayıf kalıyor. Nispeten kısıtlı ve yavaş bir uygulama sunabiliyorsunuz, deneyim sunabiliyorsunuz. Eğer cihaza özel bir kod geliştirirseniz ve cihaza programınızı yüklerseniz cihazın tüm teknik özelliklerinden tam kapasite faydalanabiliyorsunuz. Biz de baştan beri bu kadar kuvvetli cihaz piyasaya çıkıyorsa bu cihazların kapasitesinden tam faydalanacak teknolojiler muhakkak popülerleşecektir dedik. Biz o yüzden yazılıma gittik. WAP’ın bir de o zamanki dezavantajı, veri trafiği yavaş olduğu için bir siteye giriyorsunuz açılması da dakikalar sürüyor. Çok yavaş. Bir şey tıklıyorsunuz bir daha tekrar yükleniyor 3G öncesi dönemlerde. 3G, yeni telefonlar ve uygulamadaki yeteneklerin artmasıyla beraber bir anda WAP çöp oldu. Şu anda aynı şey HTML 5 için deneniyor.

 

HTML 5 yapılı uygulamalarla uğraşmayın diyorlar ama mühendislikte temel bir prensip vardır. Bir çözüm ile bütün sorunları çözemezsiniz. Bir platform ile dünyadaki bu kadar çeşit ekipmana hükmedip onlardan tam randıman almak hiçbir zaman mümkün değildir. Dolayısıyla siz rakiplerinizden ayrışmak istiyorsanız, iyi bir kullanıcı deneyimi sunmak istiyorsanız belli cihazları seçip onlara özel sistemler geliştirmeniz lazım ki siz orada rakiplerinizden ayrışabilin. Yoksa herkesin yaptığı genel geçer teknolojileri kullanırsanız herkesin ara ara kullanacağı genel geçer teknolojilere sahip olursunuz. O da sizi rakiplerinizden önce çıkartmaz.

 

Yurt dışı açılımınız, birazcık detaylarına girebilir miyiz? Pozitron yurt dışında, hangi alanlarda iş yapıyor?

 

Türkiye’de bütün firmalar ihracat yaparlar. Bildiğim kadarıyla Avusturya’dan, İran’ın doğusuna kadarki bölgede petro-kimyayı düşerseniz yani doğal kaynakları düşerseniz en çok ihracat yapan ülke. Hatta neredeyse hepsinin toplamı kadar. Bunun sebebi Türkiye’de iç pazar yok.

 

Türkiye’deki iç pazar yerli firmalarla çalışmayı sevmediği için bir Türk firmasının büyümek için önündeki tek seçenek ihracat yapmak. O yüzden dikkat edin bütün

 

İhracat, Türk firmalarının büyümesi için en önemli etken. Çünkü ihracat yapmadan maalesef iç pazarla büyüyemiyorsunuz. İç pazar nüfusa oranla çok ufak. Son kullanıcıya hızlı tüketim maddesi satmıyorsanız, özellikle teknoloji alanında çok kısıtlı bir alanımız var.

 

Dünyadaki bilişim harcamasının %98’ni ilk 7 ülke yapıyor. Kalan %2’yi %15 ülke yapıyor. Dolayısıyla biz de ufak bir pazar olduğumuz için özellikle bilişim endüstrisinde, bilişim alanında firmaların hatta birçok endüstrideki firmaların da mecburen ihracat yapması gerekiyor.

 

Çünkü siz bir ürünü yerli satın almacıya ne kadar iyi olursanız olun yabancı bir firmaya vereceği işi firmaya satamazsınız. Sizin ondan daha iyi olmanız hiçbir şekilde etken değildir.  Böyle bir handikap olduğu için de bütün Türk firmalarının büyümeleri önündeki tek engel yerli pazar. Yerli pazarım dışarısına çıktığınız anda da büyümeye başlıyorsunuz.

 

Yani bugün bizim ölçeğimizdeki – biz çok büyük bir firma değiliz, küçük bir firmayız-  bir firmanın bile Amerika’ya yazılım satması Türkiye’ye satmasından çok daha kolay gerçekleşiyor ki bu hakikaten Türk girişimcisi için, Türk iş adamı için feci bir tablo. Bunun kesinlikle tam tersinin olması lazım. Endüstrinin başa baş noktasını iç pazarla yakalaması lazım. Burada kendini geliştirdikten sonra yurt dışına açılması lazım.

 

Türkiye’de böyle olmuyor. Belli bir ölçeğe geldiğiniz anda mecbursunuz yurt dışına açılmaya. Biz de bunu 2 sene evvel yaşamaya başladık. Türkiye’de bizim hedeflediğimiz pazarda belli bir doygunluk oluştu. Zaten kalburüstü kurumların hemen hemen hepsi bizimle çalışmaya başladı. Büyümek de istiyoruz. Ne yapacağız? Aynı ürünleri çevre ülkelere satalım dedik. Baktık çevre ülkelerle çok olmuyor. Önce Ortadoğu’ya yöneldik. Ortadoğu’da bir iki başarılı satışımız ve birkaç ürünümüz piyasaya çıktıktan sonra işte kulaktan kulağa bize yeni müşteriler gelmeye başladı.

 

Ürünlerin bazı, çeşidi neydi?

 

Bizim asıl alanımız mobil bankacılık. Yani biz burada İş Bankası, Yapı Kredi, Finans Bank, ING gibi bankaların mobil bankacılık altyapılarını sağlıyoruz. Mobil bankacılık nedir? Sizin cep telefonunuzdan, mobil cihaz ya da tabletiniz üzerinden yaptığınız bankacılık işlemlerini sağlayan ön yüz ve arkadaki entegrasyonlar Pozitron tarafından yapılıyor birçok kurumda. Biz bunu Türkiye’de 10-12 tane kuruma yaptıktan sonra Ortadoğu’ya açıldık. Bir tane Suudi Arabistan’da, iki tane Katar’da, 2 tane Abu Dhabi’de bankaya bunu sağladık.

 

Daha sonra farklı bir kanal üstünden burada e-ticaretçilerle yaptığımız E-Commerce denilen yani mobil ticaret uygulamalarını da Kuzey Amerika’ya satmaya başladık. Kuzey Amerika’da da dünyanın en büyük firmalarından biri olan E-Bay ile çalışmaya başladık. O tabi inanılmaz bir tecrübe. Amerikalılar hakikaten yazılım teknolojisinde bir numaralar. Başka bir ligdeler. Onlarla iş yapıyor olmak hem sizin bilgi birikiminizi çok yukarı çekiyor hem de profesyonelliğinize katkıda bulunuyor. Oradaki genç mühendisler dünyadaki teknolojiyi özellikle alışveriş teknolojisini yönlendiren firmalardan birinde çalışmaktan dolayı çok gurur duyuyorlar ve o da onları çok motive ediyor. Dolayısıyla hep döngüler vardır. Ya kısıtlı döngüdür hep kötüye doğru gidersiniz. İyi müşterilerle, iyi kurumlarla çalışmak, partnerlik yapmak da bir nevi o döngüyü tersine çeviriyor. Pozitif bir etki oluyor. Bizde şuanda bir pozitif döngüde olduğumuzu düşünüyoruz. Motive oluyoruz. Daha iyi iş yapıyoruz. Daha iyi iş yaptıkça daha çok müşteri geliyor. Daha iyi müşteri geldikçe daha iyi mühendisler sizinle çalışmak istiyor. Daha iyi müşteri gelince ürün kalitesi de artıyor. Bu hep böyle yukarıya doğru gidiyor. İnşallah bunu önümüzdeki yıllarda da muhafaza edebileceğiz.

 

Anladığım kadarıyla dış ülkelerde Türkiye gibi önyargılı bir bakış açısı yok. Nasıl bir pazarlama süreci ile karşılaştınız?

 

Yurt dışında ön yargı yok demek tabi çok iddialı ama mesela Avrupa, Türklere karşı çok önyargılı. Tarım ve tekstil dışında teknoloji ihraç etmek hakikaten zor bir şey. Yapan az sayıda firma var ama hakikaten çok zorlandıklarını biliyoruz. Biz o yüzden Avrupa’yı pas geçtik, Amerika’ya gittik. Amerikalı iş adamları, karar vericiler, satın almacılar veya nasıl hitap edersek çok profesyoneller.

Sizin dininiz, renginiz, milliyetiniz, cinsiyetiniz hiçbir şey umurunda değil. Ürün iyi mi? Bu firma iyi mi? Fiyatı iyi mi? Benim istedikleri mi yapabilir mi? Bu dördünü sağlayabiliyorsanız veya karşınızdaki insan doğru insansa, karar vericiyse veya karar vericiye bir çember yakınındaysa şat diye satışı yapıyorsunuz. Bir toplantıda, iki toplantıda iş bitiyor. Aynı ürünü ülkemizde satmak 6-8 ay sürüyor. Onlarca kez toplantı sürüyor. Her seferinde talepler değişiyor. Böyle handikaplar var. Bir de şöyle bir ilginçlik var. Bunu çokça son dönemlerde gördük.

 

Şimdi girişimcilik tabi moda oldu. Türkiye’de bir sürü firma kuruluyor. Yurt dışında da kuruluyor. Yurt dışında kurulmuş 2 kişilik firma bugün Türkiye’ye telefon etse arzu ettiği her kurumun en tepe yöneticisinden bir telefon konuşmasıyla toplantı alır. Türkiye’de benim diyen firma aynı kurumun yöneticisinin sekreterine bile 1 ay uğraşmadan ulaşamaz. Böyle de kendi ülkemizde haksız bir rekabet ile karşı karşıyayız ama inşallah gençler bu girişimcilerle temasta olan kişiler yetiştikçe ve üst yönetimlere çıktıkça bunun da değişeceğini ümit ediyoruz. Yoksa böyle giderse Türkiye’den ihracat yapmayan hiçbir firmanın belli bir ölçeğe gelmesi mümkün olmayacak. Biz böyle içimize kapanarak zayıf ve rezalet bir ekonomi haline geleceğiz diye korkum var.

 

Farklı alanlara girmeyi düşünüyor musunuz mobil yazılım konusunda? Gelecekle ilgili projeleriniz nedir? Mesela bir örnek vermek gerekirse M2M çok konuşuluyor.

 

Şimdi biz kurulduğumuz günden beri her konuda fikir değiştirdik. Bir tek konuda fikir değiştirmedik. O da hep çalışabileceğimiz en iyi ekiple çalışalım. Dolayısıyla biz mümkün mertebe ülkemizde ki en iyi mühendisleri toplamaya çalışıyoruz. Bu ekip işine yatırım yapmanız size her zaman bir geri dönüşü oluyor; sizin eğer mühendis kadronuz, ekibiniz kuvvetliyse teknolojideki keskin virajlarda elinizdeki kadronun bilgi birikimi mevcut alanda iyi olmasına rağmen, yeni bir konu gündeme geldiğinde iyi insan gücü kendini hemen değişikliklere adapte edebiliyor. Dolayısıyla baştan beri erişebileceğimiz en iyi mühendis ekibini kurmaya çalışıyoruz.

 

Ben eskiden hep şey diyordum: “Bir gün mobilde pazarlar doyar ya da biterse biz gerekiyorsa, işte arabalar akıllanmaya başladı, evde eşyalar akıllanmaya başladı gerekirse buzdolabı cihazı bile programlarımız,  ekibin teknik yeteneği buna müsait.” diyordum ama mobilde de öyle bir hal aldı ki bence mobil devrim gerçek anlamda başlamadı bile. Biz daha filmin fragmanını izliyoruz. Önümüzdeki 5 ile 10 yılı kimse tahmin edemiyor. İşte giyilebilir teknolojiler şimdi gündemde. İnsansız hava araçları, sivil kullanım başladı. İşte cebinde telefonla yürürken cihaz arkadan onu kayda alarak takip ediyor. Bluetooth tekrar düşük enerjili iletişim teknolojisi olarak popüler olmaya başladı. Yeni bazı ekipmanlar aldık. Sizin dediğiniz gibi Machine To Machine çok dip noktada olmasa da yarı mamül seviyesinden bunları telefonlarla, mobil cihazlarla birleştirecek konularda bazı çalışmalarımız var. Bunları 2014 gibi sahaya da çıkartmaya çalışıyoruz. Uzaktan veri okuma çok ciddi bir alan.

 

Bir mühendis, bir girişimci olarak geleceğe baktığımda ben şunu görüyorum. Teknoloji hiç olmadığı kadar hızlanacak hiç olmadığı kadar yaygınlaşacak. Bu aslında çok heyecan verici bir döneme giriyoruz. Ben çocukken, benim babam inşaat yüksek mühendisiydi.

Suudi Arabistan’da, Ortadoğu’da çalışırken telefon ederdik santrale şu ülkeyi, şu kişiyi arayacağız. Yazdırırdınız. Ne demekse o? Bir gün sonra telefon çalar. Bir bakarsınız babanız ile konuşuyorsunuz ama niye o an sıra size geldi, ne oldu belli değil. Şimdi 30 senede geldiğimiz noktaya düşünün. İşte siyah-beyaz televizyon, yazdırarak arama, her yerden her an istediğiniz içeriği izlemek. Burada çok heyecanlı şeyler göreceğiz. İşte otomotiv. Geçen gün Twitter’da paylaştık. Hala yaz saati, kış saatinde arabanızın saatini kendiniz ayarlıyorsunuz. Duvardaki saati kendiniz ayarlıyorsunuz. Demek ki hala teknoloji arzu ettiğimiz kadar yaygınlaşmamış. Ne zaman ki bunların hepsi atom saati gibi bütün dünyadaki saatler aynı anda senkronize olacak, bütün dünyadaki bir şey gösteren ekipmanlar birbirine bağlı olacak o zaman teknolojide bir sonraki adım nedir diyeceğiz. Daha çok malzeme var ve biz Pozitron olarak bu tip yeni alanları sevdiğimiz için ekip de genç ve bu tip şeylere meraklı olduğu için bu tip yeni alanlarda ana işimizi sekteye uğratmayacak şekilde hep araştırma-geliştirme yapıyor olacağız ve kendimizi de zaman içerisinde bu yeni teknolojilere adapte edeceğiz.

 

Elektronik sanayinde işbirliği yaptığınız kurumlar var mı? Vestel, Arçelik gibi?

 

Henüz yok. Muhtelif dönemlerde görüştüğümüz oluyor fakat o da ülkemizin bir handikabı. Muhtemelen bizde de var. Türkiye’de pek öyle ortak iş yapmak kültürü yok yani siz kendi ölçeğinizde firmaya gittiğiniz zaman, bu iş iyiymiş bende bu işi yapayım gibi bir rekabet algısı oluşuyor. Ölçek farkı olduğu zaman sıklet farkı olduğu zaman da büyük firmalar ben bu firmaya niye iş vereceğim, ne olacak 3 tane mühendis alırım bunu içeride kendim hallederim kafa yapısında oldukları için Türkiye’den maalesef ortak başarı hikayeleri pek çıkmıyor. Bizde daha böyle bir başarı hikayesine imza atamadık ama denemelerimiz sürüyor muhtelif firmalarla.

 

Elektronik sanayi ve mobil birleşecek. Burada birkaç handikap var. Pil ömrü ve kapsama alanı. Ne zaman ki gökyüzünü gördüğünüz her yerde telefonunuz çekmeye başlayacak yani uydu üzerinden bu olacak. Global bir kapsama alanı olacak. Ne zaman ki şarj cihazınızı unutup bir aylık seyahate çıkabileceksiniz o zaman asıl bizim günümüz başlıyor olacak. O güne doğru da biz hala ara çözümlerle idare oluyor olacağız.

 

Enerji üzerinde çalışıyor musunuz?

 

Biz çalışmıyoruz ama bizim için de en büyük handikap o. Sizin ben telefonunuza arzu ettiğim şekilde çalışan bir uygulama yapamıyorum. Kafamın gerisinde bir aman pilini bitirmesin, uygulama çalıştığı zaman 5 dakikada pili biterse bir daha kullanmaz gibi endişelerimiz var. Ne zaman ki o veri trafiği, 3G, 4G gelecek daha da hızlanacak bu sistemler. Bununla beraber tabii ki tüketim de artacak. Biz bunları vasıta olarak kullandığımız için bu alanlarda bizim kendi Ar-Ge’miz yok. Tabii ki pildi, kapsama alanıydı. Tabii ki bu gelişmeler de bizi doğrudan etkiliyor. Dolayısıyla artık neyin neyi etkilediği belli olmuyor. Her şey her şeyi etkiliyor. GSM’deki en ufak bir değişiklik sizin endüstriyi bile etkiliyor. Sizin de burada kullandığınız cihaz Offline bir cihaz. Belki ileride siz bunu direkt stüdyoya basacaksınız. Orada Edit edilecek. Şak diye dijital kanallardan dağıtılacak. Bu tip teknolojiler bizim alanı ve sizin alanı heyecanlandırmaya devam edecek.

 

Diğer dünya ülkelerine kıyasla Türkiye bu alanda, bankacılıkta öncü müdür? Siz nasıl görüyorsunuz genel olarak?

 

Bankacılık ilginç bir alan. Türk bankacıları teknolojiyi seviyorlar ve Türk bankaları ana rekabet konusu olarak yenilikçiliği benimsemiş durumdalar. Yenilikçilik denince tabii ki bankacılık binlerce yıllık bir sektör. Devamlı bir şey icat edemeyeceğinize göre mevcut ürün ve servislerinizi farklı kanallardan sunmak bir yenilik göstergesi olmaya başladı. Mobilde bunun en göz önünde olan alanlarından biri. Dolayısıyla Türk bankacılık sektörü hakikaten mobil cihazlar olsun, işte bu Google’ın yeni çıkarttığı gözlük ve muhtelif markalarda bu alanda çalışıyor, saatler olsun bu tip alanlarda çok ciddi yatırımlar yapıyor. Önümüzdeki dönemde internete bağlanılabilen her cihazdan hakikaten bankacılık işlemi yapabiliyor olacağız. Birçok işlemi yapamıyor olacağız ama bankacılık üzerine televizyonlarda varlar. Google Glass’ta varlar. Telefonda zaten varlar. Bağlı buzdolapları çıkmaya başladı. Muhtemelen ona da bir şekilde bankalar girecektir diye tahmin ediyorum. Tabii bizim açımızdan iyi oldu. Biz bankacılığı seçtiğimiz için zamanında bu alanda biz de onlara yenilik götürdüğümüz için onların bu yenilik tüketme iştahı Pozitron’un büyümesine katkılı oldu. Keza şunu da sağlıyor: Türk bankası ile yaptığınız yeni prototipi gidip yurt dışındaki diğer bankalara daha geriden geldikleri için bakın biz Türkiye’de bunu yapıyoruz, böyle teknolojiler var, diyip tekrar satabiliyorsunuz.

 

Bilgisayar programları bilgisayar üzerinden yapılıyor. Platformu bilgisayar. Peki, mobilde bir yazılım bir programlama yapmak için nasıl bir platform kullanıyorsunuz? Ne gibi cihazlar var? Nasıl oluyor? Cep telefonu üzerinden mi?

 

Bütün programlama ortamı artık Desktop’lardan, Laptop’lara kayıyor. Biz de normal burada babadan kalma bilgisayarlar kullanıyoruz. Tabii ki biraz daha işlemcisi ve Ram’i kuvvetli ekipmanlar. Cihaz üreticilerinin ya da cihazların üzerinde çalışan işletim sistemi üreticilerinin yani Google’ın, Apple’ın, Nokia’nın, Microsoft’un mobil cihazlar için geliştirme yapabilecek özel ortamları var. Bunların bir kısmı bedeli mukabilinde bir kısmı bedelsiz olabiliyor. İnternetten indirebiliyorsunuz. Bilgisayarınıza kuruyorsunuz. Bilgisayar ortamlarında emülatörleri var. Bir fiil cihaza teorik olarak sahip olmanıza gerek yok tabii ki her zaman bilgisayar ortamında test ettiğiniz bir şeyi cihaza atınca teorik olarak %100 olarak çalışması lazım ama teori ile pratiğin en büyük farkı işte pratikte genelde böyle olmuyor. Bilgisayarda çalıştırıyorsunuz, test ediyorsunuz. Telefona atıyorsunuz ön görmediğiniz hatalar çıkıyor. Tekrar geri atıp, tekrar toparlıyorsunuz.

 

Mobil yazılım alanındaki uygulama çeşitlenmelerine baktığımızda Türkiye her alanda uygulama yapıyor mu? Yoksa Türkiye’nin girmediği alanlar var mı bu konuda ne düşünüyorsunuz bu konuda?

 

Valla Türkiye’de şimdi gençler çok meraklılar. Bir sürü de yeni firma kuruluyor. Teorik olarak her alanda Türkiye geliştirme yapılıyor. Sıkıntı bunun ticarileşmesinde. Yani Türkiye’de genel olarak firmaların karlılık problemi var. Karlı olmayan hiçbir işletme de maalesef kendini geleceğe taşıyamadığı için ürünlerini de geleceğe taşıyamıyor. Bu konuda emekler boşa gitmiş oluyor.

 

Türkiye’de özellikle oyun alanında altına hücum diyebileceğim yani çok iyi mühendisler, 2-3 arkadaş, hemen oyun firması kuruyorlar.

Oyun alanında çok ciddi yatırımlar var.

 

Bence olması gereken ama yeterince ilgi gösterilmeyen bizim bulunduğumuz alan var. Enterprise Software. Yani kurumlara yönelik yazılım çözümleri. Bu alanda hala çok yer var. Bu alana girilmesi gerektiği kadar girilmiyor. Oyun tabi çok zevkli. Hem geliştiriyorsunuz, hem oynuyorsunuz. Yazması da keyifli, oynaması da keyifli ama satamazsanız da çok ciddi emeğiniz boşa gitmiş oluyor. Çünkü yazılım alanındaki en zor projeler oyun projeleridir. Çok iyi grafik, çok iyi müzik, çok iyi bir senaryo, çok iyi bir programlama ekibinizin olması gerekir. Enterprise sektöründe çok iyi bir programlama ekibi, çok iyi bir Software test ekibi işinizi görür. Dolayısıyla çok dar bir ekiple kurumsal yazılımla başarılı olmak daha kolaydır. Hem işin sanatı var. Hem her iyi oyun popüler olduğu gibi, her kötü oyun başarısız da olmuyor. Bazı oyunlar bakıyorsunuz inanılmaz başarılara imza atabiliyor. Türkiye’de var böyle başarılı firmalar. Henüz bir Kuzey Avrupa gibi Amerika gibi bunu sürdürebilir hale getirmiş orta-büyük ölçekli bir oyun firması görmüyoruz ama zaman içerisinde çıkacaktır. Devlet bu konuda teşvikler veriyor. Bireysel katılım sermayesi başladı. Melek yatırımcılar teşvik edilmeye başlandı. Bu sistem tabi 1950’lerde, 60’larda Amerika’da başlayan bir kültür.

 

Bizde 2000’lerde başladığını düşünürseniz hadi biraz hızlansa bile 2020, 2025’ten evvel bu tip yeni girişimlerin hakikaten serpilip büyüyeceği bir ortamın Türkiye tam anlamıyla oturacağını beklemiyorum ama bizim firma kurduğumuz döneme göre de alınan mesafe inanılmaz. Çok ciddi bir mesafe alındı hakikaten. Şimdiki gençler biraz daha şanslı. Kaynak bulma konusunda daha şansızlar. Şimdi herkes her şeyi okuduğu için de her alanda bir anda rekabet oluşuyor. Yani 2000’lerde kurulan e-ticaret siteleri, 2000’lerde kurulan yazılım firmalarının şöyle bir avantajı vardı: Rekabet göreceli olarak daha düşüktü. Dolayısıyla hata yapma ve zaman kaybetme lüksünüz vardı. Bir bakıyorsunuz başarılı olup olmadığı belli olmayan bir girişimin bile Türkiye’de 2 ay sonra 15 tane kopyası çıkıyor. Zaten pazar da ufak. Bir de 15 kopya… Belki bir firmanın serpilip büyüyebileceği alana 15 kişi hücum edince bu sefer hiç biri başarılı olmuyor. Bir de böyle klonlama hastalığı var Türkiye’de. Diliyorum zaman içerisinde onu da aşacağız.

 

Ne zamandan beri oluyor?

 

2007-2008 herhalde. Bir anda bir furya başladı. Muteber yurt dışı dergilerinde okunan her firmanın Türkiye’de patır kütür benzerleri kurulmaya başlandı. Bu grup alma siteleri vardır Grupon benzeri sitelere. Bir ara 170’lere kadar çıktığı söyleniyor Türkiye’de. Türkiye’deki kupon pazarında görece yok ama bir yandan da 170 firma buradan pay almaya çalışıyor. Bunların hiç biri maalesef öne geçemiyor. 3 firma olsa belki bir tanesi başarılı olacak 170 tane de olunca biraz hakikaten acımasız bir rekabet oluyor. Zaten Türkiye’nin bir büyük sıkıntısı da biz duygusal insanlar olduğumuz için rekabette girişimcinin kanının son damlasına kadar devam ediyor. Yani ben bir Excel yapayım, şu hedefi tutturursam devam, tutturamazsam tamam mantığı yok.

 

Her zaman rakamları pozitife göre büküp aslında bunu da yapsam olur, bunu da yapsam olur diyerek hakikaten nefesinin kesildiği yere kadar insanlar çarpışıp rekabet ettiği için aslında bir noktadan sonra olmayacak işe yatırım yapmaya devam ediyorlar. Bir yandan da o işi oldurabilecek rakiplerinin de önüne geçmiş oluyorlar.

 

Yani Türkiye’de bir odaklanma sorunu mu var?

 

Türkiye’de odaklanma problemi niye var? Türkiye’de pazar yok. Siz odaklanıp tek bir endüstriye, tek bir ürün yapsanız bir firmaya satıyorsunuz. İkinci firma sizden almıyor. Daha önce hiç referansı olmayan bir firma biraz daha ucuz diye ona gidiyor. Türkiye’de odaklanmak eşittir batmak.

 

Siz bir alana odaklandığınız anda kendi potansiyel pazarınızı küçültüyorsunuz. Potansiyel müşteriniz de bunun farkında olduğu için sizin aleyhinize kullanıyor. Ben zaten bu endüstride 3 firmayım. Bunu bana satamazsan kime satacaksın diyor. 10 liralık ürünü 1 liraya almaya çalışıyor. Halbuki ne oluyor? Bu sefer tedarikçisini zor şartlarda çalıştırdığı için ürün kalitesinden taviz veriyor, tedarikçi. Hayatta kalmak için. Daha sonra da batıyor. Battığı zaman sizin o, 10 liralık ürünü kimse takdir ile karşılamıyor. Çöpe gidiyor. Bu sefer de garanti olsun diye gidip daha büyük firmadan 10 liralık bir ürün, 20 liraya alınıyor. Yine o kurum zarar ediyor. Bizim satın almacıların bu işi kısa vadeli düşünmeyip toplam satın alma maliyetine konsantre olup karşılarındaki tedarikçileri öldürmeyecek modellerle hareket etmeleri lazım. Zaten Türkiye’deki bence en büyük sıkıntı o. Dolayısıyla odaklanma falan mümkün değil.

 

Siz sırf bankalara bir şey sattığınız zaman piyasada 10 banka olduğu için 5 tanesi diğer 5 tanesiyle aynı tedarikçiyi prensip olarak kullanmadığı için mümkün değil. Mesela yurt dışından bir satıcı geliyor. 10 bankaya satış yapıp gidiyor. Yerli tedarikçi kesinlikle 10 bankanın 10’una da satış yapamaz. Dolayısıyla odaklanamıyorsunuz çünkü para kazanamıyorsunuz. Hadi yanına şunu da koyayım, yanına bunu da koyayım. Bir bakıyorsunuz hakikaten bu sefer kontrol edemeyeceğiniz kadar genişlemişsiniz. Bu bir handikap. Bu da kültürle alakalı bir şey. Biraz da mecburiyet ile alakalı bir şey. Bize de zamanında odaklanmanız lazım, diye söylenmişti. Biz eğer 2008-09 senesinde çok odaklansaydık biz de batardık diye ben tahmin ediyorum.

 

Ben girişimci olarak şuna inanıyorum. Türkiye’de un var, şeker var, yağ var biz helva yapamıyoruz. Teknik olarak Türkiye’deki mühendislik kalitesi, belli üniversitelerin eğitim kalitesi her alanda liderliğe oynayabilecek bilim insanları ve mühendisler yetiştirmeye uygun. Bizdeki sıkıntı bu tip deha sayılabilecek insanların destek alabilecekleri mekanizmaların, kurumların veya kişilerin olmaması. Yani bu iş hep para. Şimdi artık dünya öyle bir noktaya geldiki 80’lerden 90’lardan sonra herhangi bir alandan sonra araştırma yapmak eşittir o alanda ne kadar para harcadığınız. Şimdi bizde de gerek kamu destekleri, gerek özel sektörle yapılan işlerde kıstas “İşte önce sen parayı harca sonra parayı biz verelim.” ya da “Niye onu o kadar harcıyorsun?” diye sürekli sorgulandığı için buradan sağlıklı bir Ar-Ge ve sağlıklı bir mühendislik buluşunun çıkması da çok zor. Bu şey gibidir, kamunun ve özel sektörün bunu görmesi lazım. Belli bir parayı gözden çıkartıp, kibrit ile ateş, parayı kibrit ile yakmak gibi düşünmeleri lazım. Bunun hiç geri dönüşü olmayacak diyip sürekli çöpe atar gibi buraya atmak lazım. Ve yeterince şanslıysanız oraya harcadığınız paranın, milyonlar, milyarların içinden bir tane buluş çıkacaktır.

 

 

Belki bu buluşlardan binde biri, milyonda biri de aslında o harcadığınız bütün parayı kurtaracaktır. Türkiye’de böyle bir zihniyet yok maalesef. Ar-Ge’de bizim işimiz çok zor.

 

Türkiye’nin işi çok zor ama bir yandan da bakıyorsunuz en iyi firmalarda, en iyi üniversitelerde hakikaten temel eğitimini Türkiye’de almış çok başarılı bilim insanları var. Bunlar bir şekilde geri çağırılıp yurt dışındaki insanların tıpatıp aynısı bile değil biraz benzeri daha düşük bir profilde bile sunulsa, bu insanların çoğu gelip burada kendini gençler için ya da teknoloji için vakfedecektir. Bunun için de bence bir seferberlik edilmesi lazım.     Bu iş, böyle yapalım, kanun çıkartalım değil. En öncelikli konunun bu seçilmesi lazım. Türkiye, cari açıktan perişan oluyor. Hep okuyoruz. X otomotiv fabrikası 1 milyar dolar ihracat yaptı diye. 1 milyar dolarlık ihracat için 900 milyon dolarlık ithalat var. Dolayısıyla onun net katkısı Türkiye’ye 100 milyon dolar. O seviyeye indiğiniz zaman yani milyar dolarlık işlerden milyon dolarlara indiğiniz zaman milyon dolarlık ve sıfır yabancı katkıyla yani %100 yerli üretim ile ihracat yapan bir sürü firma var. Bunların desteklenmesi, bunların Ar-Ge’ye teşvik edilmesi lazım. Bu da ancak hakikaten devlet ve özel sektörün el ele verip biz artık imkan olan her şeyde yerli malı kullanacağız. Yerli muadilleri tercih edeceğiz. Bunu destekleyeceğiz. Türk mühendisine destek olacağız, demeleri lazım ve bunun 5-10 sene Türkiye zararını görecek. Bir sürü projede aksaklıklar yaşanacak. Bir sürü projede belki başarısızlıklar yaşanacak ama 10 sene sonra siz şakır şakır teknoloji ve bilgi ihraç etmeye başlayacaksınız. Toplam faydası tabii ki daha yüksek olacak.

 

Sizin üniversitelerle işbirliğiniz var mı?

 

Pozitron’un orada şöyle bir avantajı var. Bizim ofisimiz yani Ar-Ge ofisimiz İTÜ Teknokent bünyesinde ARITEK bünyesinde olduğu için bizim fiziki bir avantajımız var. Zaten İTÜ kampüsünün içerisindeyiz. Dolayısıyla gerek yazın stajyerler ile gerek bizim aldığımız, Türkiye’de pek bulunmayan ekipmanlarla yaptığımız Workshop’larla öğrencilerle ya da yeni mezunlarla temasımız yüksek. ARI Teknokent’in böyle programları var. Bizim üniversitede ortak projeler için hocalarla bir araya getiriyorlar. Bazı Ar-Ge projelerimizde TÜBİTAK’tan gelen hakem hocalarımız ve onların danışmanlık yaptığı projelerimiz oluyor. Biz orada avantajlıyız yani. İstanbul’da İTÜ’nün göbeğinde olduğumuz için ama fiziken başka bir lokasyonda olsak bunu bu kadar yapabilir miyiz? Emin değilim.

 

Bir de şöyle bir sıkıntı var. Türkiye’de binlerce KOBİ yetkin insana hasret. Binlerce yetkin insan da eve oturuyor. Bir şekilde buna çaresizce ihtiyaç duyan patronlarla, bir şekilde evde boş oturan gitse o KOBİ’de, büyük bir firmada başarılı olamayacak ya da hakikaten sistemi oturmuş bir firmada çok katkısı olamayacak ama çok temel konularda hata yapan fakat iyi endüstriler seçmiş KOBİ’ler var. Bir endüstri mühendisi, bir düzgün bilgisayar mühendisi koysanız firma belki 5 kat 10 kat bir anda büyüyecek. Hani bir pazar kurulsa Yemeksepeti’nin Mühendissepeti gibi Kobiler girse, şu alanlarda sıkıntımız var. Mühendisler de girse biz şunu şöyle çözeriz diye. Böyle sistemler belki ileride başlayacaktır. O zaman da hakikaten Türk sanayine çok ciddi katkısı olacaktır. Burada bizim en büyük sıkıntımız arz ve talep hiçbir zaman birbirini bulmuyor. Muazzam bir arzı var iyi üniversitelerden. Ziraat mühendisi mesela. Benim bildiğim ihtiyacın 3 katı ziraat mühendisi çıkıyor Türkiye’de ama ihtiyacın yarısı kadar bilgisayar mühendisi çıkmıyor. Bunların biraz da planlanması lazım…

 

Peki Fatih Bey, teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı? 

 

Hayır, çok teşekkür ediyorum.

 

Söyleşi Tarihi : 3 Şubat 2014

Read More
Prof. Dr. Ahmet Oral Söyleşisi

ahmet oral

“Müşterilerimiz dünyada tanınmış üniversiteler. Dünyanın en iyi ilk 10 üniversitesinden 3 müşterimiz var. Oxford, Harvard, MIT, İlk 100 üniversiteden 15 tane üniversitemiz var. Genelde Türkiye’den bütün üniversitelerden beyin ihraç edilir. Biz burada Türk bilim insanları olarak ürünleri geliştirip onlara yüksek teknoloji ürünü satan bir şirketiz. Sadece optik mikroskop pazarı dünyada 1-2 milyar dolar cirosu olan bir pazar. Çok küçük bir kısmı atomik kuvvet mikroskobuna ayrılmış durumda. Ortalama iyi kaliteli bir mikroskobun fiyatı 15-20 bin dolar civarında. Biz optik mikroskop alabilecek insanlara, atomik kuvvet mikroskobu satabilmeyi umuyoruz. Bunlardan sadece %2’sini böyle satarsak yıllık hedefimizi gerçekleştirmiş bulunacağız.

1987 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra yeni kurulmuş olan Bilkent Üniversitesi’nde master ve doktora çalışmalarıma devam ettim. 1994 yılında doktoramı bitirdim. Master ve doktora çalışmalarım sırasında o zamanlar yeni Nobel Ödülü almış olan taramalı tünelleme mikroskoplarını ve çeşitlerini Türkiye’de imal ettim. Bunlarla değişik bilimsel araştırmalar yaptım. 94 yılında İngiltere’de, doktora sonrası çalışmalarımı yürütüp, 2,5 yılda Oxford Üniversitesi’nde çalıştım. Oxford Üniversitesi’nde çalışırken son 1 yılda Nano Magnetics Instruments şirketini kurdum. İlk ürünümüzü Japonya’da bir üniversiteye, İngiltere de imal edip, teslim ettik. 1999 yılında Türkiye’ye döndüm. Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak işe başladım. 2008′e kadar Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştım. Daha sonra Sabancı Üniversitesi’ne geçtim. Sonra 5 yıl Sabancı Üniversitesi’nde çalıştım. Şimdi kendi şirketimi yönetiyorum ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulunuyorum.

 

Peki kendi şirketiniz nasıl kuruldu? Neler yapıyor?

 

Bu şirket aslında tamamen şans eseri kuruldu. Bir gün Oxford’da laboratuvarda çalışırken birisi aradı: “Sizin yaptığınız işleri duydum, ilgimi çekti. Ben Japonya’da çalışan Britanyalı bir fizikçiyim. Japonya’da böyle bir ürüne ihtiyacım var.

Bize bir prototip yapar mısınız?” dedi. Buyurun gelin konuşalım, dedim. Daha önce İngiltere’de üniversitedeki laboratuvarı, bu işleri ilk yaptığımız laboratuvarı gezdiler. Yaklaşık 6 ay kadar konuştuk. Daha sonra onun danışmanlık yaptığı şirket bu işten vazgeçti. Ama bu arkadaş aslında Japonya’da profesördü. O bu projeyi çok ilginç bulduğundan kendisi bir fon buldu ve öyle bir prototip yaptık. Danışmanlık yaptığı şirket aracılığıyla bu hocaya sattık diyebilirim.

 

Daha sonra Türkiye’ye döndükten sonra hoca ile beraber bir sürü yayın yaptık. Bizim geliştirdiğimiz cihazlarla bir sürü bilimsel çalışma yaptık. 1999 yılında Türkiye’ye dönmüştüm. Genelde bu tip şeylerde ilk ürünü satmak önemli bir aşama. Daha sonra ne olacağı da önemli bir şey. Yani ilk ürünü yaptınız, sattınız daha sonra ikincisini satabilecek misiniz? Üçüncüsünü satabilecek misiniz? Ondan sonra ne olacak? Hepsi belirsiz  şeyler. Bir yandan kendi laboratuvarımı kurmaya çalışıyorum Bilkent Fizik’te. Tabii o zamanlar bilimsel araştırma fonları çok kısıtlıydı. Bazı cihazları hep kendim yapar durumda olduğum için benim de ihtiyacım olan cihazları küçük bütçelerle yapmaya başladım. Türkiye’de de bu şirketin devamını kurdum.

 

Ankara’da, 99 yılı aralık ayında, Nanomanyetik Bilimsel Cihazlar şirketini, ODTÜ Teknoloji Geliştirme Merkezi’nde kurduk. O zamanlar çalışan kimse yoktu. Her şeyi ben yapıyordum boş zamanlarımda. İlk ürünü de yine aynı şekilde, doktora sonrası çalışmalarımı yaparken işimi aksatmadan yaptım. Sabah 9′dan akşam 6′ya kadar üniversitede çalışıyordum. Ondan sonra gelip yemeğimi yiyip akşam 9′dan gece 03′e, 04′e kadar çalışıyordum. Yaklaşık 6 ay bu şekilde devam etti. Tabii çok yorucu bir süreçti. İlk ürünü satıp, teslim edip, çalıştığını gösterdikten sonra başka bir ürün satabilir miyim diye araştırmalara devam ettim. Daha sonra yine işbirliği yaptığımız Japon şirketi benzer mikroskobun düşük sıcaklıklarda çalışan versiyonunu yapmamızı istedi. Kyoto Üniversitesi’ne geliştirdik. Orada ilk elemanımızı işe aldık. Kendisi hala bizimle çalışıyor. Bu şekilde başladık.

 

 

Şirketinizde kaç kişi çalışıyor?

 

Şu an itibariyle bizimle 23 kişi tam zamanlı çalışıyor. Üç tane doktoralı elemanımız var. Bir tane yabancı elemanımız var. Hindistan doktoralı fizikçiyi işe aldık ve kendisi sekiz aydır bizimle çalışıyor. Amerika’da bir ofisimiz var. Bir tane satış elemanımız Amerika’da çalışıyor. Ayrıca Amerika’da bir distribütörümüz var. Brezilya’da, Meksika’da, Almanya’da, Japonya’da, Hindistan’da, Çin’de distribütörlerimiz var. Bizi temsil eden şirketler var. Bizim yaptığımız atomik kuvvetli mikroskopları, oda sıcaklığında çalışanları, düşük sıcaklıkta çalışanlarını hatta 20 milli kelvine kadar mutlak 0 derecesini 20 milli kelvin üzerinde çalışanlarını bile burada Türk fizikçileri, kimyacıları ve mühendisleri ile beraber yapıyoruz.

 

Müşterilerimiz dünyada tanınmış üniversiteler. Dünyanın en iyi ilk 10 üniversiteden 3 müşterimiz var. Oxford, Harvard, MIT bunlar müşterilerimiz. İlk 100 üniversiteden 15 tane üniversitemiz var. Genelde Türkiye’den bütün üniversitelerden beyin ihraç edilir. Biz burada Türk bilim insanları olarak ürünleri geliştirip onlara yüksek teknoloji ürünü satan bir şirketiz.

 

 

Türkiye’de hep derler ya getirirler, montajını yaparlar, ürün olarak sunarlar. Kimsenin yapmaya cesaret etmediği böyle bir şeyi yapmaya nasıl cesaret ettiniz?

 

Biraz şartlar gerektirdi. Belki de bu tip işlerde şansım müşteriydi.

 

İki model var, ya bir müşteri buluyorsunuz, ön ödeme alıyorsunuz ve onunla şirketinizi büyütüyorsunuz ya da ilginç bir fikriniz oluyor ve size inanan bir sermaye sahibi buluyorsunuz. Yaptığınız ürünün iyi bir şey olabileceğini, ürünün satacağını düşünen. O size yatırım yapıyor. Hep böyle değişik bir şeyler yapmak istiyordum. O yüzden bu Japonya’dan gelen teklif ve bir prototip yapma sayesinde başladık. Yani ilk ürünü yapıp ortaya çıkarmak önemli bir aşama ama ondan sonraki aşamalar da en az onun kadar sancılı ve zor. Herhalde kısmen şans. Aslında daha çok şans ama o şansları iyi değerlendirdik. Belki daha da büyüyebilirdik ama Türkiye’de bazı şeyleri istediğiniz hızda yapamıyorsunuz. Sizi sınırlayan dış faktörler var. İş yaptırabileceğiniz başka alt yükleniciler ya da servis aldığınız atölyeler olsun, tasarımcılar olsun uygun bir çanta bile bulamıyorsunuz. Son olarak basit, kolay kullanılabilir, ucuz atomik kuvvet mikroskobu geliştirdik. Onun içine cımbızını, numuneleri koyacağımız düzgün plastik kutuları bulamadık Türkiye’de. Onu koyacağımız büyük, korumalı çantayı bulamadık. Bunların hepsi size enerji ve zaman kaybettiriyor.

 

Şu anda yan sanayiye ihtiyaç mı var?

 

Yan sanayiye mutlaka ihtiyacımız oluyor. Başlarda biz hep dışarıya iş yaptırıyorduk. Özellikle mekanik aksam için ama hem yavaş oluyordu hem de kaliteyi istediğimiz gibi tutturamıyorduk. Kaliteyi tuttursak bile fiyat her gittiğimizde %30 artıyordu. Böyle çok basit parçalar düzgün işlenmiyordu. Can suyu kredisiyle 2008′deki kriz sayesinde bir atölye açtık. Hemen hemen bütün mekanik parçalarımızı kendimiz imal etmek durumundayız. Şu an zaten belli bir hacme geldiğimiz için kendi kendini aşağı yukarı amorti ediyor ama hala çok masraflı. Yine de biz kaliteden ve yapabileceğimiz işlerden taviz vermemek için masrafı karşılıyoruz.

 

Çok hızlı prototip çıkartıp imal edip göndermemiz gerekiyordu. O yüzden servis alamadığımız şeyleri bazen kurmak zorunda kalıyoruz. En son bu yaptığımız üründe boyama sorun oldu. Eloksal kaplama sorun oldu. Bu tip şeylerde çok ciddi sorunlar yaşıyoruz.

 

Peki, Ahmet Bey mikroskobunuz hangi alanlarda kullanılıyor? Onlardan bahsedebilir misiniz?

 

Mikroskoplarımızı daha çok fizik, kimya malzeme bölümlerine sunuyoruz. Çok geniş bir kullanım alanı var. Bizim satışlarımız ağırlıkla üniversiteler, araştırma merkezleri ve yüksek teknoloji şirketlerine. Şu ara endüstriye de bunu sağlamaya başladık. En yeni müşterimiz Microsoft Türkiye.

 

Genelde bir atomik kuvvet mikroskobu 70.000 dolar ile 1 milyon dolara kadar çıkan çeşitlerde ama ortalama fiyat 100.000 dolar civarında diyebiliriz. Bizim o seviyede mikroskoplarımız var ama piyasada bir sürü üretici olduğu, biz dezavantajlı olduğumuz için Türkiye gibi bir yerden bunu yaptığımız için farklı bir açılıma yöneldik. Bu çok basit, kolay kullanılabilir çok ucuz mikroskobu yapalım dedik.

Kullanması çok basit, çok kolay. Küçük bir çanta içine koyuyoruz. Elinizde bile taşıyıp, kullanabiliyorsunuz. Bunu 15.000 dolara satmaya başladık. Satışlarımız fena gitmiyor ama bizim hedefimiz yılda 300 ile 1000 civarında satmak. Bu ürünle daha da büyük bir şirket olmayı hedefliyoruz. Diğer ürünlerimizi ve diğer mikroskoplarımızı geri plana atmadan tabii. Bu atomik kuvvet mikroskobu bir yüzey analizi için yeni bir çığır olacak.

 

Sadece optik mikroskop pazarı dünyada 1-2 milyar dolar cirosu olan bir pazar. Çok küçük bir kısmı atomik kuvvet mikroskobuna ayrılmış durumda. Ortalama iyi kaliteli bir mikroskobun fiyatı 15-20 bin dolar civarında. Biz optik mikroskop alabilecek insanlara, atomik kuvvet mikroskobu satabilmeyi umuyoruz. Bunlardan sadece %2’sini böyle satarsak yıllık hedefimizi gerçekleştirmiş bulunacağız.

 

Peki ürettiğiniz mikroskoplar içerisindeki elektronik ve yazılım payından bahsedebilir misiniz?

 

Aslında bu mikroskoplar için hepsi gerekiyor. Hem elektronik, hem yazılım. Çok ciddi bir optik aksam ve mekanik aksam gerekiyor. Aslında bütün bilim dallarının ve mühendislik dallarının içerisinde olan çok iyi bir mekanik tasarımınızın ve iyi bir optik tasarımınızın olması lazım. Biz bu mikroskobun içine çok kaliteli bir optik mikroskop bile yerleştirdik. Yaklaşık olarak 1,5 -2 mikrometre çözünürlüğü var. Odak ayarını da elektronik olarak yapıyoruz ve çok ucuz bir şekilde üretiyoruz. Elektronik ve yazılım ayrılmaz bir parçası tabii ama bunu bir kuş gibi düşünün. 4 kanatlı bir kuş gibi düşünün ya da çok kanatlı kelebek gibi. Bir kanadı olmazsa kelebek düzgün uçamayacak.

 

Yani optik kısmı var, mekanik kısmı var, elektronik var ve yazılım var. Bunların hepsini düzgün bir şekilde yapmanız lazım ve birbirleriyle çok uyum içerisinde çalışmaları gerekiyor.

 

Genelde böyle çok parçalı olduğunda herhangi bir yer çalışmadığında hiç kimse sorunu üstlenmiyor. İşte ya yazılımdadır deniyor, ya elektroniktedir deniyor ya mekaniktedir deniyor. Genelde bir problem olunca kimse üstüne almak istemiyor. En sonunda kafa kafaya verip sorunları aşıyoruz. Zaten artık yazılımsız hiçbir şey çalışmıyor. Bütün cep telefonları, buzdolabı da alsanız, çamaşır makinesi de alsanız içinde mutlaka gömülü bir yazılım var. Elektronik ayrılmaz bir parça.

 

Bilime ve teknolojiye, özellikle bilime daha çok yatırım yapmamız gerekiyor. Şu ara TUBİTAK ve diğer kuruluşlar çok fazla araştırma desteği veriyorlar ama burada ki bilimsel yani temel bilime ayrılan pay biraz azalıyor. Ve tamamıyla biraz daha geri plana itiliyor. Hem bir bilim adamı hem de bir girişimci olarak bunu bir tehlike olarak seziyorum. Piyasada başarılı olmak için kimsenin yapmadığı bir işi yapmanız lazım, bir yenilik sunmanız lazım. Bizim de 15 yıla ulaşabilmemizin nedeni şirket olarak çok küçük bir pazarda, uzun yıllar kimsenin yapmadığı bir işi yapmış olmamızdı. Sonra yavaş yavaş pazarı büyüttük. Kısmen de başarılı olduk çünkü rakiplerimizden bir tanesi bu ürünü taklit edip yapmaya başladı. Hala pazar çok küçük ama bu arada biz ürün çeşitliliğine gittik. Başka ürünler de geliştirdik. Atmosferde çalışan atomik kuvvet mikroskopları yaptık.  Mutlaka ürün çeşitliliğine gitmeniz gerekti. Bunları yapmasaydık sanırım bu büyüklükte kalamazdık.

 

Ahmet Bey, siz nano teknoloji alanında çalışan bir şirketsiniz, diyebilir miyiz?

 

Bizim asıl çalışma alanımız nano teknoloji. Aslında çok genel konuştuk. Mikroskoplar ne yapar? Mikroskoplar bir gramofon gibi çalışıyor. Bir pikap gibi çalışıyor. Artık pikaplar da kalmadı. Çok sivri bir iğne var. Bu sivri iğneyi yüzeye yaklaştırıyorsunuz.

İğneyle kuvvetler arasındaki kuvvetleri ölçerek, yüzeye çok hafif değdirerek hatta bazen değdirmeden, yüzeyi hissederek yüzeyi tarıyorsunuz.

 

Yüzeyin kalitesini nanometre seviyesinde, bazı durumlarda atomik seviyede bile çıkartabiliyorsunuz. Bizim yaptığımız mikroskoplar yüzeyleri nanometre seviyesinde karakterize etmemizi sağlar. Ayrıca bu iğneyi değiştirerek ya da ucundaki sensörü değiştirerek yüzeyin manyetik alan haritasını çıkartabiliyorsunuz. Manyetik alan şiddetini direkt olarak ölçebiliyorsunuz.

 

Bizim yaptığımız ilk özgün ürün, yüzeyin manyetik alan şiddetini direkt olarak ölçebilen bir mikroskoptu. Uzun yıllar bunu kimse ticari olarak yapmadı. Şimdi Almanya’da bir rakibimiz var. Onlar bunu satmaya başladılar ama biz bu konuda hala dünyada en iyi olan şirketiz. Fakat pazar küçük. Büyümek için diğer ürünlere geçtik. Türkiye’deki atomik kuvvet mikroskobu pazarının yaklaşık olarak %40′ı bizim ürünlerimizden oluşuyor. En büyük oyuncu biziz.

 

Ülkeye bir başka katkımız da, bizim üretici olarak çok iyi servis vermemiz. Türkiye’de üretici olduğumuz için rekabet sağlayabilmemiz için Türkiye’deki bizi tercih etmeyen bilim insanları da çok daha uygun fiyatlarla mikroskop satın almaya başladılar. Biz pazarda yokken fiyatlar çok daha uçuktu. Şimdi daha makul fiyatlar var.

 

Peki yazılım burada nerede devreye giriyor?

 

Yazılım işin her yerinde, hatta mekanik tasarımda da yazılım var. Yazılımı 3 boyutlu tasarlama ve analiz programlarını kullanarak yapıyoruz ki tasarımı hızlı yapalım. Bir de prototip aşamasını hızlı geçelim. Bir ya da iki prototiple geçelim istiyoruz. Genelde beşi buluyoruz ama bu yazılımları kullanmazsak belki de on olacak. Biz aşağı yukarı her ürünümüzde beş kere prototip yapmış oluyoruz. Elektronik aksamları genellikle 2-3 prototiple yapıyoruz. Veriyi toplarken de ciddi bir yazılım var. Yazılım veriyi toplayıp önce saklıyor. Saklarken aynı zamanda bilgisayar ekranında gösteriyor. Veriyi topladıktan sonra değişik işlemler yapıp onu daha filtreliyorsunuz, gürültüden arındırıyorsunuz. Birçok işlem var. Bunları yapan yazılımın hepsini de biz yapıyoruz.

 

 

Son 2-3 yılda nano teknoloji çok konuşulan bir alan oldu. Şu anda nano teknolojinin durumunu genel olarak nasıl görüyorsunuz?

 

Nano teknoloji, temel bilimde ve mühendislikte gelinen noktanın, “Biz boyutları çok küçültmüşüz farklı şeyler var.” diye farkına varılmanın durumu.  Aslında çok fazla yeni bir şey yok. Boyutlar küçüldükçe yeni etkiler ortaya çıkıyor. Bir kısmının doğru ve değişik bilim dallarında ve endüstrilerde ciddi etkisi görünmeye başlandı.

 

Türkiye’de nano teknoloji yurt dışı ile bağlantılı olarak çok önemsenmeye başlandı. Değişik merkezler kuruldu. İlginç şeyler olacak. Tabii nano dünyayı görünür kılan mikroskopların ve tekniklerin başında da, bizim de imal ettiğimiz bu atomik kuvvet mikroskopları ve taramalı uç mikroskopları denen aile geliyor.

 

Önümüzdeki yıllarda bunun nereye gideceğini göreceğiz. Nano teknoloji ismi çok popüler olduğu için reklam amaçlı da kullanılıyor. İsminde nano olan şirket sayısı 2 yıl önce 60 civarıydı. 3-4 tanesi dışında o şirketler nano teknoloji ile ilgili bir şey yapmıyor.

 

Peki, gençlere bilim ve teknolojide girişimcilik önerir misiniz?

Mutlaka öneririm ama bir; kimsenin yapmadığı bir şeyi yapsınlar. Türkiye’de taklitçilik çok fazla. Bu değişik işlere, inovasyon ve teşvik programlar var. Yarışmalar var. Türk Twitter’ı, Türk Facebook’u gibi şeyler. Gençlerin kimsenin yapmadığı ilginç şeylere yönelmesi lazım.

 

Temel bilimlerde çok ciddi bir atılım imkanı var. Kısmi olarak sosyal baskılar yüzünden Türkiye’de çok fazla desteklenmiyor. Gençler iş bulamayacağım, parasız kalacağım diye mühendisliği tercih ediyor.

 

Ancak bizim başarılı olabilmemiz için, kimsenin yapmadığı yeni şeyleri yapmamız lazım. Başkalarından farklı şeyler yapmamız lazım. Girişimcilik, ilginç. Ben 15 yıldır bu işin içindeyim. Geriye dönüp bakıyorum, çok fazla şey öğrendim ama çok da fazla çalıştım. Pişman mısınız derseniz, hayır ben çok zevk aldım. Çok eğlenceli bir iş.

 

Bazen günde 18 – 20 saat çalışmanız, bazen uyumadan çalışmanız gerekiyor. Zaten çalışma ile elde ettiğiniz sonuç lineer değil üstel olarak gider. Yani logaritmik.

 

Ailelerin tutumuna baktığımızda dediğiniz gibi iyi öğrencilerin aileleri genelde büyük şirketlere girmesini teşvik ediyor diye biliyoruz.

 

Girişimcilik Türkiye’de halen lafla teşvik ediliyor. Türkiye’de girişimciliğin ciddi bir teşviki yok. Yani verilen teşvikler ya da verilen girişimciliği özendiren meslekler de eskiye göre daha iyi ama yurt dışındaki Amerika’daki, Almanya’daki gibi ya da Hollanda’daki gibi rahat değil. Oralarda bizim gibi benzer işler yapmaya çalışan genç bilim insanlarına verilen destek “Al oğlum, bu parayla istediğini yap diyorlar.” diyebilecek kadar yüreklendirici. Türkiye’de gençler öncelikle yabancı şirketlerde çalışmak istiyorlar. İsmi büyük şirketlerde çalışmak istiyorlar ama ismi büyük şirketlerin çoğu kurumsal değil. Tabii bu hem girişimcilik için ciddi bir sorun, hem bizim gibi küçük şirketler için de bir sorun. Bir de böyle aykırı gençler bu tip şirketlerde çok mutlu olmuyorlar. Oralar genelde çok rutin, çok katı bürokrasisi olan, işlerin çok ağır ilerlediği yerler aslında.

 

Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı Ahmet Bey?

 

Biz 2013 Mayıs ayında 15.yılımızı kutladık. Geçmişe dönüp baktığımda bu 15 yıl çok eğlenceli geçti. Ben bunları yaptığım için çok mutluyum. Şu an 23 kişi çalışıyor. Onlara istihdam sağlıyoruz. Tabi bu arkadaşlarımın hepsi çok yetenekli kişiler. Biz olmasak da benzer işler yapıyor olacaklardı. Türkiye’de genç arkadaşlarla, pek yapılmayan bir şeyi yaparak burada imal ettiğimiz yüksek teknoloji ürünü cihazları, çok zor rekabet şartları altında, yurt dışına satabilmek ve bunların en iyi üniversitelerde, en iyi laboratuvarlarda olduğunu görmek benim için en büyük gurur kaynağı. Bunların da temelinde benim master ve doktorada yaptığım çalışmalar var. O sırada bütün ayrıntılarını öğrenip yapmasaydım bu seviyeye gelemezdik diye düşünüyorum. Tabii o araştırmaları fonlayan TUBİTAK, çok küçük fonlar harcamışlardı.

 

TÜBİTAK’tan aldığımız para sanırım 35.000 dolar mertebesinde bir paraydı. Yani temel bilimlere, 1992 yılında yapılan 35.000 dolarlık bir yatırım, şu an 23 kişiye istihdam sağlıyor. Bence temel bilimlere çok daha fazla destek verilmeli.

 

 

Söyleşi Tarihi : 17 Şubat 2014

 

Read More
Arnold Hornfeld Söyleşisi

Arnold Hornfeld SIEMENS ESKİ GENEL MÜDÜRÜ

ARNOLD HORNFELD    

SIEMENS TÜRKİYE ESKİ GENEL MÜDÜRÜ

 

Biraz kendinizi tanıtır mısınız?

1949 yılında İzmir Atatürk Lisesinden mezun olduktan sonra İstanbul’a gelerek İstanbul Teknik Üniversitesine kaydolduğumda bu kararımın istikbalde yaşadığım gelişmeler üzerinde ne kadar etkili olacağını tahmin etmem mümkün değildi. Hayatımı şekillendiren bir husus da Elektrik Fakültesini seçmem oldu. O tarihlerde en gözde fakülte İnşaat Fakültesiydi, çünkü inşaat mühendisi olarak derhal iş bulma imkanı mevcuttu.  Mezuniyet derecemin, İnşaat Fakültesine kaydolmak için gereğinden iyi olmasına rağmen elektrik fakültesini de bilahare o zamanki tabiriyle “Zayıf Akım Bölümünü”, yani bugünkü “Elektronik Mühendisliğini” tercih etmem bütün çalışma hayatımı etkileyen bir karar olmuştur.

O tarihlerde İnşaat ve Mimarlık Fakültelerindeki sınıflarda yüzlerce kişi okurken bilhassa seçtiğim bölümdeki mevcudumuz 10-20 arasında değişiyordu. Bunun başlıca sebeplerinden biri de Türkiye’de PTT ve Elektrik İdarelerinden başka bir yerde iş bulmanın mümkün olmamasıydı. Memleketin telefon sistemleri gelişmemişti; hem sayı hem kalite bakımından büyük sorunlar vardı. Şehirlerarası konuşmalar normal, acele, yıldırım gibi muhtelif tarifelerde yapılıyor ve icabında konuşmak için saatlerce beklemek gerekiyordu. Memleketin döviz sıkıntısı yüzünden PTT dışındaki PABX santrallar demir perde gerisi memleketlerden ithal ediliyordu. Bahsettiğim şartlar altında 1954 yılında mezuniyetimde hocam Prof. Dr. Bedri Karafakıoğlu’na nerede çalışabileceğimi sorduğumda “Almanca biliyorsun. Karaköy’de Siemens firması var. Oraya bir müraacat et bakalım” demesiyle Siemens’in o tarihteki Türkiye temsilcisi Türkeli A.Ş.’de işe başladım. Siemens mümesilliği yanında elektrik tesisatları ve asansör mevzularında çalışmaktaydım. Tabii o tarihlerde bu şirkette ve 1958 senesinde Siemens’in % 51 ve Koç Holding’in % 49 ortaklığıyla kurulan Simko A.Ş.’de 48 sene her kademesinde çalışarak memleketimizin gerek enerji gerekse de muhabere ve elektronik sahalarında yaptığı büyük hamleleri tahmin etmem mümkün değildi.

 

Peki bir şey soracağım Arnold Bey. Mesela 50’li yıllarda ben şunlara rast geliyorum: İlk radyo fabrikaları kurulmuş, 1956’da Philips Levent’te bir radyo fabrikası kurmuş. Hiç oralara girmeyi düşündünüz mü? Siz telekomünikasyon ağırlıklı mıydınız?

Siemens’e girdikten sonra başka bir yere gitmeyi düşünmedim.  Türkiye’deki şirketi enerji ve telefon sahalarında tesisat işleri yapmaktaydı, mesela bu meyanda TBMM projesinin takibi bana verilmişti.

Sık sık Ankara’ya gidiyordum ve Meclisin komplike olan elektrik tesisatının mesuliyetini üstlenmiştim. Bu arada Makine Kimya’nın Kırıkkale ve Amerikalıların Türkiye’de yapılan tesislerinin projeleri genç bir mühendis için enteresan işler oluşturuyordu.

Bu vesileyle Siemens’ten gelen mütehassıslarla yapılan işbirliği benim genç bir mühendis olarak ufkumu genişletiyordu. Aynı zamanda PTT ile ve NATO Enfrastrüktür Daireleri ile muhtelif mevzularda projeleri de takip ediyorduk. Bu işlerin hacmi gittikçe arttıkça 1958 yılında Ankara’ya tayin edildim ve yine 1958’de kurulan Simko A.Ş.’nin elemanı olarak Simko’nun Ankara Bürosunu kurdum ve 1964 yılına kadar Ankara’da kaldım. O tarihlerde Türkiye’de, bilhassa Adana ve Kayseri’de kurulan bir çok tekstil fabrikası, Türkiye’nin her tarafında başlayan çimento ve şeker fabrikaları yatırımları, Ereğli Demir Çelik ve Karabük tesisleri, Makine Kimya’nın Kırıkkale’deki fabrikaları Türkiye’de bugüne kadar çok büyük inkişaf gösteren sanayinin başlangıcı oldu.

Görüldüğü gibi o tarihlerde yatırımların ağırlık merkezini sanayi sektöründeki yeni yatırımlar, Amerikan yardımı ile kurulan askeri tesisler teşkil ediyordu. Philips’in radyo imalatı, General Electrik’in ampul imalatı gibi yatırımlar büyük istihdam sağlayacak çapta değildi.

 

PTT Arla, Netaş Türkiye’deki Türk Telekomünikasyon, yerli telekomünikasyon sanayiinin kurulmasında iki bacak olarak kabul ediliyor. Tabii burada Siemens de Ericson da faaliyet gösterdi ciddi bir şekilde. Ayrıca bir de Türk Telefon diye bir şirket var Arnold Bey. Galiba ilk İskra’nın. İskra dediğiniz şirketin temsilcileri. Bu şirketin fabrikası var mıydı? Bu sadece temsilci olarak mı kaldı, sonradan fabrika kurdu mu? Bu şirket hakkında malumatınız var mı?

İskra’nın Türkiye’de fabrikası yoktu. Ancak o tarihlerde demir perde gerisi memleketlerle yapılan ikili anlaşmalar çerçevesinde ihraç edilen mal karşılığında elektrik ve elektronik malzeme getiriliyordu. Siemens’le yapılacak ithalat döviz bazında olduğundan ve genelde demir perde arkası memleketlerin sanayi ürünleri daha ucuz olduğundan ancak kalite farkıyla ve daha bilinçli müşterilere satış imkanı oluyordu. Bu rekabeti uzun seneler yaşadık. Türkiye’nin daha ileri senelerde ithalat ve ihracatının normalleşmesiyle bu durum ortadan kalktı ve İskra gibi firmalar da piyasadan kayboldu.

 

60’lı yıllardan mı bahsediyorsunuz?

Yukarıda bahsettiğim durum esasında 80’li yıllara kadar sürmüştür. PTT’nin Netaş’la yaptığı uzun vadeli anlaşmalar dolayısıyla bizim şehir telefon santralleri imalatına girmemiz de ancak yeni ihalelerin açılması ve Türkiye’de telekomünikasyon sahasına yatırımların artmasıyla mümkün olmuştur. Biz de Kartal’daki fabrikamızda büyük çapta büro ve şebeke santralları imalatına girerek Teletaş ve Netaş şirketleriyle beraber yerli sanayiin bu sahada gelişmesine katkıda bulunduk. Diğer taraftan Mudanya’da kurduğumuz Türk Siemens Kablo Fabrikası ile Türkiye’de ilk defa dünya standartlarında kablo imal ederek modern şebekelerin yapılmasına önderlik ettik.

 

60’lı, 70’li yıllarda Siemens’in Türkiye’de ana faaliyet alanları nelerdi Arnold Bey?

Ana faaliyet alanımız enerjiydi.

Mesela 1954 yılında ilk işim Hilton Oteli’nin elektrik projesiydi. İstanbul Hilton Oteli bugüne kadar bu tesisatı mükemmelen kullanmaktadır. İkinci büyük işim Ankara TBMM binasının projesiydi. 1962 yılı sonuna kadar bu projeyle meşgul oldum.

Fakat bu arada 1957 yılında Ankara’ya tayinimle bütün Kırıkkale Mühimmat Fabrikaları, Ankara Fişek Fabrikası, NATO Tesisleri ve başta belirttiğim gibi yeni kurulan tekstil, çimento ve şeker fabrikaları gibi sanayi tesisleri ve Anadolu’daki şehir şebekeleri ve filizlenmeye başlayan telekomünikasyon projeleri ana faaliyet sahalarımızı teşkil etmeye başladı. Bu arada Siemens’in ihalelerini aldığı Seyhan, Almus, Keban gibi barajların elektrik santralleri de mühim projelerdi.

Fakat Siemens’in 60’lı ve 70’li yıllarda yukarıda bahsettiğim projeler gibi faaliyetler dışında Türkiye’de elektrik sanayiini kurmaya başlaması bu yıllardaki en mühim katkımız olmuştur. Kartal’da bilhassa elektrik şalt malzemeleri, telefon cihazları, PABX büro santralleri, sokak aydınlatma armatürleri ve daha birçok ilklerin imalatının hızla gelişmesi meyanında Mudanya’da kurulan ve bugün dünyada en mühim kablo fabrikalarından biri haline gelen Türk Siemens Kablo Fabrikasının kurulmasıyla gerek telekomünikasyon ve gerekse de enerji sahasında hızla imalatımızı büyüterek çok büyük bir ithalat tasarrufu sağlanmıştır. Nitekim 1960 başlarında yapılan bu yatırımlar Türkiye’de bir çok firmanın bu sahada yatırım yapmasına, standartlarımızın dünya standartları seviyesine gelmesine ve memleketimizin kabloda ve diğer elektrik malzemelerinde ihracatçı durumuna girmesi başarısını yaratmıştır.

 

Bu kablo fabrikaları nerelere ürün veriyordu?

Kablo ve iletkenler bina ve fabrika elektrik tesisatları meyanında elektrik, telefon ve haberleşme şebekelerinin kurulması için belli başlı malzemelerdendir. Ayrıca maliyet bakımından ağırlıklı bir malzeme olduğundan kabloların yerli olarak yapılmaya başlanması memleketimize büyük döviz kaynağı ve tasarrufu sağlamıştır. Dolayısıyla kurulmakta olan bütün fabrikalar, elektrik malzemesi satan bayiler başta olmak üzere İller Bankası ve Türkiye Elektrik Kurumu, Askeri projeleri yapan kuruluşlar vs. gibi müşterimizdi.

Enerji sahasında süratle başladığımız ve genişlettiğimiz imalat serisi Türkiye’de ilk defa telefon cihazlarının Kartal’daki fabrikamızda yapılması ve PTT İdaresine T100 tipi modern telem makinelerinin imali için lisans vermemiz ile telekomünikasyon sahasına yeni bir boyut kazandırmıştır (Telem makinelerinin imalatı lisansımızla PTT İdaresinin arzusuyla ortak olduğu Teletaş firmasında uzun seneler imal edilmeye devam etmiştir). 1980 yıllarında da Kartal fabrikamızı da imal etmekte olduğumuz büro telefon santralleri meyanında PTT’ye şehir santrali imalatına başlayarak telefon cihazları imalatımızı genişletmiş olduk. Bu tarihlerde imal etmiş olduğumuz santraller bugün hala hizmet vermektedir. 

 

Telefon fabrikası var mıydı ki Siemens’in, yani Türkiye’nin içinde?

Kartal’daki fabrikamızda 100 aboneye kadar olan büro santrallerini biz zaten 1970’li yıllardan beri imal etmekteydik. Sonradan elektronik sisteme geçildi ve kaliteli olan bu santrallarda büyük bir piyasa hissesine sahiptik.

Şehir santrallerinin yapımına ise ancak 80’li yıllardan sonra başlayabildik.

Bunun sebebi PTT’nin 60’lı yıllarda yaptığı bir ihalede Kanada devletinin projeye bağlı verdiği bir kredi yüzünden bu santrallerin imalatı için bir mukavele yapılmış olması ve bizim teslimat yapmamızın önünün kesilmiş olmasıydı. Alınan bir Bakanlık kararıyla bilahare bizim de ihaleye iştirak etmemizin önünün açılmasıyla bizim de Simko olarak Türkiye’de Kartal’da imalata başlamamız mümkün oldu.

Dolayısıyla Teletaş, Netaş ve Simko firmaları olarak PTT’nin bütün telefon santrali ihtiyacını karşılamış olduk.

 

Siemens Türkiye’de başka fabrikalar da kurdu mu?

Siemens Türkiye’de gerek sanayi gerekse enerji ve gerekse de telekomünikasyon sahasında birçok fabrikanın kurulmasına öncülük ederek Türkiye’de genel olarak elektrik ve elektronik sanayiinin gelişmesine öncülük etmiş ve bugün Türkiye’deki elektrik malzemelerinin başlıca temsilcisi olan ve ciddi ihracat yapan elektrik sanayiinin kurulmasına liderlik yapmıştır. Bunun ötesinde elektrik malzemeleri için gerekli standartların hazırlanmasında ve tatbikata geçirilmesinde, malzeme muayene laboratuvarlarının kurulması ve kalite standartlarının Avrupa standartlarına intibak ettirilmesine büyük katkılarda bulunmuştur. Bu fabrikalar arasında Siemens lisansı ile imalat yapmak üzere Adana’da kurulan Abana Elektrik Motor Fabrikası, İstanbul’da kurulan Kaleporselen sigorta fabrikası ile Ankara’da İller Bankası ve bilahare TEK ile birlikte kurulan Orta Gerilim Ayırıcı ve Şalt Teknolojileri Fabrikası, evvelce bahsettiğim gibi Teletaş’la teleks makinaları imalatı, Mudanya’da kurduğumuz beynelminel büyüklükteki kablo fabrikası (bu fabrika Türkiye’de kablo ve bakır sanayiinin gelişmesine öncülük etmiştir), Çerkezköy’de Siemens ve Volkswagen ile birlikte kurduğumuz otomobil elektrik kabloları fabrikası bunlara misal olarak gösterilebilir.

Ancak bu meyanda teşvik ettiğimiz, Avrupa normlarında kurulan yan sanayii de zikretmeden geçemeyeceğim. Mesela Avrupa normlarında imalat yapan vida sanayi (bugün çok gelişmiş ve mühim bir ihracat malzemesi haline gelmiştir), reçine ve porselen bazında imal edilen izolatörler, kablolarda kullanılan çeşitli plastik ve lastik maddeleri sanayii vs. gibi; ayrıca yurt dışında Know How’ımızla Romanya’da ve Bulgaristan’da 3 fabrika kurulması. Bugün artık Siemens bünyesinde olmamakla beraber bunların çok iyi bir şekilde çalışmakta olduğunu da belirtmek isterim.

 

Siemens Elektrik Sanayiini nerelere kurdu?

Siemens’in 1950 yıllarındaki şirketi olan Simko A.Ş. ilk imalatını Karaköy Yanıkkapı sokaktaki deposunda bir şalt tesisleri atölyesi olarak gerçekleştirdi. İlk seri imalatlarını yine 1950 yılları sonlarında Kartal’da satın alınan bir arazide kurulan Simko Kartal Fabrikasında gerçekleştirdi. Bu fabrikada Türkiye’de ilk olarak bıçaklı şalterler, seksiyonerler, sokak armatürleri, şalt panelleri gibi malzemelerle başlayan imalat 1960’lı yıllardan itibaren devamlı büyüyerek daha evvel bahsettiğimiz alçak ve orta gerilim komple şalt tesisleri, telefon santralleri, telefon cihazları vs. imal eden bir tesis haline geldi. Kartal’ın daha fazla tevsi edilememesi üzerine Gebze Sanayi Bölgesinde büyük bir arazi alınarak Türkiye’nin en büyük enerji tevzi panoları imal edilen Siemens Şalt Tesisleri fabrikası kuruldu. Yine 60’lı yıllarda Mudanya’da alınan büyük bir arazi üzerine kurulan Türk Siemens Kablo Fabrikası ile Türkiye’de kablo sanayiinin kurulmasına öncülük eden ve halen de dünyada tek arazi üzerinde kurulmuş  en büyük kablo fabrikalarından biri olan  bir fabrika gelişmiş oldu.

Gördüğünüz gibi bir fabrikanın kurulması ve bununla ilgili teknolojinin memleketimize girmesiyle zamanla bu teknoloji millileşmekte ve aynı sahada imalat yapan fabrikaların rakip olarak kurulmasına öncülük etmektedir. Türkiye’de bugün gelişmiş bir kablo sanayiinin mevcut olması da böyle olmuştur.

Siemens tarafından kurulan diğer fabrikalar hakkında daha evvel bilgi vermiştim. Buna örnek olarak size bugün memleketimizde ciddi bir kapasiteye erişmiş olan fiber optik kablosu imalatını gösterebilirim.

Biz bilhassa Nato’nun, PTT’nin ve Türk Telekom’un ihtiyaçlarını karşılamak için 1990’lı yıllarda Mudanya’daki fabrikamızda yeni bir bölüm açarak fiber optik kablo imalatına başladık. İthal ettiğimiz çok modern makinelerle 2000 yılına kadar ciddi bir kapasiteye eriştik. O sıralarda Siemens’in bütün dünyadaki kablo imalatını bizim muhalefetimize rağmen İtalya’daki Pirelli firmasına satışında nedense bu fiber optik kablo imalatı yoktu. Biz de bununla ilgili tesisi  acele olarak Kartal’da kiraladığımız bir yere taşıyarak Siemens adı altında imalata devam ettik. Fakat birkaç sene sonra, Siemens bu imalatını da Amerika’daki Corning firmasına  sattığında, Gebze’de yeni bir fabrika kurduk; bugüne kadar burada  dünya standartlarında imalat devam etmektedir. Bu esnada bütün bu gelişmeleri takip etmekte olan rakiplerimiz de bu sahaya girerek Türkiye’de hatırı sayılır bir fiber optik kablo imalatı kapasitesi yaratmış oldular. Bugün memleketimiz bütün ihtiyacını yerli imkanlarla temin ettiği gibi fiber optik kablo mühim bir ihracat maddesi haline gelmiştir. 

 

Peki Siemens telekom alanına ne zaman girdi? Yani 20. yüzyılın başından beri santral ve telefon makinesi üretiyor muydu?

Almanya’daki Siemens’in kuruluşunda telgraf ve telefon tarihi çok eskidir. Firmanın kurucusu Werner Von Siemens muhabere subayı idi ve ilk defa dünyada iki mahal arasındaki telgraf muhaberesini gerçekleştirdi. Bilahare dünya çapında büyük projeleri hayata geçirdi; mesela ilk defa Londra’dan Hindistan’a telgraf hattını gerçekleştirdi, İran Şahı zamanında İran’daki Siemens fabrikalarını gezmiş ve o tarihlerde telgraf hattını taşıyan ve hala muhafaza edilen demir dökümden yapılmış Şiraz’daki direkleri görerek heyecanlanmıştım. İranlılar bu tarihi direkleri o bozkır ovalarda tarihi bir belge olarak muhafaza ediyorlar. Werner Von Siemens’in diğer mühim bir projesi Londra’yı Atlantik Okyanusunun altına döşediği bir kablo ile telgraf üzerinden Amerika’ya bağlamasıydı. Bunun için Berlin’de kurulan bir fabrikada özel bir denizaltı kablosu imal edilmiş ve yine özel olarak yapılan bir gemiyle bu kablonun Atlantik Okyanusuna döşenmesi gerçekleşmişti.

Bu büyük projeler meyanında Siemens dünyada gelişmekte olan elektrik enerjisi kullanımının artmasıyla elektrik üretim ve dağıtımında kullanılan malzeme ve cihazları ayni zamanda komple tesislerin de yapımını üstlenerek bir dünya firması haline gelmiştir. Bu meyanda elektrikli tıp cihazları, aydınlatma teknolojisi (Osram Şirketi) gibi sahalarda da dünyada liderlik konumunu muhafaza etmiştir.

Siemens aynı zamanda telefon, telgraf sahalarında da 21’inci yüzyılın başına kadar bu liderliğini korumuştur. Ancak son 10 senede bilhassa cep telefonlarıyla gelen gelişme bu teknoloji merkezlerini Birleşik Amerika’ya kaydırmış ve bugün  bu saha Amerika, Güney Kore, Japonya ve Çin gibi memleketlerin öne çıktığı bir durum yaratmıştır. Siemens’in Türkiye’de kurduğu muhabere sistemleri hala mükemmel bir şekilde hizmet vermektedir.

 

Teletaş’la nasıl bir işbirliği içine girdiniz? Biraz daha bu mevzuya girebilir miyiz?

Daha evvel bahsettiğim gibi memleketimizin genelde çekmekte olduğu döviz sıkıntısı yüzünden PTT’nin Türkiye’de telefon santrali imal edilmesi projesi Kanada’nın sağladığı bir kredi dolayısıyla PTT’nin hissedar olduğu Netaş firmasına verilmişti. Yine o tarihlerde kısıtlı mali imkanlar bizim ikinci bir tedarikçi olarak devreye girmemize imkan vermiyordu. Teletaş’la işbirliğimiz uzun deneylerden sonra en iyi cihaz olarak seçilen T100 Telemlerinin imalatı için, PTT’nin ortaklığı dolayısıyla Teletaş’la bir lisans anlaşması yapmamızla mümkün olmuştur. Bilhassa 1980’li yıllardan itibaren bizim de şehir telefon santralları imal etmemizle Teletaş’la ve Netaş’la telefon santralları mevzuunda rakip, telem makinelerinde ise lisansör durumunda çalıştık.

Malum olduğu veçhile Teletaş, Netaş ve Simko imal ettikleri kaliteli mamullerle Türkiye’nin bugüne kadar sorunsuz çalışan telekomünikasyon altyapısını kurmuşlardır.

Bu vesileyle kurduğumuz Türk Siemens Kablo Fabrikasının memleketimize getirdiği modern kablo teknolojisi sayesinde telefon, telgraf ve diğer bütün muhabere sistemlerinin mükemmel bir şekilde irtibatlandırılması ve kesintisiz muhaberat yapılması sağlanmıştır (bazılarının hatırlayacağı gibi 1970’li yıllara kadar yağmur yağdıktan sonra muhabere sistemleri çoğu zaman çalışamıyordu).

 

PTT Arla döneminde bir işbirliğiniz oldu mu? O kuruluşla bu radyolink cihazlarını kurmuşlar.

Şimdiye kadar olan konuşmamızda ben Siemens’in ve mümessilliğini yapmakta olan

Simko A.Ş. ile yapılan faaliyetlerden bahsettim. Siemens bilhassa muhabere ve elektronik sahasında dünyanın en büyük firmalarından biri olarak Arla’nın faaliyet sahasında olan mevzularda da mühim bir partonerdi. Dolayısıyla radyolink veya Türkiye’deki imalatımız programında olmayan proje ve malzemeler için PTT’nin yaptığı ihalelere Almanya Siemens A.G. olarak iştirak ederek Arla’nın ihtiyaçlarını karşılayan bir teslimatçıydı. Bu arada bir çok Arla ve PTT elemanı da Siemens’i ziyaret etmiş ve teknik desteklerden istifade etmiştir.

 

Peki Siemens tüketici elektroniği adına faaliyet gösterdi mi? 60’lı, 70’lı yıllarda radyo, televizyon, beyaz eşya gibi ürünlerde?

Siemens radyo ve televizyon mevzuunda Türkiye’de yatırım yapan şirketlere daha ziyade komponent teslimatı yapmakla iktifa etti. Dolayısiyle Türkiye’de yerli yapım radyo ve televizyon üretilmedi. Fakat Siemens buzdolabı, çamaşır makinesi, elektrik ocağı vs. gibi beyaz elektrik eşyası dediğimiz sektörde Bosch’la % 50-50 ortak olduğu BSHG şirketiyle ayrı bir mümessilliği vasıtasıyla Türkiye’ye ithalat yoluyla teslimat yapmaktaydı. Bu şirketin Simko A.Ş. ile alakası yoktu ve ayrı bir mümessillikle çalışıyordu. BSHG sonradan Türkiye’de kendi şirketini kurunca ben de o şirketin Yönetim Kurulunda temsil bulundum. Bu münasebetle Koç Holding’in Arçelik firmasına Siemens lisansı ile Türkiye’de beyaz ev cihazları imal etmesini teklif ettik ve bunun neticesinde yapılan anlaşmayla Arçelik uzun seneler Siemens lisansı ile üretim yaptı. Elemanları Siemens Berlin’de çalışarak eğitildiler ve bunun neticesinde Türkiye kaliteli ev cihazları üretimine girmiş oldu. Bir ara Siemens’in Arçelik’e hissedar olarak iştirak etmesi görüşüldüyse de Devlet Malzeme Ofisinin hissesi dışında diğer ortakların hisselerinden pay alınamadığı için bu ortaklık tahakkuk etmedi.

Fakat bunun karşılığında bizim de teşvikimizle Çerkezköy’de büyük bir arazi alınarak bugün Türkiye’nin en büyük beyaz eşya fabrikalarından biri olan Türk BSHG fabrikası kuruldu. Bu fabrika bugün büyük çapta yaptığı kaliteli ihracatla memleketimizin mühim fabrikalarından biri olmuştur.

 

Siemens’in  AR-GE  sistemi nasıldır? Üniversitelere sipariş mi verir yoksa kendi bünyesi içinde mi halleder?

Siemens’in çok geniş bir ARGE teşkilatı vardır. Hem Almanya’da hem de bütün dünyaya yayılmış laboratuvarları ve araştırma merkezleri vardır ve bu işler için büyük bir bütçe ayrılır. Kendi imalat sahasında yaptığı araştırmalarla ilgili sayısız patentlere sahiptir. Mesela Siemens’in dünya liderliğini paylaştığı tıbbı cihaz bölümünde (röntgen, tomografi, MR, vs.) yapılan araştırmalar ve alınan patentler bu sahada Simens’e dünya çapında liderlik sağlamıştır.

Türkiye’deki  hastaneler bu gelişmeleri yakından takip ederler. Enerji sahasında Siemens aldığı patentlerle dünya sıralamasında her halde en önlerdedir. Bu saha nükleer santrallerden başlayarak bütün enerji üretim tesislerinden en basit sigortaya kadar çok geniş bir saha için geçerlidir.

Siemens’in Türkiye’deki tesisinde imal edilen bütün malzemeler Siemens’in bu yüksek standardı ile imal edilir.  Araştırmalar ve patentler yalnız üretim ve malzemeler, cihazlar için değil, mesela Siemens’in ihtisas mevzularından biri olan 400-450 km/saat’e kadar hız yapan  elektrikli trenler için de geçerlidir.

 

Mesela demin Türkiye ile alakalı tıp elektroniği dediniz. Bu tıp elektroniğinde şu anda üretim, tasarım faaliyetleri mevcut mu? Gerçi elektronik alanında çok konuşulan bir mevzu değil ama genel görüşleriniz ve bu işin geleceği sizce nedir?

Tıp alanında Türkiye’de son 10 senedir çok büyük gelişmeler oldu; çok sayıda modern hastane kuruldu. Dolayısıyla bu hastanelerin en modern tıp cihazları ile de teçhiz edilmesi gerekti. Tabii ki Siemens’in yukarıda bahsettiğimiz son model cihazları da bir çok hastanede tesis edilmiştir. Ancak röntgen, tomografi vs. gibi cihaz ve tesisler motor, şalter, kablo gibi büyük sayıda imal edilip satılan malzemeler olmadığından ve ancak büyük araştırmalar sonunda ve her sene modernize edilerek imal edildiğinden böyle komplike cihazların imali ancak ihtisaslaşmış üretim merkezlerinde Rentabl olmaktadır. Mesela Almanya’da üretim merkezlerinden biri Erlangen şehridir. Bu cihazların pazarlanması, dolayısıyla memleket bazında değil dünya piyasası bazındadır. Mühim olan imalatçı firmanın cihazların satıldığı memlekette iyi bir bakım servisi ve gerekli yedek parçalar bakımından iyi organize olmasıdır. Bu bahsettiğim özellikler dolayısıyla dünyada komplike tıp cihazı imal eden firmaların sayısı da azdır.

 

Peki aslında bir tartışılan konu daha var Arnold Bey. Otomotiv elektroniği. Hani neredeyse %70’lere varan bir araba değeriyle önemli bir rol oynuyor. Bunun Türkiye’de yeterince olmadığı ve Türk firmalarının bu işe giremediği söyleniyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye otomotiv sanayiinde son yıllarda büyük atılımlar yaparak mükemmel bir gelişme gösterdi. Geçen sene Gölcük’teki Ford fabrikasını gezdim ve çok etkilendim. Artık gerek estetik bakımından gerekse de kalite bakımından iyi otomobiller, otobüsler, traktörler imal ediliyor ve aynı zamanda ihraç da ediliyor. Ben Siemens’teyken gerek Fiat Tofaş gerekse Ford ve diğer fabrikaların büyük bir kısmının elektrik tesisatını yapmış ve temel atmadan itibaren imalat yıllarına kadar bu gelişmeyi izlemek fırsatını bulmuştum. Otomotiv elektroniği bahsettiğiniz oranlarda, ancak daha lüks sınıflardadır. Esasen Türkiye’de otomotivde kullanılan kablolar, stop lambaları gibi birçok malzeme de imal edildiğinden ve montajları da yapıldığından yerlilik payımız hatırı sayılır bir orana erişmiştir.

Ancak otomotivde gittikçe sürücünün işini kolaylaştırıcı elektronik teçhizat geliştirilmekte ve dediğiniz gibi vasıtanın maliyetini ve fiyatını artırmaktadır. Bunun dışında dizel ve benzinli motorlar yerine elektrikli donanımla çalıştırılması için bütün dünyada hummalı bir çalışma yapılmaktadır. Akülerin teknik olarak geliştirilmesi, şarj zamanlarının kısaltılması vs. gibi problemler çözüldükçe memleketimizde de bu vasıtaların kullanılma oranının artacağı muhakkaktır. Dünyada gittikçe artan çevre kirliliği dolayısıyla elektrikli vasıtaların önümüzdeki yıllarda büyük bir gelişme göstereceğinden eminim. Türkiye’deki otomotiv sanayii de zamanla gerekli yatırımları yapmak durumunda kalacaktır. Çok yüksek ARGE harcamaları dolayısıyla bu sahadaki araştırma ve geliştirmeler ancak büyük otomotiv firmaları tarafından yürütülmektedir. Zamanı gelince bizim de buna uyum sağlayacağımızdan şüphem yoktur.

 

Peki enerji ile ilgili şimdi güneş ve rüzgar santralleri konusu gündeme geliyor. Türkiye bu konuda bir atılım içerisine girmeli mi Arnold Bey, ne düşünüyorsunuz?

Elektrik mühendisi olarak tabii ki güneş ve rüzgar enerjisi başından beri beni de çok alakadar eden bir konudur. Dolayısıyla gelişmeleri yakından takip etmeye çalıştım. Maalesef başlangıçta reaksiyon göstermekte geç kaldık. Kanaatime göre mevzuatların hazırlanması, bazı pilot tesislerin kurulması ve yenilenebilir enerjinin nasıl ve en efektif şekilde mevcut elektrik şebekesine entegre edilebileceği konularında gerekli hamleleri yapmakta bir kaç sene geciktik. Mesela Almanya gibi memleketler elektriği daha da pahalıya mal etmek pahasına erken davrandılar, bugün hatırı sayılır bir performansa eriştiler.

Ancak memnuniyetle gördüğümüz gibi son 2-3 senede büyük bir atılımla rüzgarda iyi, güneşte de ümit veren atılımlar yapıldı. Memleketimiz güneş enerjisi bakımından çok büyük bir potansiyele sahiptir. Orta Anadolu platformu havası kuru, güneşi bol ve güneş santralleri kurulmasına müsait geniş sahaları olan bir bölgedir. Ayrıca memleketimizin diğer bölümlerinde de çok iyi imkanlar var. Önümüzdeki seneler zarfında büyük projelerin gerçekleştirileceğinden eminim. Rüzgar enerjisi için her sene gittikçe artan bir tempoyla Türkiye’nin yenilenebilir enerjisinin payı artmaktadır. Burada dikkat edilmesi gereken husus yenilenebilir enerjilerin optimum derecede kullanılabilmesi için mevcut şebekelerin zamanında modernize edilmesi ve gerekli yatırımların yapılmasıdır. Bunlar yapıldığı zaman memleketimiz yenilenebilir enerji kullanımı bakımından dünyada örnek teşkil edecek bir performansa erişebilecektir.

 

Peki bilgi olarak merak ediyorum. Bildiğiniz gibi Avrupa’nın da Türkiye’nin de belli doğalgaz ihtiyacı var ve bu enerji için kullanılıyor. Acaba elektrik ve rüzgar santralleri doğalgazın yerine geçemez mi? Bu kapasiteyle ilgili bir sorun mudur?

Gerek rüzgarın devamlı güvenli bir şekilde esmemesi ve gerekse de güneşin sadece gündüz saatlerinde kullanılabilmesi yüzünden bizim bu iki enerji kaynağının yanında daima başka enerji kaynaklarına ihtiyacımız olacaktır. Bu da ağırlıklı olarak şimdilik doğalgaz ve kömürdür. Ayrıca rüzgarın her zaman aynı şiddette esmemesi ve güneş enerjisinin de sabah, öğlen ve akşam saatlerinde aynı kuvvette enerji vermemesi yüzünden enerji temininde bu enerji dalgalanmalarını karşılayacak tedbirlerin alınması gereklidir. Dolayısıyla doğalgaz ve kömür gibi Primer enerji kaynaklarının maksimum enerji ihtiyacına göre planlanması, rüzgar ve güneş elektrik santrallerinin devreye girdiği ve çıktığı anlarda doğalgaz ve kömür santrallerinin bunu karşılaması lazımdır. Bu devreye alma ve çıkarma zorunluluğundan dolayı bazı ana yük santralleri, ki bunlar daha ziyade kömür, hidrolik ve nükleer santralleri olacaktır, devamlı devrede kalacak, devreye girmesi ve çıkması gerekecek santraller de genelde gaz santralleri olacaktır.

 

Avrupa’da sürekli bir Rusya’ya doğalgaz bağımlılığı konuşuluyor. Bu nükleerden çıkınca mı oluştu veya daha önceden var mıydı?

Nükleer santrallerden çıkma daha ziyade Almanya’da başladı. mesela Fransızlar durumlarını muhafaza ettiler. Almanya’da da hala çalışan nükleer santraller mevcut. İptal edilen enerji kapasitelerinin yerini daha temiz bir enerji olduğu için doğalgaz santralleri ve yenilenebilir enerji santralleri aldı. Bunu temin etmek için Avrupa’nın doğalgaz ihtiyacının büyük bir kısmını karşılayan Rusya’dan Avrupa’ya yeni doğalgaz borularl döşendi. Son siyasi gelişmeler doğalgaz bağımlılığının bir takım mahsurlarının olabileceğini göstermiştir. Gerçi doğalgazın elektrik üretimi dışında daha bir çok kullanım sahası varsa da gerek sualinizdeki bağımlılığın verdiği rahatsızlık ve gerekse de rüzgar, güneş enerjisinin üretilmesinde ve kullanılmasındaki avantajlar dolayısı ile bu bağımlılığın azaltılmak istendiği bellidir.

 

Yukarıdaki ve diğer alanlarda Simens, Philips, General Electric, Hitachi gibi şirketler hem elektronik hem mekanik her alanda pek çok faaliyet gösteren şirketler. Türkiye’de böyle bir şirket kurulmadı. Kurulmalı mı? Nasıl olur? Bu nasıl bir stratejidir? Bu konu hakkındaki fikirleriniz alabilir miyiz?

Yukarıda bahsettiğiniz durum gerek enerji gerekse de elektronik sahasındaki gelişmelerden ileri gelmektedir. Bugün ortaya çıkan Apple, Samsung, IBM gibi dünya şirketler kendilerini daha dar bir konuya konsantre ederek gelişmişlerdir. Siemens’in kurucusu Werner Von Siemens’in telgraf ve telefon işinden başlayarak enerji işine girmesi, daha sonra ışıklandırmada Osram kuruluşu hiç bir zaman bir Iphone çapında olmadı. Dolayısıyla geçmişte şirketler mamul çeşitlerini arttırarak büyüme imkanlarını araştırdılar. Böylece Siemens gibi bir şirket dünyanın en büyük elektrik santrallerini ve aynı zamanda telefon santrallerini yapacak performansa erişti. Bu gelişmeyi Türkiye’de 1930-1940’larda kurulmuş şirketlerde görüyoruz. Birbiriyle alakası olmayan değişik alanda imalat yapan bir çok şirketlerimiz var. Siemens’in bugün şehir telefon santralleri işinden ayrılması da büyük şirketlerin faaliyet sahalarında daha çok ihtisaslaşma yönünde bir tercih yapmalarından kaynaklanmaktadır.

Ticaret sınırlarının gittikçe kalkması dolayısıyla bilhassa büyük sanayi kuruluşları imalatlarını beynelminel kriterlere göre ayarlamak zorunda kalacaklardır.

 

Peki zannedersem Çerkezköy’de de bir Bosch-Siemens fabrikası var?

Doğrudur. 1980’li yılların sonunda Bosch-Siemens’in Yönetim Kurulunda iken alınan bir kararla Çerkezköy’de büyük bir arsa satın alarak Türkiye’de iç ve dış pazara teslimat yapmak üzere bir fabrika kurma kararını almıştık. Bu fabrika bugün Bosch-Siemens’in dünyadaki en büyük fabrikalarından biri oldu ve gayet kaliteli ev cihazlarını memleketimizde ve bütün dünyada pazarlamaktadır. Fabrikayı kurmakla isabetli bir karar aldığımızdan eminim.

 

STK çalışmaları yoğun olan bir yönetici olarak, özellikle yabancı sermayenin Türkiye’deki gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu vesileyle şirketin memleketimizde sanayi ve ekonomi dışında verdiği hizmetlerden bazılarını zikretmek istiyorum. Bu faaliyetler daha ziyade, çoğunda kuruluşuna önderlik ettiğimiz dernek, oda ve vakıflar vasıtasıyla olmuş ve hükümetin bir çok mercileriyle yakın ilişki içinde yürütüldüğünden sanayimizin ve ekonomimizin gelişmesinde çok tesirli olmuştur.

Kuruluşuna önderlik ettiğimiz veya büyük katkılarda bulunduğumuz ve şahsen uzun seneler yönetiminde de bulunduğum kuruluş, dernek ve vakıfları sayacak olursak; YASED – Yabancı Sermaye Derneği, TESİD – Türkiye Elektronik Sanayicileri Derneği, EMSAD – Elektromekanik Sanayicileri Derneği, TÜSİAD, Kablo ve İletken Sanayicileri Derneği, EATA – Avrupa-Türk Akademisyenler Derneği, İTÜ – Geliştirme Vakfı, AHK – Türk-Alman Ticaret ve Sanayi Odası, MESS – Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası, TESEV – Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı, TADEV – Türk-Alman Dayanışma ve Eğitim Vakfı, DTS – Deutsch-Türkische Stiftung (Türk-Alman Vakfı),Türk-Alman İşadamları Vakfı, Marmara Üniversitesi Türkiye-Almanya İlişkileri Merkezi Danışma Kurulu.

Bütün bu dernek ve vakıfların aynı zamanda kurulmadığı ve 50 senelik iş hayatımda kademe kademe ve duyulan ihtiyaçlar neticesinde başka firmaların da iştiraki ve daima hükümet desteğiyle kurulduğu aşikardır. Bu dernekler ve odalar aracılığıyla bilhassa Almanya ve Türkiye arasındaki münasebetlerde etkili olunmuş ve birçok firmanın Türkiye’de yatırım yapması teşvik edilmiştir. Aynı zamanda birçok resmi ziyarette devlet bakan ve başbakanına refakat etmek suretiyle de münasebetlerin gelişmesine katkıda bulunulmuştur.

1970-1980 yıllarında Türk sanayiini sarsan, müşkül durumda bırakan grevlerde Madeni Eşya Sanayicileri Sendikasının uzlaşma temininde oynadığı rol inkar edilemez. Türk Siemens Kablo fabrikasında 8,5 ay, Siemens Kartal fabrikasında o tarihler arasında 2 defa toplamda 14 ayı geçen grev olduğunu unutmamak lazımdır. Bu vesileyle MESS’in çok mühim bir rol oynadığını belirtmek isterim.

Verdiğim misallerden görüleceği veçhile Siemens’in Türkiye’deki varlığını sadece bir ekonomik faktör olarak değil, sosyolojik olarak da mütalaa etmenin doğru olduğuna inanıyorum. Buna en az son 60 senede Almanya’da yetiştirilen, staj gören sayısız teknik personelimizi de unutmamak gerektiğine inanıyorum. Bu vesileyle kanaatimce yabancı yatırımların değerlendirilmesinde genelde eksik kalan bir hususu size iletmek isterim

 

Peki sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?

1960-1990 yılları arasında o zamanki ekonomik ve kalifiye eleman bulmaktaki zorlukları vs. gibi Türk sanayiinin gelişmesini engelleyici sebepler ortadan kalktıkça bilgi birikiminin, kalifiye eleman sayısının artması Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bağlantılarının gelişmesi ve bu vesileyle Türkiye’ye gelen yabancı sermaye ve know-how’ın da tesiriyle son 25 yılda küçümsenmeyecek gelişmeleri memnuniyetle takip ediyorum. Bu gelişme kendi içinden aldığı dinamiklerle hızını arttırarak devam etmektedir. Nitekim İstanbul, İzmir, Ankara gibi şehirlerde yapılmakta olan yatırımlar hızla Anadolu’nun diğer bölgelerine de yayılmaktadır. Üniversite sayısının artması, kalifiye teknik ve ticari elemanların yetişmesi yeni üretim merkezlerinin kurulmasını arttırmış ve Türkiye ihracatını gittikçe ithalatını karşılama durumuna yaklaştırmıştır.  Bütün bu gelişmeler çok memnuniyet vericidir.

Memleketimizin sanayiinin bundan sonra da daha gelişeceğinden, büyüklüğüne ve nüfusuna uygun  olarak dünyadaki yerini alacağından eminim.

 

Söyleşi Tarihi : 16 Temmuz 2014

Read More
Prof. Dr. Reha Civanlar Söyleşisi

CRLlnO2XAAAUTg9

“Şimdi niye doktora öğrencisi lazım? Çünkü yüksek teknoloji üretecekseniz bu ancak doktora öğrencisiyle üretilir. Yani hakikaten kalıp, araştırmayı yapacak birileri lazım. Bunu artırmamız lazım. Nasıl artırırız?”

 

Amerika’da Kaliforniya Silicon Valley’de biliyorsunuz, Standford Üniversitesi diye çok meşhur bir teknik üniversite var. Standford Üniversitesi etrafındaki bütün o teknoloji altyapısının kurulmasından sorumlu olan üniversite diyebiliriz. Orada çalışan insanların çoğu Standford öğrencisi. Yani hayatlarının bir zamanında ya oradan lisans almışlar, ya yüksek lisans doktora almışlar, sonra da oranın etrafında şirketler kurmuşlar. Bu da böyle olağanüstü bir teknolojik güç yaratıyor. Amerika’nın en önemli motorlarından bir tanesi aslında Silicon Valley’deki girişimcilik, yenilikçilik. Özellikle de High Tech, yüksek teknoloji konusunda kurulan şirketler.

Ben oradayken bir araştırma laboratuvarı olmamız dolayısıyla Standford’la bayağı yakın çalışıyordum, bir sürü de Standford’dan öğrenci işe alma durumu vardı. Birisiyle konuşuyordum, en dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi şu oldu: Bütün Standford öğrencileri hep bir şirket kurma peşinde. Çok iyi bir maaş bile teklif etseniz onunla o kadar ilgilenmiyorlar, yani maaş o kadar iyi olmayabilir, diyorlar.

Bir de düşündüğüm şöyle bir şey vardı: Türkiye’de üniversite sisteminin önemli bir problemi doktora öğrencisinin azlığıdır. Özellikle mühendislik konularında. Bunun da nedeni aslında çok derin değil, açık. Mühendisler yüksek lisans yaptıkları zaman iş bulabiliyorlar. Yani doktora yapabilecek kalitede bir öğrenci ise özellikle yüksek lisansından sonra kendisini tatmin edici bir maaşla bir yerde iş bulabiliyor ve mühendislik yapmaya başlıyor. Şimdi bu kişinin bunu yapmayıp da bir üniversitede doktora yapmaya karar vermesi en aşağı hayatından bir dört-beş sene, gençliğinin en önemli zamanında çok daha az bir maaşa razı olması durumunu getiriyor. Artı bitirdiği zaman da, dört-beş sene sonra da bu kişinin bir iş bulabilme ihtimali artmıyor, hatta azalıyor. Yani Türkiye’de yüksek lisanslı birisinin iş bulma ihtimali, doktoralı birinin iş bulma ihtimalinden daha yüksek…

 

Peki, şimdi niye doktora öğrencisi lazım?

Çünkü yüksek teknoloji üretecekseniz bu ancak doktora öğrencisiyle üretilir. Yani hakikaten kalıp da araştırmayı yapacak birileri lazım. Bunu artırmamız lazım. Nasıl artırırız? Eğer bu doktora öğrencileri kendi şirketlerini kurabilir hale gelirlerse, yani demin dedik, çıktıkları zaman iş bulamıyorlar, buldukları zaman o kadar iyi olmuyor. Belki onun yerine bu doktora öğrencisi kendi yaptığı şeyleri, çünkü yeni bir teknoloji geliştiriyor, bunu alsa ve bir şirket kursa, hem kendine gelir sağlasa, hem kendi gibi mühendislere istihdam yaratsa, o zaman bu doktora öğrenciliği hakikaten geçerli bir yol haline gelmiş oluyor. Birisini doktora öğrencisi olarak alacaksanız diyorsunuz ki, bakın, şu kadar kişi burada bununla şirketler kurdu, senin de okuyacağın konu şu, bununla ilgili bir şeyler yapabilirsin. Bizim bu doğrultuda hedeflerimizden bir tanesi de bu. Bizim kendi doktora öğrencilerimizi ya da yüksek lisans öğrencilerimizi ya da kendi hocalarımızı mühendislik alanlarında bu konuya yöneltmek. Mesela bunula ilgili ne yapıyoruz. Bir, hocalarımıza projelerini yapabilmeleri için haftada bir gün izin veriyoruz. İki, performans değerlendirmesinde hocaların önemli bir noktası şirket kurmaları, şirketlerle alaka içerisinde olmaları, önemli bir performans kriteri. Hocalara direkt olarak şirket kurmalarını tavsiye etmiyoruz çünkü bir şirket kurmak, bir şirketin CEO’su olmak çok ağır bir iş. Ama danışman olabilirler. Tavsiyemiz bu. Siz diyoruz, bir öğrenci bulun, o götürsün şirketi, ama siz danışmanlık yapın.

 

Silikon Vadisi’nde insanlar risk alabiliyorlar. Biz niye garanticiyiz de onlar riski seviyor?

Enteresan bir soru o. Aslında riski o kadar seviyor değiller. Orada çok güzel bir Safety Net var. Ama bu Safety Net hükümetin sağladığı bir şey değil, o ekosistemin sağladığı bir şey. Şöyle ki eğer bir tek Start Up’ta, yeni başlamış ufak bir şirkette çalışan biri, eğer o ufak şirket kapanırsa, hemen başka bir ufak şirkette iş bulabiliyor. Çünkü ufak şirket dolu etrafta. Mesela Silicon Valley dediğimiz yerde neredeyse her binada bir sokağın üzerinde bir şirket. Dolayısıyla birisinin belli bir potansiyeli varsa, belli bir işi yapmayı biliyorsa ve diyelim ki işte yazılımcı, proje menajeri, kurumsal iletişimci, aklınıza ne geliyorsa, insan kaynakçısı, her türlü iş için. Bir yer kapanırsa evini falan bir yere taşımadan hemen başka bir yerde iş bulabiliyor. Dolayısıyla iş problemi yok. Yani ben şimdi bu işe gireceğim ama bu adamlar yeni, paraları var mıdır, yok mudur, ne olur belli değil, istikbali gözükmüyor; ben bu işe gireceğime gideyim, şöyle büyük bir şirkette kapılanayım, hiç olmazsa uzun süre çalıştıkça maaşım garanti olur tarzındaki bir şey yok, maaş zaten garanti. Ama onun ötesinde eğer küçük şirkete girerse, çok büyük bir büyüme potansiyeli var. Yani hakikaten zengin olma potansiyeli var.

 

Amerika’da Start-Up şirketlerinin batması neden olağan?

Start-Up şirketin batmasının nedeni genellikle oradaki insanların çalışmaması değil, 99% o değil, önerilen fikir tutmamış, market belirdiği tarzda gelişmemiş denilebilir. Yani o kişilerin sorunu nedeniyle değil, o kişilerin hepsi işlerini gayet iyi yapan kişiler. Dolayısıyla başka bir Start-Up, bu kaynağı görüyor orada, yani sizin bir tane yazılımcıya ihtiyacınız var, yanınızda bir tane şirket var 3 tane yazılımcısı var, belli ki o 3 tane yazılımcıyı seçip de almışlar, bunlar iyi yazılımcılar. Şirket dağılmış, üçü şimdi Available. Hemen diyorsunuz bizim bir yazılımcıya ihtiyacımız var, bunlardan bir tanesini alalım. Yani, bu işe girmiş olabilmek akreditasyon.

Aslında Türkiye’de şu anda girişimciliğin daha zayıf oluşunun nedeni nedir diye soracak olursak en önemli nedenlerden bir tanesi bu. Türkiye’de ufak bir şirkete girdiğiniz zaman o korku var. Belki yarın bu şirket kapanıp giderse ben ne yapacağım, ben ne zaman iş bulacağım tekrar, kaç ay maaşsız kalacağım, o sırada ne yapacağım. Hiç kimse göğsünü gere gere şunu demiyor: “ Ben o kadar güzel kameramanım, yazılımcıyım, ben nasıl olsa burası kapanırsa orada bulurum, orası kapansa şurada bulurum, binlerce yer var, onların bana ihtiyacı var.” Bu da ancak daha fazla şirketin kurulmasıyla olabilecek bir şey.

 

Kuluçka merkezi uygulamasından bahsedebilir misiniz?

Bizim Özyeğin Üniversitesi olarak bir girişimcilik merkezimiz var, bir de kuluçka merkezimiz var. Biz burada her sene, daha doğrusu her sene içerisinde birkaç fazda/Phase’da fikirleri topluyoruz. Herkes müracaat edebiliyor. Genellikle yüksek teknoloji fikirlerini istiyoruz. Bunlara bir grup, yönetim kurulu bakıyor. Bunların içerisinden bir kısmını seçiyoruz, bunları bizim kuluçka merkezine alıyoruz, kuluçka merkezinde ofis sağlıyoruz, ofis yeri veriyoruz, hukuksal ve finans konularında destek veriyoruz, muhasebeci, avukat desteği veriyoruz, işte internet Access’i, Computer’ler, telefon, bu gibi şeyleri veriyoruz. Ama başlangıç anında. Ayrıca da bunlara Business planı yazmayı, gidip bu sermayeden, melek ağlarından nasıl para isteyeceklerini öğretiyoruz, bunları beraber hazırlıyoruz. Ondan sonra da melek ağlarının hepsiyle bağlantılarımız var, onlara sunum yapmalarını sağlıyoruz, yani parayı onlardan alıyorlar.

 

Peki üniversite olarak ortak oluyor musunuz?

Üniversite olarak biz bu verdiğimiz hizmete karşılık çok az bir hisseyle, 5%in altında bir hisseyle onlara ortak oluyoruz. Bu yaptıklarımıza karşılık. Bu da gene aramızda bir anlaşmayla oluyor. Biz sana diyoruz sana şu servisleri vereceğiz, bunun karşılığında da şu kadar bir sermaye alırız, Share alırız diyoruz. Eğer girişimcinin işine geliyorsa katılıyorlar buna. Şimdi bunun gibi 12 tane şirket var kuluçka merkezimizde. Bunlardan beklentimiz 1-2 sene içerisinde paralarını bulup çıkmaları. Yani biz hep böyle yeni şirketleri buraya alıp, fikirlerini oluşturup, işte ilk paralarını bulup, kendi yerlerini bulup çıkmaları tarzında bir şey planlıyoruz.

 

Yazılım ve bilgisayar teknolojilerinde şansımız nedir?

Ben yazılım ve bilgisayar teknolojilerinin Türkiye için en önemli konulardan bir tanesi olduğu kanısındayım. Çünkü bir kere çok anormal yatırım gerektirmiyor. Satış kolay, yani en basiti bir tane iPhone Application’ı yazsanız, hani hiç bir şey yapmadan Apple dükkanına koyuyorsunuz, bütün dünyaya pazarlayabiliyorsunuz bunu. Bu olağanüstü bir imkan. Tamam Apple paranın bir kısmını alıyor ama yani böyle bir imkan sağlıyor size. Dolayısıyla satış bütün dünyaya, global bir marketten bahsediyoruz. Kaynaklar internet üzerinden neyi isteseniz istediğiniz anda mevcut. Tek şu kalıyor: Kendi bilginiz, teknolojik yeteneğiniz ve yaratıcılığınız. Bunları koyduğunuz anda güzel bir ürün yapabiliyorsunuz. Güzel bir şirket kurup, dünya çapında bir şirket oluşturmamanız için hiçbir neden yok.

 

Burada artı değer olan tasarım değil mi?

Tasarım artı değer evet, eğer güzel tasarımsa tabii. Ama orada da yine yazılıma iniyoruz aslında. Bu tasarım işinde her şey birleşiyor. Yani mesela makina tasarlayacaksınız diyelim, makinayı da alıyorsunuz Autocat’le çiziyorsunuz, hesaplarını yapıyorsunuz, ondan sonrası bir CNC tezgahı otomatik olarak çalışıyor. Alıyor o tasarımı, hangi materyalle yapacaksınız, bakırdan yapacaksınız, koyuyorsunuz o bakırı oraya, başlıyor sizin çizdiğiniz şeyi çıkartıyor. Aynı şekilde bir elektrik mühendisine bir devreyi tasarlıyorsunuz, Software veriyorsunuz, yani siz fonksiyonel olarak tasarladıktan sonra bütün devreyi yine otomatik olarak sistem yapıyor.

Yani bir makina mühendisi, bir elektrik mühendisi, hatta bir yazılım mühendisi üst seviyede hep aynı şeyde çalışıyor. Böyle sistemleri bilmesi gerekiyor, hedefini bilmesi gerekiyor ve onları nasıl kombine edeceğini bilmesi gerekiyor. Ondan sonra onun altında, o Byteline’ın içerisinde işte elektrik mühendisi şöyle bir tasarım yaptı, bunun bir alt seviyesinde işte hangi transistörler kullanılacak, bunlar nasıl bir ürüne bağlanılacak,  yani bu tasarım verildiğinde otomatik olarak bunu nasıl yaparım konusunda çalışan mühendisler de var tabii ama az sayıda. O Byteline’ı tasarlayan. Ama genellikle Day to Day yapılan işlerin 90%ı bu yukardaki kısımda yapılıyor. Yani bir kısım aletler var, siz o aletleri bir araya getirip bir sistem yapıyorsunuz, veriyorsunuz sonra Computer’a, o size onu üretiyor. Son ürüne hiç dokunmuyorsunuz.

 

Burada önemli olan katma değerin aslında nerede olduğu. Yani yazılım ve tasarımdaysa değil mi?

Kesinlikle öyle. Yani önemli olan dediğiniz gibi bir şeye sizin kattığınız değer. Siz hangi değeri katabiliyorsanız onu yapacaksınız, yoksa öteki adam onu çok daha ucuza yapıyorsa bir şekilde, ille de ben yapayım bunu demenin bir manası yok. O bir şekilde, bir nedenle, daha ucuza yapıyor. Ve yapsın da kullan onu o zaman neden kullanmayacaksın. Bunda illa da ısrar etmeyi gerekli görmüyorum.

 

Sanayi ile ortak projeleriniz var mı? Ne yapıyorsunuz?

Şöyle bir şey yapıyoruz aslında: Önce Vestel mühendislerinin, Ar-Ge’de çalışanların yüksek lisans ve doktora yapmalarını sağlıyoruz. Önemli bir sayıda öğrencimiz var Vestel’den master ve doktora öğrencisi olan. Bilgisayarcı, elektrikçi, makineci, endüstri mühendisi olarak. Bu arkadaşlar hem yeni dersler alıyorlar, yeni teknolojileri öğreniyorlar,  master derecesi veya doktora derecesi de alıyorlar. Tabii bunları yaparken bir de şöyle bir avantajı oluyor, bizim hocalarımızla bu öğrenciler, bunların hepsi çalışan ve aktif olarak Vestel’in çeşitli Product Line’larında çalışan arkadaşlar, bunlarla birebir ilişki kurmuş oluyorlar. Neler yaptıklarını öğreniyorlar. Beraber projeler yapıyorlar. Ortak Ar-Ge projeleri yapıyorlar ve bu Ar-Ge projelerinin direkt olarak Vestel’de uygulaması var çünkü oradaki çocuklar zaten Vestel’de Product Line’da çalışıyorlar, dolayısıyla bu üniversite-endüstri ilişkisi açısından bence çok başarılı bir şey oldu ve bütün dünyada zaman içerisinde duyulacağına eminim. Yani biz programa başlayalı 2 sene oldu ama bayağı büyük sayıda proje çıktı. Bu projelerin bir kısmını TÜBİTAK, bir kısmını SANTEZ destekledi.

 

Televizyon projeleri mi bunlar?

Bunlar beyaz eşyadan tutun da yani buzdolabından çamaşır makinasına, televizyona her konuda projeler var. Yani özellikle bu endüstride çalışan mühendislerle akademisyenleri bir araya getirmek için bence en güzel metotlardan bir tanesi.

 

Bu bir iş ortaklığı mıdır?

Şimdi büyük şirketlerin bazılarının kendi eğitim birimleri oluyor. İşte kendi çalışanlarına öğretmek istedikleri şeyler öğretiliyor. Vestel bunu bizimle yapmayı karar verip işi bize verdi.

Biz Vestel’in eğitim birimi olduk. Bir nevi servis ama şu olabilirdi bu, hani seminerler veya sertifikalar gibi, kısa dersler verip bitirirdik, bunun yerine belli bir program içerisinde, mesela master için, tezsiz master yapacaksanız 10 tane master dersi vermeniz lazım ve burada diyoruz ki, isterseniz 10 tane dersi alırsanız master derecesi de alırsınız. İstemiyorsanız, yok ben sadece yeni teknoloji öğrenmek istiyorum diyorsanız, tamam o zaman 1 ders alan özel öğrencilerimiz de var öyle. Onlar bir tane ders alıyorlar ve bir tane belge alıyorlar bu dersi başarıyla almıştır diye. O da mümkün. Ama güzel tarafı, böyle o hocalarla öğrencilerin karşılıklı konuşabilmeleri. Çünkü orada öğrenci kendi yaptığını anlatıyor, hocam ben çamaşır makinesini sessiz olmasına çalışıyorum, dolayısıyla şöyle böyle yapıyorum, buradaki hoca diyor ki onu şöyle çözebiliriz, hadi ondan sonra patentliyelim, hadi beraber gidelim, bununla ilgili bir şeyler yazalım diyor, ondan sonra destekler geliyor.

Yani son söz olarak şey diyebilirim, iyi tarafa doğru gidiyoruz aslında. Bütün bu girişimciliği destekleyen, yani Türkiye’de girişimciliği destekleyen bir kısım kanunlar da gerekir, böyle şeyler de var. Mesela şu var: İlerlemiş memleketlerle gelişmekte olan memleketler arasındaki farkı gösteren indikatörlerinden biri bir şirket kurmayı ne kadar hızlı yapılabildiği. Bir memleket ne kadar gelişmişse şirket o kadar hızlı kuruluyor, ne kadar geri kalmışsa bir şirketin kurulması o kadar uzun sürüyor. Dolayısıyla bir şirketin kurulmasıyla kapatılmasının çabuklaşması önemli bir nokta.

Bir kısım finansal şeyler var, mesela Option dediğimiz bir şey var ki Start-Up’lar için çok önemli. Hani şundan bahsettik, bir şirket kuruyoruz, direkt maaş vermeyeceğiz de ortaklık vereceğiz. Şimdi Türkiye’de şu andaki en kabul edilmiş düzen şirkete birisinin ortak olması. Yalnız şirkete ortak olduğunuz zaman karda ve zararda ortak oluyorsunuz. Şimdi birisi işe girdiği zaman zararda ortak olmak istemiyor, o da tamam diyor, kar olursa ortak olurum ama zararda ortak olmak istemiyorum diyor, bir Risk-Taker da değilim, diyor. Senin şirketinde çalışmak istiyorum ama zarar edeceksen zarar senin. Option bunu yapabilmenin bir yolu. Tamam diyorsunuz, sen gel, eğer istersen bu şekilde 10% hisseni alabilirsin, böyle bir hakkın var. Yukarı doğru giderse alıyor, 10%unu kullanıyor. Yok şirket batıyorsa, zarar ediyorsa almıyor sadece, hiç bir şey kaybetmiyor. Ama bu 10% şirketin partneri olsaydı, bu şirket zarar etseydi, bu defa zararın %10’u da ona ait olacaktı. Bunu da istemeyebilir birisi. Türkiye’de böyle bir Option yapılabiliyor ama zor. Bayağı bir uğraşmak gerekiyor. Bu Option’ların Amerika’da marketi vardır. İsterseniz Option’larınızı alıp satabilirsiniz. Bu türde bir şeyin kurulmasına örnek olarak verdim. Bu tür legal Infrastructure desteklemek için yapılması yararlı olacaktır.

 

Çok teşekkürler Reha Bey, eklemek istediğiniz son bir şey var mı?

Hayır, çok teşekkür ederim.

 

Söyleşi Tarihi : 11 Temmuz 2013

Read More
Ali Sina Kumcuoğlu Söyleşisi

Ali-Kumcuoglu

“Yerli tasarıma bakış olumlu anlamda değişti günümüzde. Siz nereden lisans aldınız sorulurdu. ’Niye lisans alalım kardeşim, ben yapıyorum bunu.’ Peki başka bir yerde kullanıldı mı? Şimdi niye soruyor bu soruyu, yetkili adam alacak bunu koyacak. Ya çalışmazsa. Sen yanlış iş aldın. Oysa yurt dışından alıp koyarsan çalışmasa bile, ya kardeşim en iyisini aldık koyduk, diyebilir. Neyse ki artık kendini kurtaran bu tarz bir anlayışı görmüyoruz.“

 

Türkiye’de endüstriyel elektronik nasıl başlamış ve gelişmiştir?

Aslında ben o konunun ortasından girdim. Yani bizim yaş grubumuz öyle. Öğrenciyken karayollarında emniyet sistemleri vardı. Boğaz Köprüsü‘nde 76-77 yıllarında. Kötü zamanlar, Türkiye’nin karışık ortamları. İlk orada tanıştık fakat sonra ELSA dönemi başladı. Asker sonrası 81 başlarında olması lazım. Televizyon montaj sanayi var.

 

Telsiz teknolojileri. Elsa’yla mı başladı?

Elsa’yla, Teknim vardı o sırada. Sonra Aselsan.

 

O dönemde Demiryolları neden telsiz alır? 

Türkiye’de Demiryolları ihale açmış, telsiz alacak. Ama açtığı şu: Kazalar oluyordu, hatırlamazsınız o zaman. Trenler geliyor, güm diye çarpışıyorlardı. Sonra ben geldiğim sırada genel olarak şöyle bir hava vardı. Genel Müdür makine mühendisiydi. Yönetim kurulunda inşaat mühendisleri yani elektronikçi yoktu. Ben de Haydarpaşa’da CTC’ye gittim. Siz bana bir anlatın bakayım nedir bu durum, dedim. Kocaman bir yer, Haydarpaşa’nın içinde. Trenleri görüyorsun böyle vız vız. 1980′den bahsediyorum. 35 yıl öncesinden trenleri görüyorsun. Dispatcher diyorlardı.  İstanbul-Arifiye-Eskişehir-Ankara trenleri vız vız gidiyor.  Fakat bir şey oluyor ray üzerinde, aynı raya giriyorlar,  Dispatcher görüyor orada ve fakat çarpışıyorlar. Yani çarpışacağını görüyor fakat yapacak hiçbir şey yok.

 

Bu sistemler makinisti mi uyarıyor?

Makinisti uyarmıyor. Sadece görüyor. Hiç bir temasın yok.
Mesela kırmızı yanıyor duruyorlar, tren duruyor. Makinist iniyor trenden. Hatırlarsınız belki 90′lı yıllara sarkmış olabilir. Öyle olurdu. Kırmızı yanıyor girme diyor. Çünkü aynı rayı kullanıyorlar. Kırmızı yanınca girmiyorsun. O bilmem kaç metrede biri var ondan. Diyor ki burası kapalı. Fakat arıza verebiliyor, yani boşuna kırmızı yanabiliyor. Eline manyetolu telefonu alıyor çeviriyor. Merkeze diyor ki: “Bana kırmızı yanıyor burada geçeyim mi geçmeyeyim mi?“ O da bakıp, tamam serbest geç ya da geçme diyor.  Bunlar sürekli çarpışıyorlar, haber veremiyorlar. Amaç burada telsizle haber vermek. Telsiz projesi bunun içindi. İyi bir proje yapılmadığı için de şöyle düşünmüşler: Telsizi koyunca hemen konuşulacak, hayır konuşulmaz. Atıyorum Gebze’de olay. Gebze’deki istasyona gidecek adam diyecek ki dur girme. Olacak iş değil. Kulaktan kulağa oyunu gibi. Esas projede bir hata vardı. Neyse dağ, tepe dolaştık. Röle denen aktarıcı istasyonlardan hiç haberleri yok, projede de yok. Keltepe ve Bilecik taraflarında birer tane bulduk ve hakikaten konuşmaya başladılar. Bütün proje değişti. Mesela bu proje bazında bilgisizliğin ya da iyi araştırmamanın örneğidir. Daha sonrasında telsizin ötesinde inanılmaz şeyler var. Ama öyle bir çarpışma olayı vardı.

 

TV‘de uzaktan kumanda nasıl başladı? 

Uzaktan kumandanın tarihi çok ilginçtir. Televizyonların uzaktan kumandası yok. Zaten kanal yok ki. 1. kanaldan sonra çat ikinci kanal. Başka kanal yok yani. 80′lerin ortası. 90′lara gelirken Interstar ile birlikte Show gibi 1-2 tane daha girdi. Onlar da başlayınca bu sefer uzaktan kumanda, yani her seferinde kalk televizyona değiştir yerine.  İzmir‘de bir firma SAR Elektronik, uzaktan kumanda cihazı yapmaya başladı. Televizyonun önündeki tuş takımını söküyorsun, bu cihazı takıyorsun. Televizyon uzaktan kumandalı hale geliyor. O sırada biz de böyle yapalım dedik.

Uzaktan kumandaya tek kanal bağlıyorsun. Uydu alıcısını televizyona bağladığında iki tane kumanda gerekiyor. Biri televizyon, biri uydu için. Halbuki onu direkt uydu alıcısına bağladığın zaman tek kumanda ile kanal değiştiriyorsun. Bunu ilk defa Türkler yapmıştır.

 

Türksat etkisi ne boyuttadır?

Türksat çok iyi işleyen bir kurum. Yani hemen hemen çevredeki bütün ülkelere. Mesela Türk dizileri Araplarda, Balkanlarda çok revaçta. Türksat uydularından basıyorsun bu yayını. Mesela İran’dan biliyorum inanılmaz seyrediliyor. Şimdi bir de kendileri de satıyorlar. NBC özellikle, English Broadcasting Corporation. Kaçak diye bir dizi vardı bir zamanlar, duymuşsunuzdur. Dr. Kimble ondan beter. Ben gözlerimle gördüm. Yani trafik duruyor. Bilmem ne dizisi, trafik duruyor. Sokakta kimse yok. Kahvelerde bütün o açılmış, ben böyle şaşkınlık içinde seyrediyorum.

 

Neresi orası?

Dubai, Katar. Gözlerimle gördüm. Ne oluyor diye. Ben dizi de bilmiyorum.

Bizim kızlar, bizim plakalar. Şimdi inanılmaz, Balkanlarda da öyleymiş.

Bizim Osmanlı hinterlandını diziler bayağı ele geçirmiş. Amerikalılar zaten dizi satamıyormuş. Bir toplantıda ben duymuştum.

Yani o anlamda Türksat uydularının faydası var. Dolaylı olarak ticari ilişkilere de yarıyor. Hem ülkenin kültürü gidiyor. Adam Amerikan dizilerini neden seyretsin ki? Yakışıklı bir oğlan, güzel bir kız. Müslüman. Duvarda halı var, yerdeki koltuklar…

 

Evet, ilginç. Bizde 90′larda Avrupa, Amerika hayranlığı; Cnbc-e, Amerikan dizileri hayranlığı varken onlara karşı üstünlük kurmak…

Aslında çok ciddi bir olay. Sosyolojik olay. Bunu ileride incelerler mi bilmiyorum ama inanılmaz etkisi var.

 

Mobil uydu alıcısı işine nasıl başladınız?

Biz 3-4 senedir, çılgınca bir işe soyunduk. Mobil uydu alıcısı. Hareket halinde olan. Özellikle otobüslerde. Şu anda hemen hemen her otobüste var. Şehirlerarası otobüslerde, yolda giderken tepedeki anten kendini uyduya kitliyor. Aşağıda sağa dön sola dön, o hep sabit. Yol boyunca canlı yayın seyrediyorsun. Bunu yapan dünyada 4-5 firma var, daha fazla da yok. Şu anda biz patent aldık. Ar-Ge’nin getirdiği birikim getiriyor bunu. Diğer işleri biraz kenara ittik. Yine şu var: Eğer teknik desteği verirsen ki veriyoruz, yazılım olarak Brezilya’ya kadar teknik destek verebiliyoruz. Gana’ya bile. Şu anda Avusturalya’ya gidiyorduk. Avusturalya dünyanın öteki tarafı. O anlamda geçen İspanyollar vardı burada, onlar da alacaklar şimdi. Fransa, İtalya, Almanya, İngiltere alıyorlar. Onlar daha başka bir model alıyorlar karavanlar için. Ama mobil otobüs için mesela Juventus’un otobüsünde var. Ama bir şartla koyacaksın dedi, Juventus reklamı yapmayacaksın.

 

İhracatta komik sorgulama vakası nedir?

Yanılmıyorsam 2006 senesinde biz bir ülkeye altyapı cihazı verdik, profesyonel cihazlar. Şu anda Türkiye’de bütün televizyonların TRT dahil olmak üzere yerel altyapılarında bizim profesyonel cihazlarımız vardır. Yani Doğan’da ATV’de, TRT’de, NTV’de, hepsinde ve bunlar yurt dışında da kullanılıyor. Fransa’da, Afrika’nın pek çok yerinde, Yeni Zelanda’da, Hindistan’da ve İran’da da çok yüksek miktarda. Bir de Katar’a böyle bir iş yapmıştık. Ama nedir olay çok özel şeyler. Şimdi neler yaşıyoruz. Mesela şimdi olmuyor bu da, 3-4 sene önce oluyordu. Atıyorum bu cihazın tanesi 60-70 dolara satılıyor o zamanlar. Bir versiyon değiştiriyorsun. Dünyada da yok, 250 dolara sattık ve acayip para kazandık. O zaman tam da kriz dönemi. Kriz olduğuna göre 2001-2002 dönemi. Yani bizi kurtardı diyebilirim. Böyle bir tane mal satamıyorsun. Yılbaşı hiç unutmuyorum  2006 olabilir. Bir numaralı yazı sizin şu tarihte yapmış olduğunuz Katar’da şu ihracatta fahiş fiyat konulmuştur. Bunun açıklamasını yapın. İMMİP’ten geliyor. İstanbul Maden ve Metal İhracatçıları Birliği üyesiyiz.

İMMİP’i arayıp nedir bu, ne istiyorsunuz, dedim. “Valla bize de Ankara’dan geldi.

Biz de anlamadık, gönderdik.“ , “Peki nedir, ne yapacağız?“ , “Açıklayacaksınız, nasıl yapıldığını. Peki kim istedi?“  Açtım Ankara’ya Sanayi Bakanlığı’na bir telefon, bir Bölüm Müdürüyle görüştüm.

Ne istiyorsunuz bizden, dedim. “Ben 25 senelik profesyonelim,  fahiş fiyat sorgulama nedir bilmiyorum. Ne Borçlar Kanunu‘nda vardır, ne Dış Ticaret Kanunu‘nda vardır. Böyle bir şey yok, fahiş fiyat ne demek Allah aşkınıza. Ben malı sattım, faturamı kestim, vergisini ödedim, ülkeye döviz getirdim. Siz bana madalya takacağınıza, hesap soruyorsunuz. Nedir fahiş fiyat?”  Dedim. Onlar da aynen bunu söyledi:  “50 milyon dolarlık bir mal satıyorsanız bunun 40 milyon maliyeti olması lazım.”

Sonra uyandım ben. Bunlar hayali ihracat alıyorlar. Ardından açıklaması öyle oldu, ama söylemiyorlar tabi. Her şeyim kayıt altında. Ne aldığım belli, ne sattığım belli. Beyefendi, dedim kızdım da yani : “Ben patates soğan satmıyorum. Teknoloji satıyorum. Siz tank alırken kaç ton demir diye mi alıyorsunuz?”

 Aynen bunu söyledim. 100 milyonlar veriyorsun, bir tane tank alıyorsun ve onun demir ağırlığı taş çatlasın 5000 dolardır. Demir çünkü hepsi. Aradaki teknolojiye siz o fiyatı veriyorsunuz. Bu da bu. Onlar da : “Beyefendi siz haklısınız, sizi tanıyoruz, biliyoruz. Yine de bunu bir kitabına uydurun.” dedi. Nasıl yapayım? Hadi başladık atmaya. Şu kadar, bu kadar, efendim tanıtım giderleri bu kadar, bilmem ne giderleri bu kadar. Yani %10-15′e getirttik onu. Bunlar hep gelişmeyi engelleyici unsurlar. Hesap soruyor sana.

 

Günümüzde yerli tasarıma bakış nasıl değişti?

Şimdi Türksat çok önemli bir olay. Özellikle kritik şeylerde. Diyelim ki askeri bir projede bir yenileme yapacaksın ya da yeni bir şey yapacaksın. Nedir olay? Bunu kim yapmış, şu kişi yapmış. Türksat’ın ilk dönemlerinde de vardı bu fakat şimdi kırıldı.

Siz nereden lisans aldınız sorulurdu.“ Niye lisans alalım kardeşim, ben yapıyorum bunu.“  Peki başka bir yerde kullanıldı mı? Şimdi niye soruyor bu soruyu, yetkili adam alacak bunu koyacak. Ya çalışmazsa. Sen yanlış iş aldın. Oysa yurt dışından alıp koyarsan çalışmasa bile ya kardeşim en iyisini aldık koyduk. Yani kendini kurtaran bir anlayış. Sevindirici olan günümüzde bu anlayışın artık geride kalmış olması, yerli tasarım tercih edilmeye başladı…

 

Teşekkürler Ali Sina Bey. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Hayır, çok teşekkür ederim.

 

Söyleşi Tarihi :  8 Temmuz 2013

Read More
Ufuk Tarhan Söyleşisi

ufuk tarhann

 

“Herkes globalizmden bahsediyor ama mesela Amerika dünyadaki tüm iyi beyinleri kendi ulusal toprakları içerisine topluyor.

Ama beyin çalışmak ister. Beyin rahat etmek ister. Çalışmak için zamana ihtiyacı var. Kaynağa ihtiyacı var. Niye bizden sanatçı çıkmıyor? Niye olmuyor? Çünkü gebertiyoruz onları, yaşatmıyoruz ki. Yaratım dediğiniz şey hayatınıza pat diye düşen bir şey değil. Vahiyler geliyor da yapılmıyor. Yaratıcılık, buluşçuluk son derece sistematik, deli gibi çalışmayı isteyen şeyler. Yani bütün icatçılara bakın, hepsinin 1000 kere yapamadım, bilmem kaç kere yapamamıştım, şuradan atılmıştım, şuradan kovulmuştum, kaç kere iflas etmiştim falan.  Steve Jobs’a bakın yani herkese bakın acayip mücadele var arkalarında. Dolayısıyla bu olmadan o işler olmaz. Bir laf vardır ben çok severim: ‘Hep denedim, hep yenildim. Olsun yine dene, yine yenil daha iyi yenil.’”

 

1981, ODTÜ Ekonomi mezunuyum. Yani Orta Doğu Teknik Üniversitesi. Ancak hiç ekonomistlik yapmadım. Kısa bir iş deneyiminden sonra bugün bilgisayar, bilişim sektörü dediğimiz, teknoloji sektörü dediğimiz ama o zaman daha ismi cismi olmayan, ürünü de olmayan, hizmeti de olmayan bir sektörde işe başladım. Daha doğrusu 81-82′lerde IBM ilk defa kişisel bilgisayarları lanse ediyordu dünyaya. Onun yanına bir de yazıcı lazımdı. Daha doğrusu lazım diye Seiko Epson Corporation düşünmüş, bir cihaz üretmiş. Ben de o cihazı ithal eden o girişimcilerin şirketinde işe başladım. Satış ve pazarlamada ama ne ürünü bilen var, ne de ne yapılacağını bilen var. Bu çok istikbal vaat eden bir şey diye başlatılmış. Biz de hepimiz eğitime geliyorlar, öğreniyoruz falan harıl harıl ithalat hazırlıkları başladı.

Tabi o arada ne ithal edeceksiniz? Bu ürün nedir? Milli güvenliğe bir şey midir? Faksa bile yeni alışılan ya da yeni öğrenilen yıllardayız. Hatta faks ithal edenlerin devlet güvenlik mahkemesine gidip ifade verdiği yıllardı bunlar. Bu ne cihazı? Ne yapılıyor falan diye. Neyse biz de yazıcıyı ithal edeceğiz. Gümrük tarife pozisyonu yok. Hiç bir kuralı, kaydı bir şeyi yok. Makina yedek parçası, bu bilgisayarı almışlar bir şekilde ithalat izni alınmış. Bu da onun parçası. Makina yedek parçası diye o tarifelerden içeri sokulmaya çalışılıyor ve form kağıtları dolduruluyor. Çocuklar geldiler, Ufuk Hanım imzalar mısınız ithalat kağıtları, dediler. Ne yazıyor? Buna Computer kağıdı dediysek bu da bilgi yazacak. Ürün nedir? İsim yazmak lazım. Printer olmuyor, yazılmıyor. Tam imzalıyordum. Ya dedim bunun adı bilgisayar, buna bilgiyazar derken ithalatta işlemi yanlış yaparlar, el hatası, yazım hatası olur, uğraşırız. Bunu biz ayıralım. Dümdüz yazıcı diyelim dedim ve o ürünün adı artık yazıcı oldu.

Yani işin bu kadar başında girdim ve bu çekimi yaptığım yıllar 30 senenin üstünde zaman geçti . 30 senede teknolojinin işi, yaşamı her şeyi nasıl değiştirdiğini böyle neredeyse adım adım gözleyebildim çünkü teknoloji sektöründen hiç kopmadım.

İnternet çıktı, üstüne GSM çıktı. Her kademede büyük zorluklar yaşadık ama şimdi öyle değil. Çok ileri gidiyoruz. Türkiye çok önemli dijital oyunculardan bir tanesi. Bu güzel tabi. Bilgiye erişim. Cihazları kullanmak. Onlarla diğer ülke insanları gibi her şeye eşit zamanda ulaşmak çok memnuniyet verici. Fakat hala işin daha çok tüketim tarafında olmak, teknoloji icat eden ya da tasarımlar icat eden, yazılım gibi bu alanlarda üretim yapamıyor olmak çok rahatsız ediyor. Hiç değilse kullanıcı tarafında, dijital dünya tarafında önemli bir oyuncu olarak yer almak da mutlu ediyor.

 

Özal’la ilgili çok fazla yorum yapıldı röportajda. Mesela telekomünikasyon olsun, televizyon olsun teşviklerle bayağı bir desteklenmiş. Aynı şey bilişim sektörüne verilmedi mi?

Hayır. Hiç verilmedi aksine güçlükler de çok fazla oldu. Bir kere o yıllar, bu bilgisayar sektörünün geliştiği yıllar Türkiye’nin en türbülanslı yıllarıydı. Çok ağır krizlerden çıktı. Bir de tamamı ithalata dayalı bir sektördü. Sürekli döviz krizleri, ekonomik krizler… Mesela şeyi hatırlıyorum, 2000-01 krizinde, biz yabancılarla bir toplantıdaydık ve satışlarımızı nasıl arttırırız diye konuşurken bir anda, o zaman cep telefonları vardı, mesajlar gelmeyi başladı şirketlerimizden bize. Türkiye’de büyük devalüasyon oldu. Bir anda sektör %70 küçüldü. Düşünebiliyor musunuz? 100 tane ürün satarım, 100 lira kazanırım diye başladığınız bir işte artık 70 lirası yok demeye geliyorsunuz bir ertesi gün. Ticari alanda da hiç kolaylaştırıcılık yoktu, teknolojik alanda da. Bu bir tarafından tutulmaz ki. Eğitiminin ona göre yani akademik alanın ona göre hazırlanması lazım, şirketlerin çalışma kolaylıklarının olması lazım.

Şu anda biz hala bilişime yetişmeye, bilişimde iyiyiz diye övünmeye çalışırsak yine çok atlarız. Ben mesela bazen görüyorum bilişim sektörünün cirosu bilmem kaç milyara çıktı diye raporlar ya da açıklamalar okuyoruz. Bir bakıyorsun yine %80′i telekomünikasyondan geliyor. Bunun yazılım tarafı işte söylediğimiz diğer yeni alanlara, nano ve genetikten alanlara geçişinin hazırlanması… Bir sürü şey var. Augmented Reality, Artificial Intellegence var, hologramlar gelişiyor. Çocukları tabletle okutuyoruz kısmı bizi çok çözmez. Yeni nesil sahiden deli gibi dijital kafalı olur ama onun ötesine, onlara iş yaratamazsak, onların kafalarını açamazsak yine lütfen herkes tabirimi mazur görsün, nal toplarız. Dijital nal toplarız bu sefer. Eskiden çip topluyorduk şimdi dijit toplarız. Bu da çok güzel olmaz. Olabilir mi? Hala çok fırsat var.

Var, var. Sıfır değiliz ama kesinlikle olmamız gereken yerde değiliz. Yani kesinlikle değiliz. Bir kere akademik ortam çok zayıf. Bu konuda, bu insan gücünü yetiştirecek olan, insan kaynaklarını yetiştirecek olan akademik içeriklerimiz, müfredat müthiş yetersiz. Tabi ki iyi örnekler var, olmaz mı ama bunlar çok az.

Çok atılımlar yapılıyor, yapılmak isteniyor, yetersiz. Mesela girişimci çıkmıyor bu alanda. Çıkamaz çünkü bu insanların, bu alanlara girmesi için 3-5 seneye ihtiyaçları var. Rahat kafaları ile çalışmaları lazım. Tasarım dediğiniz iş, kodlama dediğiniz iş, bunlardan sonuç çıkararak projelerin yapılması çok emek ister.

Bu emeği tahsis etmeye hevesli de çok insan var. Girişimcilik bilinci ve bu alanların önemli olduğuna dair bilinç gelişti ama bunlara destek verilmezse nefesleri yetmiyor. Neticede bir yemesi içmesi lazım. Bu ay içerisinde katıldığım bir çok toplantıda pek çok parlak profil hevesle girdiler. Şirketlerinden ayrıldılar. İşte biz şu projeyi yapacağız, şu yazılımı üreteceğiz, şu uygulamayı yapacağız, şu sisteme yardım edeceğiz, denildi. Çocuklar 1-2 sene debeleniyorlar. Her projeleri de tabi ki başarılı olmuyor.

Yatırımcılar da sıraya girip beklemiyor bunları. O zaman ne oluyor? Hepsinden şunu duyuyorum, çok hevesli, çok mutluyum ama yemek içmek de lazım, eve de para götürmek lazım. Şimdi buralarda çok iyileştirilecek yerlerimiz var. Ben olsun istiyorum. Geleceğimiz için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Mesela sen şimdi genç bir girişimci olarak uğraşıp duruyorsun. Halbuki ne kadar kıymetli bir iş yapıyorsun.

 

Girişimcilik konusunda aileler nasıl yaklaşıyor?

Hep şey söyleniyor, bu girişimcilik için ailelerin kafa yapısı müsait değil. Herkes çocuklarının girip bir yerde çalışmasını istiyorlar. Türkler memur kafalı. Doğru. Bir, en çok söylenen bu. İkincisi de Türklerde girişimci sermaye yok. O da doğru. Türkler bir de yaratıcı değil. İcat çıkarma ile büyümüş bir nesiliz. Bizden yaratıcı da çıkmaz. Oldu, bunları alıp oturalım o zaman. Öyle bir şey yok. Bunu ne zaman değiştireceğiz. Şimdi her şey çok daha kolay. Bilgiye erişmek, girişmek. Bunlarla ilgili bir takım şeyleri geliştirmek. Bunlar olmazsa sermaye de birikmez, ailelerin kafası da değişmez. Yaratıcı zekalar da gelişmez. O yüzden ben bu mazeretlerin arkasına saklanılmadan ilerlenmesi için her bir ferdin çok çalışması gerektiğini düşünüyorum fakat bunlar gerçekten çok büyük meseleler. Yani dünya çapında rekabet edebilmek ve oralarda kendine yer yapabilmek içinde muhakkak ve muhakkak devletin desteğinin olması lazım.

Şimdi burada ne demek istiyorum? Devletten yardım dilenen bir tonda söylemiyorum. Devletin o desteği vermesini sağlayan fonlar da hepimizin. Hepimiz de vergilerimizle, çabalarımızla, emeklerimizle o tahsis edici kaynakları yaratıyoruz. Ben o kaynakların tahsisatına karışmak istiyorum. O kaynakların tahsisatı için ricada bulunuyorum. Bunları lütfen gözle gördüğümüz, elle tuttuğumuz gelişim alanlarına tahsis edelim artık. Bu konuda daha cesur, daha deli olalım ve birkaç tane de deli örnekle kendimizi avutmayalım. Hiç öyle çok acayip şeyler yapıyor değiliz. Yani 2-3 tane firmanın çıkması hiç önemli değil. İnsanlar yeniden deli gibi uzay çalışıyorlar, deli gibi genetik çalışıyorlar, nano çalışıyorlar, giyilebilir teknolojiler çalışıyorlar. Biz tabletle çocuklarımızı eğiteceğiz diye oturursak 5-10 sene sonra bugüne gelmemizden önceki sıkıntıların daha beter seviyesine düşebiliriz. Bunu kendimize yapmamamız lazım.

 

Ufuk Hanım benim merak ettiğim Arçelik, Vestel gibi çok oturmuş, geliri çok yüksek firmaların niye böyle hayal mahsulü şeylere yönelen timleri yani fantezi timleri yok?

Şu anda bu inovatif şirketler dediğimiz şirketlerimiz var. Hala bakın, sanayi kuruluşlarımız var. Bu şirketlerin başında oturanların çoğu artık kuşakları öğrendi. X, Y, Z diyoruz ya X jenerasyonu veya Babyboomer’a doğru adım atmış kişiler. Bu kişilerin dijital algısını çok zayıf görüyorum. Yani dünyanın resmen bir dijital devrim yaşadığını, bir robot devrimi yaşadığını… Eskiden devrimler böyle 50 senelerde, 100 senelerde falan oluyormuş ama bakılacak olursa bu hale gelmemizi tetikleyen en son dönüm noktası bugün bilgisayar, yani IT sektörü oldu. Neyle başladı? Bilgisayarla başladı, kişisel bilgisayarla. Sonra üstüne internet koyduk.

Sonra GSM’i koyduk ve buraya kadar geldik. Yani bilgisayar devrimi bizi buraya getirdi koydu.

Şimdi buradan dijital devrime ve robot devrimine ilerliyoruz. İçerisinde yaşadığımız devrimi bilerek ve hissederek gidiyoruz ama bunu farkında olsalar da bu konuda, yapılması gerekenler konusunda cesur adımlar atması gereken insanlar. Mutlaka onların yapması lazım çünkü karar verici noktalar da onlar. Bunların yaşları işte 50′ler, 60′lar civarında yani 40 üzerindeki insanların risk alma adalesi çok düşmüş vaziyette. Üstelik hiç anlamadıkları, çok tehlikeli buldukları alanlarda dönüşüm geçirmeleri gerecek.

Oralarda dijital çevikliğin, dijital aklın, dijital cesaretin çok düşük olduğunu görüyorum. O yüzden de kaynakları da onlar tahsis ettiği için en çok zorluk orada. Orada bir sıkışmış, Y jenerasyon dediğimiz arkasından onları iteleyen Z jenerasyonu yani tabletle büyüyen… Ben ilk işe başladığımda 16 Kb bilgisayarı, 16 Kb şu anda söylerken bile tuhaf geliyor, 4.000 dolara falan satmaya çalışıyorduk. 16 Kb bilgisayarın içine ne konuyordu acaba? Bir şey koyamıyorduk herhalde. Satmaya çalıştığımız müşteri de şey diyordu, hiç unutmuyorum da bir tanesi, ne atlattımsa ikna olmadı, kızım bari bir bilgi saydır da onu göreyim şu ne işe yarıyor, gibi. Öyle şeylerden şu anda 30 senecik bir zamanda içeriden annesine, anne iPad parmağım kanıyor, diye gelen çocukların olduğu bir zamana geldik. Onun için bu Z’ler parmağını tablet için zanneden bebeklerin olduğu Z’ler ile -onlar 11-12′ye kadar olunca Z diyoruz- onun üstündeki Y’lere, X’lere müthiş baskı yapıyor esasında. Çünkü firmaların müşterileri onlar olacak.

Yeni nesil müşterileri artık her şeyde ekran görmek isteyecek. Bunlar ekran nesli. O nesli anlamıyor, işlerinin tepe yönetim ve önlerini açmıyor. Ben o konuda şu anda üst düzeyde çalışan bütün karar vericilerin çok ciddi sorumluluk taşıdığını düşünüyorum. Firmalarla irtibatlarımızda görüyorum. Var evet, bu önemli bir şey, yapmak lazım, algısı var fakat eylem yok. Eylem için cesur değiller. O eylemin gerektirdiği yeni yatırımları, yeni dönüşüm dalgalarını göğüsleyebilecek gibi değiller.

 

Siz peki X ve Y neslinin teknoloji alanında girişimcilik özelliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Girişimcilik özellikleri, X’lerde tabi çok fazla yok. Onlar daha güvenli alanlarda, konfor alanlarında çok rahatlar. Bir de tabi Türkiye şimdi gelişme sürecinde falan onun için konfor alanı meselesi önemli bir engel. Girişimcilik de böyle konfor alanı tanımıyor.  Onun için tabi ki büyüklerin adalesi çok yok. Gençler yapsın. Onlar hep gençler bu gelecek sizin, siz girişimci olun, biz yapamadık siz yapın gibi bir sürü topu atıyorlar gençlerin önüne ama attıkları topu önünde bulan gençlerle bir kere o kafayla yetişmemişler. Birden bire girişimci olmaları söyleniyor onlara. Tamam, girişimci olalım ama önlerinde yeterli kaynak yok. Hadi, diyelim yeni bir şirket kurdu aynen trilyonluk şirketin muhatap olduğu bütün ticari koşullara o da muhatap oluyor. Çocuk daha ne işletme bilmiyorken, o vergiyi ver, şunu öğren. Bu girişeceği fikri bırakıp paçasını kurtarmaya karnını doyurmaya odaklanıyor. Onun için girişimci olmak şart konusu netleşti. Daha algı yüksek çünkü iş bulunamıyor. Zaten ya iş bulunamıyor, genç işsiz oranı da en yüksek ülkelerden biriyiz. Üniversiteli işsiz oranı en yüksek ülkelerden biriyiz. Hani biz rakamları süsleyip bakmasını seviyoruz ama derin kırılımlar da baktığımızda rahatsız olabileceğimiz tablolar da var. Onların bir tanesi de genç işsizlerimiz. Bunlar iş bulamıyorlar.

Bizim zamanımızda mesela özel sektör gelişiyordu. İşte Özal zamanında özel sektörle tanıştık. Ben de aslında Özal’dan sonra gelişen özel sektörün ilk mamullerinden bir tanesiyim. Uzun süre kurumsallaşan ve globalleşen dünyada iş hayatımın büyük bir kısmı kurumsal çalışan olarak geçti. Sonra 2006′da kendi şirketimi kurdum, girişimci oldum. O yaştan sonra ve 2 alanı da çok net karşılaştırabiliyorum. Yeni gençlerin, yeni neslin, yeni çağın isteklerini ve zorluklarını da algılayabiliyorum.

Şimdi çok farklı şeyler var. Bir kere üniversiteye arzu çoğaldı. İçi dolu mu onun? Değil. Yani kalitesi artarak, nitelikleri artarak bir arz yok. Sayısal olarak çok büyük artış var ama gerçek dünyanın istediği şeyler çok fazla. Onların, iş hayatının, gelişmenin, yeni çağın istediği yetkinlikler çok yüksek. Bir kere orada bir açık var. Tamam, arz var, aslında talep de var fakat nitelik, yetkinlikler kısa kalıyor. Öbür tarafta da zaten hiçbir zaman mezun sayısı kadar iş imkanı yaratılamıyor. Bundan sonra hiç yaratılamayacak çünkü robotik sistemlere geçiyoruz artık. Internet of Things diyoruz mesela. Akıllı sistemler diyoruz. Robotlar ve insanlar birleşiyor nerdeyse. Burada insanların yaptığı bir sürü iş zaten teknolojiye transfer oluyor. O yüzden de çalışma olanağı daralacak. Çalışma olanağı olan yere Qualification yetmiyor, yetkinlik yetmiyor artı bir de onun sayısı sürekli düşüyor. Dolayısıyla üniversite mezunu olmak artık hiçbir şey. Öyle bir kağıt. Bir kere kendini acayip geliştireceksin. Kişisel yetkinlikler çok yükselecek. Mümkünse birkaç tane alanda derin uzmanlığın olacak. Böyle teknoloji ile çok iyi entegre olacaksın. O zaman bir iş bulma ve bir iş istihdam fırsatı olabilir durumda.

Onun için aslında yeni iş modellerinin, çalışma modellerinin, yeni yetkinlik setlerinin çok çalışılması lazım. Nasıl hani bilgisayarlaşmak, bilişim sektörü birçok şeyi tepeden tırnağa değiştirdi, bugün dijitalleşme ve robotik sistemler de tepeden aşağı değiştiriyor. Bunun farkındalığının ben o kadar derin olmadığını görüyorum. O yüzden zaten şu anda yaptığım işi yapıyorum. İşte fütürizmi bir araç olarak kullanarak, geleceğe bakışı daha bilimsel, daha ciddi yapılır hale getirmek istiyorum. Yani şu anda mesela yeni sistemler kuruluncaya kadar hala en makbul çalışma alanlarından biri devlet memurluğu. Bu cevabı kimse beklemez ama şu anda bizim özel sektör gelişirken, devlet memuru da olunur mu canım, denirken şu anda tekrar makbul olmaya başladı.

 

Aslında fütürizme gelmeden önce biraz o vazgeçen girişimcilerden bahsedelim. Niye vazgeçtiler? Olayları neydi?

Bir kere girişimcilik öğrenilmesi gereken bir çalışma modeli ve ücretli çalışmaktan çok daha meşakkatli. Riski tamamen insanın kendisinin aldığı, her şeyiyle kendisinin kullanması gereken çok farklı bir model. Model bir kere çok zorlayıcı. Türkler ona hiç hazırlanmıyor. Bir kere buna arkadan bir hazırlığın olması lazım bir. İkincisi, diyelim bir cesaret etti. Bu sefer de altyapı ve üst yapı koşulları hazır değil. Onları destekleyen hiçbir şey yok. En büyük desteğin de tabi finansal konularda olması lazım.

Finansal konularda girişimciliği öğretme, öğrenme konusunda olması lazım. Bunlar hiç yapılandırılmış değil. Yani yapılıyor ama çok tesadüfi. Henüz daha çok sistemsiz ve daha işin çok başındayız. Böyle bir kültürümüz, böyle bir kodumuz yok. Onun için ne oluyor? Birçok girişim doğmadan ölüyor. Doğumdan kısa bir süre sonra ölüyor. Tam böyle işi ortaya çıkardıklarında köprü aşaması vardır. Büyümeye dönük bir yatırım alması gerekir. Orada hiç yatırımcı yok. Kimse bunlara inanmıyor. Lafta herkes girişin, girişin, diyor; para sahibi olan, sermaye sahibi olanlar böyle girişimcileri destekliyor mu? Hayır. Daha yeni yeni başladı. Melek yatırımcı falan parmağınızla sayacağınız kadar oldu.

 Onların da fonları oldukça küçük. Devletin destekleri çok küçük. Yani özetle bu iş parasız olmuyor. Söylem var eylem yok, olmaz. Onun için çocuklar, insanlar vazgeçiyorlar. Aç kalıyorlar çünkü sürünüyorlar. Onu da biraz denedikten sonra ben yine bari ne yapayım, ücretli alana geçeyim. Yine kenardan kenardan yapmaya çalışırıma dönüyor ki bunlar işleri büyütmüyor.

 

Bu melek sermayeciler konusunda bilgilendirici çalışmaları var mı? Yoksa genel çalışmaları sadece yatırım bazlı mı?

Girişimcilik kültürünü geliştirmek. Bir kere insanları girişmeye, hem giriştikten sonra etapları hazırlamaya çalışan bir eko sistem, bir habitat yaratmaya çalışan önemli birkaç platform var. Bunlar çok düzenli olarak girişimcilik toplantıları yapıyorlar. Bu eğitimi, bu kültürü, dokuyu oluşturma konusunu üstleniyorlar. Girişimcilerin temelde böyle bir misyonu yok. Onlar bu misyonu, bu tedrisattan geçip hatta işlerini de karlı bir şekilde biraz koşturmaya başlamış kişileri yatırım yapmak üzere yine bu platformlarda girişimci seçiyorlar, daha doğrusu proje seçiyorlar. Var tabi ama son derece yetersiz. Çok bebek adımlar var daha. O pek girişimcilerin üstüne vazife değil. Onun yapması gereken platformların, üniversite sanayi işbirliklerinin çoğalması lazım. Adımlar var. Bebek adımları.

 

Türkiye’de fütürizm ne zaman başladı? Nasıl gelişti? Şimdi nelerde? Ne gibi etkinlikleri var? Şöyle genel tarihi bir panoramasını alabilir miyiz sizden?

Fütürizmin Türkiye’de resmi dernekleşme olayı 2005′te gerçekleşti. Alphan Manas ile birlikte 2005′te biz ve tabi ki ilk kurucu yönetim kuruluyla faaliyetlere başladık. 2008′e kadar Kanarya Sevenler Derneği gibi gittik. Fütürizm deyince, turizm mi ne? Kimse anlamıyordu. Bunu anlatmak bir vakit aldı. 2008′de biz ilk fütüristler zirvesi yaptık. Dünyanın en önemli fütüristlerinden birini getirdik. Jacque Fresco’yu. Onu getirince ve o olayla bir dönüm noktası yaşadık ve herkesin dikkatini üstümüze çekmeyi başardık. Üye sayımız arttı ve birçok proje geliştirdik. İşte Tekno Kadınlar, Fütürist Shuffle’lar yaptık. Fütürizm okulları açtık hatta ODTÜ’de bir Future Studies dersi koydurmayı başardık. Fütürizm konusunu akademik ortama da soktuk ve birçok genç fütüristler ekibi kurduk. Fütürist elçileri üniversitelerde atadık. Yani haldır haldır fütürizmi anlatmaya çalıştık. Peki, niye bunu yapmaya çalışıyoruz? Ne oluyor yani fütürist olunca ya da olmayınca? Bir kere fütürizmi, hemen onu düzeltelim çünkü genelde öyle bir algı oluyor. Sonunda “izm” var. Siyasi, dini, ticari bir politik tonu olabilir mi? Hayır, katiyen yok. Fütürizm meslekleşecek. Tıpkı tarih gibi insanların vazgeçilmez bakış açılarından, bilgi kaynaklarından, kalibrasyon merkezlerinden bir tanesi olacak. Geleceğe bakmayı öğretiyor aslında. Geleceğe bakıp sonra o gelecek için neler yapılmalı, neler tehlikeli, neler iyi olabiliri çözümlemeye çalışan, senaryolar kurgulayan çok ciddi bilimsel çalışmaların aslında özeti. Bir kelime ama altı çok kalabalık ve bu artık meslek olarak da resmen kullanılmaya başlandı ki bunu kartvizitine meslek olarak yazan ilk kişi benim Türkiye’de. Fütürist dedim ama altında açıklamasını yazmak durumunda kalmıştım. Hala da öyle yazıyor. En iyi gelecek tasarımcısı çünkü fütürizm aslında gelecek tasarımcısı. Nasıl bir gelecek istiyorsak onu bir tasarlayalım ve onu yapmak için çalışalım diyen bir yaklaşım, bir bütün.

 

Fütüristler firmalarla çalışıyor mu? Firmaların fütürizm departmanları var mı? Olacak mı? Bu ikisi arasındaki ilişki şu an nasıl? Gelecekte nasıl olacak?

Bu tozu herhalde ben IT sektörü başladığında yutmuştum. O zaman hiçbir şey yoktu, şimdi her şey var. Bir sürü meslek doğdu. Bu fütürizm alanında da böyle oluyor. Tabi ki şu anda şirketlerin fütürizm bölümleri yok, henüz fütüristler çalıştırmıyorlar fakat hepsi olacak.

Hepsi olmak durumunda çünkü geleceği kurgulamadan ilerlemek artık hiç mümkün değil. Gelecek kendi haline bırakılacak bir şey değil. Ne yapılacak tarafını da işte bu fütüristlerin, fütürizm bölümlerinin çalışmalarının açması lazım. Yurt dışında bayağı başladı. Yani yurt dışında mesela bu yıl yaptığımız en önemli şey aslında 1 Martları gelecek günü olarak kutlama günü olarak ilan ettik ve tarihi, geçmişteki zaferleri, doğanın ritmik tekrarlarını kutluyoruz. Bahar bayramı gibi. Geleceğe hiç bakan yok. Biz dedik ki, aslında geleceğin kutlanacak çok potansiyeli var. Gelecek hiç olmamış yani bir sürü şey yapabiliriz. Onu kutlayalım, dedik ve bunun için de boş olan bir günü, 1 Mart’ı seçtik ve 2013′te ilkini kutladık. Dünyadan da çok büyük övgü aldık bu anlamda. Şimdi hatta tarih dersi gibi gelecek dersi falan koydurmaya çalışıyoruz. O gelecek günü Keynot Speaker’larından bir tanesi Intel’den geldi ve kartvizitinde Intel Futurist yazıyordu. Yani resmen bordrosunu, maaş almasının sebebi bu mesleği icra etmesi. Onun için şu anda çok yok ama artıyor.

 

Ben hep şeyi sorguladım. Röportajlarda da sordum. Türkiye bu zamana gelene kadar ya da yakın zamanı diyelim teknolojiyle bir nevi tasarruf sağlamak için yerli katkı payını arttırmaya çalıştı. Artık teknolojiyi biz geliştirelim hırsı var mı? Kompleksli, kıskanç gençler var mıdır? “Sürekli dışarıdan yapılmasını bekliyoruz. iPhone 7 geldi, heyecanlandık. Windows 9 çıktı. Batı ne güzel yapmış.” diyen, böyle gençler görüyor musunuz? Ya da orta yaşlılar?

Böyle biz şunu yapalım, diye deli hevesi olan kimse görmüyorum. Çok kimse görmüyorum çünkü çok üzgünüm bunu söylediğim için ama bizim önce çalışmayı öğrenmemiz lazım. Bir iş nedir? İşe saygı nedir? Yapmak, yaratmak nasıl bir şeydir? Bu konuda gerçekten uzun yıllar yanlış şeyler yapmanın ve ihmal etmenin sıkıntısını çekiyoruz. Onun için gözünden ateşler fışkıran, aman ben de şunu yapayım diyen bir genel halimiz yok. Gençlerde tabi bu hemen hemen hiç yok. Gençler daha iş hayatına başlamadan son derece yorgunlar ve bezginler. Yoruyoruz onları. Zaten gördükleri şeyler onların motivasyonlarını kırıyor.

Önlerinde model olan büyükler o kadar depresif o kadar kavgacı, o kadar gergin, her şeyden yakınan. Ağzını bir şey için aç, olmaz şu yok ki, bizde olmaz, yok orada bir şey olmaz, yapamazsın diye seni sustururlar. Her şeye olumsuz bakan böyle büyük modeller, tabi ki böyle gözlerinden ateş fışkıran ben Apple’ın yerine şunu yapayım, şu uygulama ile dünyayı uçurayım, diyen yok. Mış gibi söyleyen çok ama bunun arkasında gereken iyi çalışmalar, hakikaten çok disiplinli yaklaşım yok, artı kaynak da yok. Olmayınca çok görmüyorum açıkçası. Çok görmek istiyorum. Biz fütüristlerin en büyük takıntıları da bu. Niye olmasın ya? Geçmişte olmaması şimdi olmaması manasına gelmez. Hadi bir başlayalım, heyecanımız çok yüksek. Bizim böyle heyecanımıza katılan insanlar var tabi. Hiç, hep laflarını ben hiç sevmem. Az diyelim. Onu da çoğaltmak için var gücümüzle fütürizm kanalından, damarından ilerlemeye çalışıyoruz.

Herkes globalizmden bahsediyor ama mesela Amerika dünyadaki tüm iyi beyinleri kendi ulusal toprakları içerisine topluyor.

Ama beyin çalışmak ister. Beyin rahat etmek ister. Çalışmak için zamana ihtiyacı var. Kaynağa ihtiyacı var. Niye bizden sanatçı çıkmıyor? Niye olmuyor? Çünkü gebertiyoruz onları, yaşatmıyoruz ki. Yaratım dediğiniz şey hayatınıza pat diye düşen bir şey değil.

Vahiyler geliyor da yapılmıyor. Yaratıcılık, buluşçuluk son derece sistematik, deli gibi çalışmayı isteyen şeyler. Yani bütün icatçılara bakın, hepsinin 1000 kere yapamadım, bilmem kaç kere yapamamıştım, şuradan atılmıştım, şuradan kovulmuştum, kaç kere iflas etmiştim falan.  Steve Jobs’a bakın yani herkese bakın acayip mücadele var arkalarında. Dolayısıyla bu olmadan o işler olmaz. Bir laf vardır ben çok severim: ‘Hep denedim, hep yenildim. Olsun yine dene, yine yenil daha iyi yenil.

Mesela onlarda bilişim niye gelişiyor? İlk olarak o fikir olacak. O fikrin içerisinden deli gibi koşan çalışan birileri olacak fakat o olduğu anda da onun önünü açacak, onu kolaylaştıracak, o yaptığı şeyin değerli olmasını sağlayacak altyapının da olması lazım. Yani bir bakın bilişimde gelişen bütün ülkeler, durumlarda çok ciddi tahsisatlar var. Ya yerleri verilmiş, ya geri dönüşsüz krediler verilmiş, ya çok ucuza verilmiş. Vergiler alınmamış. Kaliteli insan çalıştırmak lazım bu buluşlarda. Onları nasıl ödeyeceksiniz? Hepsi sıfırdan yetişmez ki birilerini alıp getirmek, ithal etmek, dahil etmek lazım. Bunlar için hep para lazım, hep kaynak, hep destek lazım. Biri olmadan öteki olmuyor. Hem fikir ve atılımcılar lazım, hem de onlar koşarken onların terini silen, önünü açan, kolaylayan kaynaklar lazım. Bunları biliyorsak yaparız, yapabiliriz, diye ben yapı itibariyle hiç umutsuzluğa kapılmayan biriyim. Düştün mü, bir daha kalk. Demin söyledim ya, o sözlere çok inanırım. Buna ulusça da inanıp, inanan insanları çoğaltıp çok iyi şeyler yapacağımıza inancım tam. Karamsar konuşsam da ben genelde son derece umutlu ve son derece pozitif bakıyorum. Hele de geçirdiğimiz süreçle şimdi geldiğimiz noktayı karşılaştırınca.

 

Kendi kuşağınızı nasıl görüyorsunuz?

Çok ilginç bir şey var. 50′lerden sonra, 60′lardan sonra bir takım yaşamsal; bir kere deneyim, hayat deneyimi, yaşamsal deneyim çok şey katıyor. O yaşlarda ailenin hengamesi, iş hayatının hengamesi birazcık azalmış oluyor ve 50-60′lardan sonra eğer insanlar kendilerini iyi güncellemişlerse yani bu çağın dönüşümleri içinde kendilerini yenileştirebilmişlerse hakikaten hem deneyim, hem yaşam, hem iş deneyimleri, hem de bir de güncelleme ile gençlerden çok daha enerjik ve cesur duruyorlar. Böyle bir kısım da var. Bir kısım var ununu elemiş, eleğini asmış. 50-60′lar civarında da bir kesim var ki aslında belki gençlerde olmasını beklediğimiz atılımcılığa sahipler. O da hoş bir şey belki de denge ile kurtuluşu orada bulacağız. Herkes gençler yapsın diye beklerken eskiden bir vebalimiz de var. Gençlere iyi örnekler olamadık, onları yorduk. Bir grup ileri yaştaki insan belki bu vebali temizleyecek. Onların önünde koşup, onlara iyi örnekler olup, onlarla el ele, kol kola bu makûs talihimizi parlak bir geleceğe dönüştürebilecek diye umuyorum.

 

Peki teşekkür ediyorum. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mıdır? Ya da bir hikaye, anekdot?

Ben hep bir tane sloganım var. Her yerde bitiş cümlesi olarak onu söylerim. Her şeye rağmen gelecek güzel gelecek. Teşekkürler.

 

Söyleşi Tarihi :  5 Şubat 2014

Read More
Prof. Dr. Ahmet Oral Söyleşisi

ahmet oral

 

“Müşterilerimiz dünyada tanınmış üniversiteler. Dünyanın en iyi ilk 10 üniversitesinden 3 müşterimiz var. Oxford, Harvard, MIT, İlk 100 üniversiteden 15 tane üniversitemiz var. Genelde Türkiye’den bütün üniversitelerden beyin ihraç edilir. Biz burada Türk bilim insanları olarak ürünleri geliştirip onlara yüksek teknoloji ürünü satan bir şirketiz. Sadece optik mikroskop pazarı dünyada 1-2 milyar dolar cirosu olan bir pazar. Çok küçük bir kısmı atomik kuvvet mikroskobuna ayrılmış durumda. Ortalama iyi kaliteli bir mikroskobun fiyatı 15-20 bin dolar civarında. Biz optik mikroskop alabilecek insanlara, atomik kuvvet mikroskobu satabilmeyi umuyoruz. Bunlardan sadece %2’sini böyle satarsak yıllık hedefimizi gerçekleştirmiş bulunacağız.

1987 yılında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra yeni kurulmuş olan Bilkent Üniversitesi’nde master ve doktora çalışmalarıma devam ettim. 1994 yılında doktoramı bitirdim. Master ve doktora çalışmalarım sırasında o zamanlar yeni Nobel Ödülü almış olan taramalı tünelleme mikroskoplarını ve çeşitlerini Türkiye’de imal ettim. Bunlarla değişik bilimsel araştırmalar yaptım. 94 yılında İngiltere’de, doktora sonrası çalışmalarımı yürütüp, 2,5 yılda Oxford Üniversitesi’nde çalıştım. Oxford Üniversitsi’nde çalışırken son 1 yılda Nano Magnetics Instruments şirketini kurdum. İlk ürünümüzü Japonya’da bir üniversiteye, İngiltere de imal edip, teslim ettik. 1999 yılında Türkiye’ye döndüm. Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak işe başladım. 2008′e kadar Bilkent Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştım. Daha sonra Sabancı Üniversitesi’ne geçtim. Sonra 5 yıl Sabancı Üniversitesi’nde çalıştım. Şimdi kendi şirketimi yönetiyorum ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak bulunuyorum.

 

Peki kendi şirketiniz nasıl kuruldu? Neler yapıyor?

Bu şirket aslında tamamen şans eseri kuruldu. Bir gün Oxford’da laboratuvarda çalışırken birisi aradı: “Sizin yaptığınız işleri duydum, ilgimi çekti. Ben Japonya’da çalışan Britanyalı bir fizikçiyim. Japonya’da böyle bir ürüne ihtiyacım var.

Bize bir prototip yapar mısınız?” dedi. Buyurun gelin konuşalım, dedim. Daha önce İngiltere’de üniversitedeki laboratuvarı, bu işleri ilk yaptığımız laboratuvarı gezdiler. Yaklaşık 6 ay  kadar konuştuk. Daha sonra onun danışmanlık yaptığı şirket bu işten vazgeçti. Ama bu arkadaş aslında Japonya’da profesördü. O bu projeyi çok ilginç bulduğundan kendisi bir fon buldu ve öyle bir prototip yaptık. Danışmanlık yaptığı şirket aracılığıyla bu hocaya sattık diyebilirim.

Daha sonra Türkiye’ye döndükten sonra hoca ile beraber bir sürü yayın yaptık. Bizim geliştirdiğimiz cihazlarla bir sürü bilimsel çalışma yaptık. 1999 yılında Türkiye’ye dönmüştüm. Genelde bu tip şeylerde ilk ürünü satmak önemli bir aşama. Daha sonra ne olacağı da önemli bir şey. Yani ilk ürünü yaptınız, sattınız daha sonra ikincisini satabilecek misiniz? Üçüncüsünü satabilecek misiniz? Ondan sonra ne olacak? Hepsi belirsiz  şeyler. Bir yandan kendi laboratuvarımı kurmaya çalışıyorum Bilkent Fizik’te. Tabii o zamanlar bilimsel araştırma fonları çok kısıtlıydı. Bazı cihazları hep kendim yapar durumda olduğum için benim de ihtiyacım olan cihazları küçük bütçelerle yapmaya başladım. Türkiye’de de bu şirketin devamını kurdum.

Ankara’da, 99 yılı aralık ayında, Nanomanyetik Bilimsel Cihazlar şirketini, ODTÜ Teknoloji Geliştirme Merkezi’nde kurduk. O zamanlar çalışan kimse yoktu. Her şeyi ben yapıyordum boş zamanlarımda. İlk ürünü de yine aynı şekilde, doktora sonrası çalışmalarımı yaparken işimi aksatmadan yaptım. Sabah 9′dan akşam 6′ya kadar üniversitede çalışıyordum. Ondan sonra gelip yemeğimi yiyip akşam 9′dan gece 03′e, 04′e kadar çalışıyordum. Yaklaşık 6 ay bu şekilde devam etti. Tabii çok yorucu bir süreçti. İlk ürünü satıp, teslim edip, çalıştığını gösterdikten sonra başka bir ürün satabilir miyim diye araştırmalara devam ettim. Daha sonra yine işbirliği yaptığımız Japon şirketi benzer mikroskobun düşük sıcaklıklarda çalışan versiyonunu yapmamızı istedi. Kyoto Üniversitesi’ne geliştirdik. Orada ilk elemanımızı işe aldık. Kendisi hala bizimle çalışıyor. Bu şekilde başladık.

 

Şirketinizde kaç kişi çalışıyor?

Şu an itibariyle bizimle 23 kişi tam zamanlı çalışıyor. Üç tane doktoralı elemanımız var. Bir tane yabancı elemanımız var. Hindistan doktoralı fizikçiyi işe aldık ve kendisi sekiz aydır bizimle çalışıyor. Amerika’da bir ofisimiz var. Bir tane satış elemanımız Amerika’da çalışıyor. Ayrıca Amerika’da bir distribütörümüz var. Brezilya’da, Meksika’da, Almanya’da, Japonya’da, Hindistan’da, Çin’de distribütörlerimiz var. Bizi temsil eden şirketler var. Bizim yaptığımız atomik kuvvetli mikroskopları, oda sıcaklığında çalışanları, düşük sıcaklıkta çalışanlarını hatta 20 milli kelvine kadar mutlak 0 derecesini 20 milli kelvin üzerinde çalışanlarını bile burada Türk fizikçileri, kimyacıları ve mühendisleri ile beraber yapıyoruz.

Müşterilerimiz dünyada tanınmış üniversiteler. Dünyanın en iyi ilk 10 üniversiteden 3 müşterimiz var. Oxford, Harvard, MIT bunlar müşterilerimiz. İlk 100 üniversiteden 15 tane üniversitemiz var. Genelde Türkiye’den bütün üniversitelerden beyin ihraç edilir. Biz burada Türk bilim insanları olarak ürünleri geliştirip onlara yüksek teknoloji ürünü satan bir şirketiz.

 

Türkiye’de hep derler ya getirirler, montajını yaparlar, ürün olarak sunarlar. Kimsenin yapmaya cesaret etmediği böyle bir şeyi yapmaya nasıl cesaret ettiniz?

Biraz şartlar gerektirdi. Belki de bu tip işlerde şansım müşteriydi.

İki model var, ya bir müşteri buluyorsunuz, ön ödeme alıyorsunuz ve onunla şirketinizi büyütüyorsunuz ya da ilginç bir fikriniz oluyor ve size inanan bir sermaye sahibi buluyorsunuz. Yaptığınız ürünün iyi bir şey olabileceğini, ürünün satacağını düşünen. O size yatırım yapıyor. Hep böyle değişik bir şeyler yapmak istiyordum. O yüzden bu Japonya’dan gelen teklif ve bir prototip yapma sayesinde başladık. Yani ilk ürünü yapıp ortaya çıkarmak önemli bir aşama ama ondan sonraki aşamalar da en az onun kadar sancılı ve zor. Herhalde kısmen şans. Aslında daha çok şans ama o şansları iyi değerlendirdik. Belki daha da büyüyebilirdik ama Türkiye’de bazı şeyleri istediğiniz hızda yapamıyorsunuz. Sizi sınırlayan dış faktörler var. İş yaptırabileceğiniz başka alt yükleniciler ya da servis aldığınız atölyeler olsun, tasarımcılar olsun uygun bir çanta bile bulamıyorsunuz. Son olarak basit, kolay kullanılabilir, ucuz atomik kuvvet mikroskobu geliştirdik. Onun içine cımbızını, numuneleri koyacağımız düzgün plastik kutuları bulamadık Türkiye’de. Onu koyacağımız büyük, korumalı çantayı bulamadık. Bunların hepsi size enerji ve zaman kaybettiriyor.

 

Şu anda yan sanayiye ihtiyaç mı var?

Yan sanayiye mutlaka ihtiyacımız oluyor. Başlarda biz hep dışarıya iş yaptırıyorduk. Özellikle mekanik aksam için ama hem yavaş oluyordu hem de kaliteyi istediğimiz gibi tutturamıyorduk. Kaliteyi tuttursak bile fiyat her gittiğimizde %30 artıyordu. Böyle çok basit parçalar düzgün işlenmiyordu. Can suyu kredisiyle 2008′deki kriz sayesinde bir atölye açtık. Hemen hemen bütün mekanik parçalarımızı kendimiz imal etmek durumundayız. Şu an zaten belli bir hacme geldiğimiz için kendi kendini aşağı yukarı amorti ediyor ama hala çok masraflı. Yine de biz kaliteden ve yapabileceğimiz işlerden taviz vermemek için masrafı karşılıyoruz.

Çok hızlı prototip çıkartıp imal edip göndermemiz gerekiyordu. O yüzden servis alamadığımız şeyleri bazen kurmak zorunda kalıyoruz. En son bu yaptığımız üründe boyama sorun oldu. Eloksal kaplama sorun oldu. Bu tip şeylerde çok ciddi sorunlar yaşıyoruz.

 

Peki, Ahmet Bey mikroskobunuz hangi alanlarda kullanılıyor? Onlardan bahsedebilir misiniz?

Mikroskoplarımızı daha çok fizik, kimya malzeme bölümlerine sunuyoruz. Çok geniş bir kullanım alanı var. Bizim satışlarımız ağırlıkla üniversiteler, araştırma merkezleri ve yüksek teknoloji şirketlerine. Şu ara endüstriye de bunu sağlamaya başladık. En yeni müşterimiz Microsoft Türkiye.

Genelde bir atomik kuvvet mikroskobu 70.000 dolar ile 1 milyon dolara kadar çıkan çeşitlerde ama ortalama fiyat 100.000 dolar civarında diyebiliriz. Bizim o seviyede mikroskoplarımız var ama piyasada bir sürü üretici olduğu, biz dezavantajlı olduğumuz için Türkiye gibi bir yerden bunu yaptığımız için farklı bir açılıma yöneldik. Bu çok basit, kolay kullanılabilir çok ucuz mikroskobu yapalım dedik.

Kullanması çok basit, çok kolay. Küçük bir çanta içine koyuyoruz. Elinizde bile taşıyıp, kullanabiliyorsunuz. Bunu 15.000 dolara satmaya başladık. Satışlarımız fena gitmiyor ama bizim hedefimiz yılda 300 ile 1000 civarında satmak. Bu ürünle daha da büyük bir şirket olmayı hedefliyoruz. Diğer ürünlerimizi ve diğer mikroskoplarımızı geri plana atmadan tabii. Bu atomik kuvvet mikroskobu bir yüzey analizi için yeni bir çığır olacak.

Sadece optik mikroskop pazarı dünyada 1-2 milyar dolar cirosu olan bir pazar. Çok küçük bir kısmı atomik kuvvet mikroskobuna ayrılmış durumda. Ortalama iyi kaliteli bir mikroskobun fiyatı 15-20 bin dolar civarında. Biz optik mikroskop alabilecek insanlara, atomik kuvvet mikroskobu satabilmeyi umuyoruz. Bunlardan sadece %2’sini böyle satarsak yıllık hedefimizi gerçekleştirmiş bulunacağız.

 

Peki ürettiğiniz mikroskoplar içerisindeki elektronik ve yazılım payından bahsedebilir misiniz?

Aslında bu mikroskoplar için hepsi gerekiyor. Hem elektronik, hem yazılım. Çok ciddi bir optik aksam ve mekanik aksam gerekiyor. Aslında bütün bilim dallarının ve mühendislik dallarının içerisinde olan çok iyi bir mekanik tasarımınızın ve iyi bir optik tasarımınızın olması lazım. Biz bu mikroskobun içine çok kaliteli bir optik mikroskop bile yerleştirdik. Yaklaşık olarak 1,5 -2 mikrometre çözünürlüğü var. Odak ayarını da elektronik olarak yapıyoruz ve çok ucuz bir şekilde üretiyoruz. Elektronik ve yazılım ayrılmaz bir parçası tabii ama bunu bir kuş gibi düşünün. 4 kanatlı bir kuş gibi düşünün ya da çok kanatlı kelebek gibi. Bir kanadı olmazsa kelebek düzgün uçamayacak.

Yani optik kısmı var, mekanik kısmı var, elektronik var ve yazılım var. Bunların hepsini düzgün bir şekilde yapmanız lazım ve birbirleriyle çok uyum içerisinde çalışmaları gerekiyor.

Genelde böyle çok parçalı olduğunda herhangi bir yer çalışmadığında hiç kimse sorunu üstlenmiyor. İşte ya yazılımdadır deniyor, ya elektroniktedir deniyor ya mekaniktedir deniyor. Genelde bir problem olunca kimse üstüne almak istemiyor. En sonunda kafa kafaya verip sorunları aşıyoruz. Zaten artık yazılımsız hiçbir şey çalışmıyor. Bütün cep telefonları, buzdolabı da alsanız, çamaşır makinesi de alsanız içinde mutlaka gömülü bir yazılım var. Elektronik ayrılmaz bir parça.

Bilime ve teknolojiye, özellikle bilime daha çok yatırım yapmamız gerekiyor. Şu ara TUBİTAK ve diğer kuruluşlar çok fazla araştırma desteği veriyorlar ama burada ki bilimsel yani temel bilime ayrılan pay biraz azalıyor. Ve tamamıyla biraz daha geri plana itiliyor. Hem bir bilim adamı hem de bir girişimci olarak bunu bir tehlike olarak seziyorum. Piyasada başarılı olmak için kimsenin yapmadığı bir işi yapmanız lazım, bir yenilik sunmanız lazım. Bizim de 15 yıla ulaşabilmemizin nedeni şirket olarak çok küçük bir pazarda, uzun yıllar kimsenin yapmadığı bir işi yapmış olmamızdı. Sonra yavaş yavaş pazarı büyüttük. Kısmen de başarılı olduk çünkü rakiplerimizden bir tanesi bu ürünü taklit edip yapmaya başladı. Hala pazar çok küçük ama bu arada biz ürün çeşitliliğine gittik. Başka ürünler de geliştirdik. Atmosferde çalışan atomik kuvvet mikroskopları yaptık.  Mutlaka ürün çeşitliliğine gitmeniz gerekti. Bunları yapmasaydık sanırım bu büyüklükte kalamazdık.

 

Ahmet Bey, siz nano teknoloji alanında çalışan bir şirketsiniz, diyebilir miyiz?

Bizim asıl çalışma alanımız nano teknoloji. Aslında çok genel konuştuk. Mikroskoplar ne yapar? Mikroskoplar bir gramofon gibi çalışıyor. Bir pikap gibi çalışıyor. Artık pikaplar da kalmadı. Çok sivri bir iğne var. Bu sivri iğneyi yüzeye yaklaştırıyorsunuz.

İğneyle kuvvetler arasındaki kuvvetleri ölçerek, yüzeye çok hafif değdirerek hatta bazen değdirmeden, yüzeyi hissederek yüzeyi tarıyorsunuz.

Yüzeyin kalitesini nanometre seviyesinde, bazı durumlarda atomik seviyede bile çıkartabiliyorsunuz. Bizim yaptığımız mikroskoplar yüzeyleri nanometre seviyesinde karakterize etmemizi sağlar. Ayrıca bu iğneyi değiştirerek ya da ucundaki sensörü değiştirerek yüzeyin manyetik alan haritasını çıkartabiliyorsunuz. Manyetik alan şiddetini direkt olarak ölçebiliyorsunuz.

Bizim yaptığımız ilk özgün ürün, yüzeyin manyetik alan şiddetini direkt olarak ölçebilen bir mikroskoptu. Uzun yıllar bunu kimse ticari olarak yapmadı. Şimdi Almanya’da bir rakibimiz var. Onlar bunu satmaya başladılar ama biz bu konuda hala dünyada en iyi olan şirketiz. Fakat pazar küçük. Büyümek için diğer ürünlere geçtik. Türkiye’deki atomik kuvvet mikroskobu pazarının yaklaşık olarak %40′ı bizim ürünlerimizden oluşuyor. En büyük oyuncu biziz.

Ülkeye bir başka katkımız da, bizim üretici olarak çok iyi servis vermemiz. Türkiye’de üretici olduğumuz için rekabet sağlayabilmemiz için Türkiye’deki bizi tercih etmeyen bilim insanları da çok daha uygun fiyatlarla mikroskop satın almaya başladılar. Biz pazarda yokken fiyatlar çok daha uçuktu. Şimdi daha makul fiyatlar var.

 

Peki yazılım burada nerede devreye giriyor?

Yazılım işin her yerinde, hatta mekanik tasarımda da yazılım var. Yazılımı 3 boyutlu tasarlama ve analiz programlarını kullanarak yapıyoruz ki tasarımı hızlı yapalım. Bir de prototip aşamasını hızlı geçelim. Bir ya da iki prototiple geçelim istiyoruz. Genelde beşi buluyoruz ama bu yazılımları kullanmazsak belki de on olacak. Biz aşağı yukarı her ürünümüzde beş kere prototip yapmış oluyoruz. Elektronik aksamları genellikle 2-3 prototiple yapıyoruz. Veriyi toplarken de ciddi bir yazılım var. Yazılım veriyi toplayıp önce saklıyor. Saklarken aynı zamanda bilgisayar ekranında gösteriyor. Veriyi topladıktan sonra değişik işlemler yapıp onu daha filtreliyorsunuz, gürültüden arındırıyorsunuz. Birçok işlem var. Bunları yapan yazılımın hepsini de biz yapıyoruz.

 

Son 2-3 yılda nano teknoloji çok konuşulan bir alan oldu. Şu anda nano teknolojinin durumunu genel olarak nasıl görüyorsunuz?

Nano teknoloji, temel bilimde ve mühendislikte gelinen noktanın, “Biz boyutları çok küçültmüşüz farklı şeyler var.” diye farkına varılmanın durumu.  Aslında çok fazla yeni bir şey yok. Boyutlar küçüldükçe yeni etkiler ortaya çıkıyor. Bir kısmının doğru ve değişik bilim dallarında ve endüstrilerde ciddi etkisi görünmeye başlandı.

Türkiye’de nano teknoloji yurt dışı ile bağlantılı olarak çok önemsenmeye başlandı. Değişik merkezler kuruldu. İlginç şeyler olacak. Tabii nano dünyayı görünür kılan mikroskopların ve tekniklerin başında da, bizim de imal ettiğimiz bu atomik kuvvet mikroskopları ve taramalı uç mikroskopları denen aile geliyor.

Önümüzdeki yıllarda bunun nereye gideceğini göreceğiz. Nano teknoloji ismi çok popüler olduğu için reklam amaçlı da kullanılıyor. İsminde nano olan şirket sayısı 2 yıl önce 60 civarıydı. 3-4 tanesi dışında o şirketler nano teknoloji ile ilgili bir şey yapmıyor.

 

Peki, gençlere bilim ve teknolojide girişimcilik önerir misiniz?

Mutlaka öneririm ama bir; kimsenin yapmadığı bir şeyi yapsınlar. Türkiye’de taklitçilik çok fazla. Bu değişik işlere, inovasyon ve teşvik programlar var. Yarışmalar var. Türk Twitter’ı, Türk Facebook’u gibi şeyler. Gençlerin kimsenin yapmadığı ilginç şeylere yönelmesi lazım.

Temel bilimlerde çok ciddi bir atılım imkanı var. Kısmi olarak sosyal baskılar yüzünden Türkiye’de çok fazla desteklenmiyor. Gençler iş bulamayacağım, parasız kalacağım diye mühendisliği tercih ediyor.

Ancak bizim başarılı olabilmemiz için, kimsenin yapmadığı yeni şeyleri yapmamız lazım. Başkalarından farklı şeyler yapmamız lazım. Girişimcilik, ilginç. Ben 15 yıldır bu işin içindeyim. Geriye dönüp bakıyorum, çok fazla şey öğrendim ama çok da fazla çalıştım. Pişman mısınız derseniz, hayır ben çok zevk aldım. Çok eğlenceli bir iş.

Bazen günde 18 – 20 saat çalışmanız, bazen uyumadan çalışmanız gerekiyor. Zaten çalışma ile elde ettiğiniz sonuç lineer değil üstel olarak gider. Yani logaritmik.

 

Ailelerin tutumuna baktığımızda dediğiniz gibi iyi öğrencilerin aileleri genelde büyük şirketlere girmesini teşvik ediyor diye biliyoruz.

Girişimcilik Türkiye’de halen lafla teşvik ediliyor. Türkiye’de girişimciliğin ciddi bir teşviki yok. Yani verilen teşvikler ya da verilen girişimciliği özendiren meslekler de eskiye göre daha iyi ama yurt dışındaki Amerika’daki, Almanya’daki gibi ya da Hollanda’daki gibi rahat değil. Oralarda bizim gibi benzer işler yapmaya çalışan genç bilim insanlarına verilen destek “Al oğlum, bu parayla istediğini yap diyorlar.” diyebilecek kadar yüreklendirici. Türkiye’de gençler öncelikle yabancı şirketlerde çalışmak istiyorlar. İsmi büyük şirketlerde çalışmak istiyorlar ama ismi büyük şirketlerin çoğu kurumsal değil. Tabii bu hem girişimcilik için ciddi bir sorun, hem bizim gibi küçük şirketler için de bir sorun. Bir de böyle aykırı gençler bu tip şirketlerde çok mutlu olmuyorlar. Oralar genelde çok rutin, çok katı bürokrasisi olan, işlerin çok ağır ilerlediği yerler aslında.

 

Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı Ahmet Bey?

Biz 2013 Mayıs ayında 15.yılımızı kutladık. Geçmişe dönüp baktığımda bu 15 yıl çok eğlenceli geçti. Ben bunları yaptığım için çok mutluyum. Şu an 23 kişi çalışıyor. Onlara istihdam sağlıyoruz. Tabi bu arkadaşlarımın hepsi çok yetenekli kişiler. Biz olmasak da benzer işler yapıyor olacaklardı. Türkiye’de genç arkadaşlarla, pek yapılmayan bir şeyi yaparak burada imal ettiğimiz yüksek teknoloji ürünü cihazları, çok zor rekabet şartları altında, yurt dışına satabilmek ve bunların en iyi üniversitelerde, en iyi laboratuvarlarda olduğunu görmek benim için en büyük gurur kaynağı. Bunların da temelinde benim master ve doktorada yaptığım çalışmalar var. O sırada bütün ayrıntılarını öğrenip yapmasaydım bu seviyeye gelemezdik diye düşünüyorum. Tabii o araştırmaları fonlayan TUBİTAK, çok küçük fonlar harcamışlardı.

TÜBİTAK’tan aldığımız para sanırım 35.000 dolar mertebesinde bir paraydı. Yani temel bilimlere, 1992 yılında yapılan 35.000 dolarlık bir yatırım, şu an 23 kişiye istihdam sağlıyor. Bence temel bilimlere çok daha fazla destek verilmeli.

 

Read More
Prof. Dr. Ahmet Dervişoğlu Söyleşisi

ahmet dervişoğlu

     “Araştırmacılar, bir toplumun ışık kaynakları gibidir. Onlar toplumu aydınlatırlar. Sadece elektrik mühendisi uygulaması konusunda değil. Araştırma konusunda, araştırma kafa yapısına sahip bir insan, her konuda kendisini belli eder. Siz onu hurafelere inandıramazsınız. Ona dogmatik düşünceyi kabul ettiremezsiniz. Ve bunlardan toplumda yeteri kadar varsa, toplum aydınlıktır. Değilse karanlık kalır. Şimdi dolayısıyla, araştırma işi fevkalade önemli.”

Ben 1954’te Elektrik Mühendisliği Bölümü’ne girdiğim zaman, fakültede seksen kadar öğrenciydik. Daha önceleri, daha da azdı; on beş civarıydı. Başka da Elektrik Mühendisliği Bölümü yoktu. Senede 80 kişi giriyorken şimdi senede beş bin kişi giriyor bu bölüme. Bir kere sayı çok azdı o zamanlar. O öğrenciler de mevcut işletmelerden çok ileriye ümit bağlamış durumdaydı. Elektrik mühendisliği ileride hakikaten daha fazla gelişecek ve daha fazla iş yeri olacak diye. Benim tespitlerime göre 1950’lerde Elektrik Mühendisliği Odası kurulduğu zaman Türkiye’deki toplam elektrik mühendisi sayısı beş yüz mertebesindeydi. Radyolar ve haberleşme sistemleri vardı ama sayıları oldukça azdı. Çünkü üretim yerleri yoktu. Uygulama yerleri çok eksikti; devlet radyoları, telekomünikasyon sistemleri gibi.

Elektrik mühendisliğinin benim için cazip taraflarından birisi, matematik ve fizik temellerinin kuvvetli olması. Matematiği ve fiziği çok sevdiğim için onların doğal uzantısı olarak elektrik mühendisliğini istedim. Ama elektrik mühendisi olarak çok iyi işler bulacağımı düşündüğümden değildi. Gelecekte çok daha geçerli bir meslek olacağını düşündüğüm için girdim Elektrik Mühendisliği’ne. Tekrar ediyorum, sayı ve imkanlar çok azdı. Dolayısıyla bu önemli bir parametre.

 

1958’de kotalı ithalat rejimi oldu ve sonrasında ülke montaj sanayi gibi yerli katkıyı artırmaya çalıştı. Buna nasıl bakıyorsunuz?

Bu duruma çok olumlu bakıyorum. Bu, işin başlangıcıdır. Oradan başlıyorsunuz, sıfır aşağı yukarı değil mi? Üretim kısmı sıfır, uygulama kısmı iyi. Oradan başlıyor, yavaş yavaş ithalattaki parça sayısını azaltıyorsunuz ve kendiniz katkı yapıyorsunuz. Yani kendi üretim yerlerinizi kuruyorsunuz. Burada montaj yapıyoruz, dışarıdan getirmenin ne anlamı var deyip montaj sanayiye karşı çıkanlar da oldu. Ama bir yerden başlamalısınız. Biz de o şekilde yavaş yavaş tecrübe sahibi olduk. Hakikaten arkasından gelen şeyler de inanılmaz oldu.

 

Peki 1960’lı ve 1970’li yıllarda üniversite ile sanayi ilişkileri yoğunlaşabildi mi? Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Üniversite ve sanayi ilişkileri hala tartışılmakta olan çok önemli bir konu. Ben 9 sene boyunca dekanlık yaparken üniversite ile sanayi ilişkilerini güçlendirmek için çok uğraştım. Onun da bir emekleme evresi var. Diyelim ki ABD’ de elektrik elektronik konusundaki araştırmaların yüzde yirmi beşini sanayi destekliyor ise Türkiye’de çok daha azdı. Çünkü o dönem de yavaş yavaş iki taraf birbirini tanımaya başlamıştı. Birinin diğerine ihtiyacı vardı. Başlangıçta elektrik elektronik sanayi, sorularının cevabını dışarıdan aldı. Dışarıdan lisans alıyor ve başı sıkışırsa onlara soruyordu. Yani ne zaman ki Türkiye’de Ar-Ge faaliyetleri arttı, o zaman özgün ürünler üretilmeye başladı.1967’de Netaş kurulduğu zaman Ar-Ge Ünitesini de kurdu. Ondan önce de araştırma laboratuvarı diye PTT- Arla kurulmuştu. Çok mühim bir olaydı bu.  PTT – Arla‘yı kuran ise elektronik sanayinin yaşayan tarihi denilebilecek birkaç kişiden biri olan Fikret Yücel’di.

 

 

İstanbul Teknik Üniversitesi, Elektrik Elektronik Bölümü mezunu ve aynı zamanda sizin de öğrenciniz olan babam, Tarık Özker hocanın devre analizi ve sentezi dersleri başlatmasının çok önemli olduğunu söylemişti. Ondan bahsedebilir miyiz? Türkiye’deki mühendislik yaşamına, elektronik mühendislerine ya da o tasarımcı bakışa nasıl bir etkisi olmuştur? Önemi nedir?

Türkiye’de devre analizi ve sentezi, enformasyon teorisi derslerini ilk defa Tarık Özker başlattı. Ama başlatmak kadar önemli olan işe ve her probleme bilimsel düşünceyle yaklaşmaktır. Derinlemesine öğrenmek, bilimsel ve akılcı yaklaşmak, soru sormak, araştırma yapmak… Ve neticede etkisi dünya ölçeğinde oldu. En önemli etkisi düşünen, irdeleyen, araştıran, modelleyen, prototip geliştiren mühendis yetiştirmek oldu. Bu çok önemli bir şeydi. Tarık Özker’le konuşmuştum, onun en önemli özelliklerinden biri, beraber çalıştığı kimseleri çok dikkatli seçmesi. Ve Türkiye’de devre teorisi kavramını geliştirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nde de bu kavramı oturttu. Yanına aldığı öğrenciler daha sonra bütün Türkiye’de çok önemli etkiler yaptılar. Bütün dünyada da tanındılar. Türkiye’yi bu konularda tanıttılar.

 

Yani Tarık Özker bir ekol mü oluşturdu?

Evet gerçekten bir ekol oluşturdu. Yepyeni bir şeydi, daha önce böyle bir şey yoktu. Ve dediğim gibi, dünya ölçeğinde bir ekol oluşturdu. Yani alt yapısı çok kuvvetli mühendisler yetiştirmek. Kafa yapısı çok iyi, araştıran mühendisler yetiştirmek.

 Yetiştirdiği öğrenciler endüstride çok başarılı oldu. Daha da önemlisi, ekibi çok iyi mühendisler yetiştirdi. O ekibin çok büyük etkisi oldu. Dışarıya giden mühendisler geliyorlar, biz çok başarılıyız çok iyiyiz, sizlerin sayesinde oldu diyorlardı. Velhasıl kurduğu ekip, kurduğu bilimsel yapı, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada etki uyandırdı. Bunun tabi bir diğer özelliği de özgüven. Yani burada yetişen öğrenciler, bütün dünyada çok başarılı mühendisler oluyorlar. Dolayısıyla, Türkiye böyle elemanlar yetiştirir diye de bir güzel sonucu oldu.

Araştırmacılar, bir toplumun ışık kaynakları gibidir. Onlar toplumu aydınlatırlar. Sadece elektrik mühendisi uygulaması konusunda değil. Araştırma konusunda, araştırma kafa yapısına sahip bir insan, her konuda kendisini belli eder. Siz onu hurafelere inandıramazsınız. Ona dogmatik düşünceyi kabul ettiremezsiniz. Ve bunlardan toplumda yeteri kadar varsa, toplum aydınlık bir toplumdur. Değilse karanlık kalır. Şimdi dolayısıyla, araştırma işi fevkalade önemli.

 

Ben sizin o sunumunuzu da okudum. Elektronik sektörümüzün ihracatı küçük gibi gözüküyor rakamlarda, ama her şeyin içinde elektronik var demiştiniz. Bunun öneminden, içeriğinden bahsedebilir misiniz?

Elektrik elektronik sanayi ki ben bunu bu mesleği seçmek isteyen öğrencilere de hep söylerim, vazgeçilmez bir sanayi. Elektrik elektronik sanayi durursa otomobil sanayi ilerleyemez. Petrol sanayi durmak mecburiyetinde ama onlar dursa elektrik elektronik sanayi durmak zorunda değil. Yani diyelim ki bir otomobilin maliyetinin yüzde otuz kadarı elektrik elektronikte. Bunun payı da gittikçe artmakta ve otomobillerdeki yenilikler daha çok elektrik elektronik üzerinde olmakta.

 

Peki hocam bu anlamda Türkiye’deki teknokentleri nasıl görüyorsunuz? İşlevleri şu anda iyi mi? Tasarıma katkıda bulunuyorlar mı?

Türkiye’de teknokent kavramı oldukça yeni. Ben emekli olmadan önce çok azdı bunların sayıları ve etkileri. Bugün çok süratle gelişiyor ve ciroları çok artıyor. Önemleri günden güne artıyor. Üniversite ve sanayi ilişkisi gibi bazı şeylerin genellikle ihtiyaçtan doğması gerekiyor. Yani siz suni olarak bir şey yapmaya kalkışırsanız uzun ömürlü olmuyor. Şimdi bu teknokentlerin geçmişinin fazla uzakta olmamasına rağmen önem kazanması demek, buna ihtiyaç var demek. Uzaktan baktığınız zaman çok sağlıklı. İşte bu üniversite sanayi işbirliğinin göstergesi olmuş oluyor bir nevi. Oraya gelip prototip geliştiriyorlar, alet geliştiriyorlar. Endüstriden gelenlere, atılımcılara üniversite ve devlet imkan sağlıyor ama aynı zamanda da üniversite öğretim elemanlarına da bir imkan sağlıyor. Yani araştırmaya katkı yapıyor. Böylece ikisi orada birleşiyorlar.

Endüstri ve üniversite elemanları ve de üniversite sanayi işbirliği hepsi güçlenmiş oluyor. Teknokentlerin büyüklükleri artıyor, sayıları artıyor ama ürettikleri aynı derecede mi artıyor onun ölçülmesi lazım. Bunların yaptığı iş nedir, ölçüsü nedir, daha sayıları artırılmalı mıdır yoksa sayıları sabit tutulup verimliliği mi arttırılmalıdır, üzerinde çalışılması gerek.

 

Biraz da 80’lere gelmek istiyorum. İhracat konsepti var. Televizyon olaylarında bir patlama oluyor. Tabi ithalat da bir yandan serbest. O dönemi nasıl yorumluyorsunuz?

80’lerin en önemli özelliği bence dijital teknolojiye geçilmiş olmasıdır. Çok büyük bir değişiklik bu. Günümüz dünyasını şekillendiren ana unsur dijital dünya. Çünkü dijital sistemler analog sistemlere nazaran çok üstün, çok marifetli. Peki neden marifetli? Dijital sistemin içine bir mikro işlemci koyuyorsunuz ve çok çeşitli işler yaptırabiliyorsunuz. Ancak analoglar da böyle bir yetenek yok. Sanırım 84’lerden itibaren dijital santraller devreye girdi. Şimdi bizde zaten bir şey yok, bari en son teknolojiden başlayalım deyip, dijitallerden işe başladılar. Müthiş bir işti bu Türkiye’de. Halbuki satan şirketler diyor ki, “Bak analog ucuz, oturmuş bir teknoloji oysa dijital daha yeni, ne olduğu belli değil, pahalı” ama Türk mühendisleri orada bir ileri görüşlülük yaptılar.  “Hayır” dediler, biz en son teknolojiyi alacağız. Ve Türkiye dijitalleşme konusunda Avrupa’da ikinci sıralarda oldu. Dünya  sıralamasında da çok mesafe kat etti. Velhasıl, 80’lere damgasını vuran dijitalleşmedir.

 

Mühendisler arası işbirliği konusuna nasıl bakıyorsunuz?

Öyle aletler var ki o aleti ne bir elektronik mühendisi ne de bir makine mühendisi tek başına yapamaz. Bunların iş birliği yapması gerekiyor. Ama ben size şunu söylemek isterim;

Türkiye’nin çok önemli sorunlarından birisi özgüven. Birçok sorunun cevabı bu özgüvenin içinde. Size bu durumu açıklayan bir anımı anlatayım. Ben 9 sene dekanlık yaptım. Ersin Kaya 8. senesinde benimle bir röportaj yaptı ve Kaynak dergisinde yayınladı. Dedi ki, hocam dekan olarak en çok neyle uğraşıyorsunuz? Dedim ki, en çok öğrencilerin özgüvenini güçlendirmekle uğraşıyorum. Çünkü öğrencilerimizin özgüveni, olması gerekenin altında. Fakültelerine olan güveni olması gerekenin altında. Ülkelerine olan güveni olması gerekenin altında. Ben buna müthiş emek verdim. Mesela yeni gelen öğrencilerle toplantı yapıyordum. Diyordum ki, burada iyi bir şekilde işinizi benimser ve iyi bir mühendis olursanız dünya ölçeğinde çok iyi bir mühendis olacaksınız. Bunu örneklerle açıklıyorum. Sonra yurt dışına mesela Belçika’ya gidiyor ve orada çalışıyor bir mühendisimiz. O şirkette de 18 farklı ülkeden mühendisler var. Bizim durumumuz nasıl diye soruyorum. Efendim biz onlardan iyiyiz, diyorlar. Eğer insanların özgüveni yeteri kadar güçlü değil ise kendisine ait her şeyi kötü, gelişmiş ülkelere ait her şeyi iyi görüyor. Yani bizim meziyetlerimiz de kusur gibi görünüyor, onların kusurları da meziyet. Şimdi bu aşırı eleştiriler örneğin montaj gibi özgüven eksikliğinden. Esas sebep özgüven, anlatabildim mi?

 

Babamın hocasısınız, baktığınızda neredeyse bir 3 kuşak var. Bu aradaki farkları mutlaka görmüşsünüzdür. Mesela ben baktığınızda bu babamın nesli biraz daha atılgan, girişimci ki sonra sanayici oldular. Babamın pek çok arkadaşı da aslında o şekilde oldu. Nesiller arasında ki farkı nasıl görüyorsunuz? 80’lerde 90’larda 2000’lerde neler değişti size göre?

Evrensel bir şey var, tarih boyunca gelen bir yaklaşım var. Bir sonraki nesil, işte bizim zamanımızda şöyle çalışkandık, saygılıydık, şimdikiler değişti diye şikayet eder. Ben buna şöyle bir örnek vereyim; M.Ö 2000 senesine ait papirüs üzerine yazılmış bir yazı bulmuşlar Mısır’da. Diyorlar ki bizim zamanımızın gençleri çalışkandı, saygılıydı, şimdi ki gençler tembel, saygısız. Bu evrensel bir hikayedir. Daima bir sonraki nesil bir önceki nesli tenkit eder. Burada da belki amaçlardan birisi onları dürtüklemek. Daha iyiye ileriye gitmelerini sağlamaya çalışmak. Ben hiç böyle değilim. Ben hiç gençlerden şikayet etmem. Severim ve anlaşırım. Mesela benim torunumla aram süper. Benden iki kuşak sonrası olmak üzere. Kızlarımla hayli hayli öyle. Şimdi bunun ölçüsüne bakmak lazım.

Türkiye’de mutluluk ortalaması artıyor mu? Bir insan için temel amaç, mutlu olmaktır. Yani güzelliklerin farkına varmak, yaşamdan haz almak, ıslık çalıp, şarkı söylemek gibi. Eğer Türkiye’deki mutluluk ortalaması yükseliyorsa demek ki daha iyi yoldayız.

İhracat yükseliyorsa, üretim yükseliyorsa daha iyi yoldayız. Yani ben nesillerin nasıl değiştiğinden ziyade, bunun etkilerini ölçerek bir şey söylemenin daha doğru olduğu kanısındayım.  Neticede nedir ulusal amaç, üretmek ve mutlu olmak. Amacımız çağdaş, gelişmiş ve saygın bir ulus olmak. Ülke için amaç bu. 20 sene önce ölç ve şimdi ölç. Eğer yukarıya doğru yol kat etmişsek bir sorun yok.

Bir de şimdi yaşam kalitesi diye bir kavram var, müthiş bir kavram. Yani önemli olan zengin olmak, fakir olmak eğitimli olmak değil; kaliteli bir yaşam sürdürmek. Tiyatroya gidiyor musun? Yaz tatiline gidiyor musun? Kitap okuyor musun? Çocuklarını eğitebiliyor musun? Dolayısıyla Türkiye’nin yaşam kalitesi yükseliyorsa, arkadan gelen nesiller daha başarılı anlamına gelir. Bunu bu şekilde ölçmek daha iyi.

Ben 59’da üniversiteye girdim. 2000 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nden emekli oldum. Ondan sonra 12 sene de Yeditepe Üniversitesi’nde çalıştım. Şimdi tamamen emekli oldum, ders vermiyorum artık. Ama akademik hayatın içinde olduğum sürece çok bilgilendim. Akademik hayatın yönetim kısmıyla, endüstriyle ilişkileriyle, öğretim kısmıyla; özellikle eğitim kısmıyla çok ilgilendim. Meraklıyım bu işlere. Ben diyorum ki, eğitim benim hem işim hem de hobim.

Ben diyorum ki, akademik hayatın, üniversitelerin geleceği, yetenekli gençlerin akademik hayata çekilmesine ve onlara verimli bir çalışma ortamının sağlanmasına bağlıdır. Ülkenin geleceği de buna bağlıdır. Buradan baktığımız zaman, bir fakültede bir bölümde yeteri kadar kaliteli eleman varsa ve öğretim üyesi başına öğrenci sayısı olması gerekenden fazla değilse o fakülte kaliteli mezunlar verir, ülke de ileriye gider. Şimdi buradan baktığınız zaman, maalesef durum parlak değil. Yani eskiden öğretim üyelerinin nitelik ortalaması daha yüksekti ve öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı da daha düşüktü. Şimdi üniversite sayısını birden bire artırdığınız zaman, her üniversitede elektrik elektronik bölümü olduğunda bu sefer öğretim üyesi sayısını hızlı bir şekilde artırmak için, kaliteden ödün vermek zorunda kaldınız.

Dahası var, öğretim üyeliği cazip olmaktan çıktı. Sonunda hem öğretim üyelerinin nitelik ortalaması düştü hem de öğretim üyesi başına öğrenci sayısı arttı. Bu ikisi de kaliteyi azaltıcı faktörler. Sadece bu değil, üniversitelerin 3 temel görevi var. Araştırma yapmak ve yayınlamak, kaliteli mezunlar vermek bir de kamuya danışmanlık yapmak. Yani üniversite sanayi iş birliği de o şekilde sayılır. Dolayısıyla sayının artmasının getirdiği avantajlar var değil mi?

Teknokentler artıyor belki, daha fazla eleman var. Ama genelde bunun ölçütü şöyle; eğer Türkiye’de üretim, özellikle katma değeri yüksek üretim, ileri teknolojileri artıyorsa, biz daha az ithal edip daha fazla ihraç ediyorsak iyi durumdayız sonucu çıkar. Fakat bu benim dediğim nitelik ortalamasının düşmesi, öğretim üyesi sayısının artmasının etkileri uzun vadede ortaya çıkıyor. Yani bugün iyi bir durum varsa, 5-10 sene süreyle o etkisini gösteriyor. Kötüye gittiğinde epey bir zaman sonra onun etkileri ortaya çıkıyor. Hemen hissetmiyorsunuz etkileri. Ama bu Türkiye’de göz ardı edilen çok önemli bir konudur. Hatta ilkokuldan itibaren üniversitenin sonuna kadar öğretim elemanlarının niteliği arttırılmalıdır. Öğretim elemanı başına öğrenci sayısı fazla olmamalıdır. Makulden fazla olmamalıdır. Bu Türkiye’nin temel sorunu.

Türkiye’de ki 25 yaş üstündeki insanların eğitim ortalaması 6,5 sene. Buna orta 2’den terk toplum deniliyor; bunun en azından 10 sene olması lazım. Eğitim konusunda çok gerideyiz. Çok çeşitli istatistikler var. Eğitim konusundaki açığımızı kapatmamız lazım. Ondan dolayı liselerin mecburi öğretim süresini 12’ye çıkardılar. Çok isabetli bir karar bu. Ama en önemlisi liselerde veya okullarda verilen eğitimin kaliteli olması.

 

Merak ediyorum, biz eğitimde Ar-Ge yapıyor muyuz? Mesela, matematiği ya da fiziği anlatırken öğretmenlerimiz mantık zincirleri kuruyorlar. Bu mantık zincirlerinin ne kadar basit ve anlaşılır olduğunu denetledik mi acaba? Orada bir takım kopan şeyler mi var? Ben hep bunları merak etmişimdir.

Ben önemli bir tespitimi söyleyeyim; matematikteki ortalama başarımız düşük, ben de diyorum ki matematiği iyi olan bir insan hayat boyu bunun yararını görebilir. İster ressam ister edebiyatçı olsun. Türkiye’nin önemli sorunlarından birisi, matematiği sevmeyen öğrenciler. Bunun da en büyük sebebi bu çocukların matematik öğretmenleri. İki zeki öğrenci, iyi bir matematik öğretmenine düşüyor, matematiği çok seviyor. Öbürü kötü bir matematik öğretmenine düşüyor, matematikten nefret ediyor. Dolayısıyla bu konuda araştırma yapılması lazım. Ne kadar öğrencinin, matematikteki ortalama başarısızlığının temel nedenleri nelerdir? Bundan yola çıkarak öğrencilerimiz matematiği nasıl sever, biz bu açığı nasıl kapatmalıyız diye de geniş kapsamlı düşünmeliyiz.

Bir şey daha söylemek istiyorum ki Türkiye için önemli.

Ben 6 sene Amerika’da kaldım. Amerika’daki Türkler, Japonlardan, Fransızlardan, Çinlilerden, Almanlardan çok daha iyi İngilizce konuşuyor. Yani İngilizce öğrenen Türkler gayet iyi ve dünya standardında. Fakat Türkiye liselerinde, zaten mezun öğrencilerin ortalama İngilizce düzeyi olması gerekenin çok altında. Finlandiya’yla ya da Hollanda ile Macaristan ile mukayese edersek çok gerideyiz. Bu tamamen eğitim sisteminin başarısızlığı. Yoksa çocuklar öğrendiği zaman çok iyi öğreniyorlar.

 

Hocam bir de İngilizce’den bahsettiniz. Prof. Dr. Aydın Köksal’ın da mühendislik eğitimi Türkçe olmalı gibi bir görüşü var. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Önemli bir konuya değindin, teşekkür ederim. Eğitim dili üniversitelerde İngilizce mi olmalıdır yoksa Türkçe mi olmalıdır? Beni yıllar önce Bursa’da bir panele çağırdılar. Ben de Boğaziçi’nde ders veriyordum. Dedim ki arkadaşlar burada eğitim dili İngilizce, ne diyorsunuz? Ön sıradaki bir kız öğrenci dedi ki, “Hocam, anlatıyorsunuz İngilizce ondan sonra diyorsunuz ki bakın burası çok önemli, burasını Türkçe anlatacağım.” İşte o zaman aramızdan bir duvar kalkmış gibi oluyor. Bakın öğrencimiz ne kadar da güzel ifade ediyor.

Şimdi sınıfta hoca Türk, öğrenciler Türk. Hocanın ana dili Türkçe, öğrencilerin ana dili Türkçe. Şimdi dersi İngilizce verdiği zaman hocanın verimi düşük. Türkçe verse çok daha verimli verecek. Öğrencinin verimi de düşüyor çünkü Türkçe dinlese verimi çok daha yüksek olacak. İki tane verim kaybı var. Bir de üçüncüsü psikoloji. Diyor ki,” Yahu biz birbirimize niye eziyet ediyoruz, sen Türksün ben Türküm.” Nedir arada ki bu duvar?  Yani eğitimin yabancı dilde olması düşünülecek bir şey değil. Yani siz kendi resmi dilinizi kullanmıyorsanız bu da yalnızca koloni ülkelerde görülebilecek bir şeydir.

 

Sizin gözleminize göre şu anda Türkiye’de bilim teknoloji, Ar-Ge politikası var mıdır? Oluşturuluyor mudur yoksa oluşturulmuş mudur? Gidişat, belirlenen bir strateji çerçevesinde mi gidiyordur yoksa biraz daha hasbelkader mi gidiyordur? Nasıl bakıyorsunuz?

Bu her ülke için çok önemlidir. Buna bilimsel araştırma politikası deniliyor. Bilimsel araştırmanın birinci kademesi temel araştırma. Yani, sen bir araştırma yapıyorsun, bunun hemen yarın bir uygulaması yok. Ama ilerde işe yarayabilir. Daha önemlisi, öteki araştırmacılar bundan yararlanabilir. Böcekler var, ateş böceği diyorlar. Adam bunun mekanizmasını araştırıyor. Ondan sonra beyin ile ilgili bir araştırmada hiç umulmadık bir yerde bu araştırmadan yararlanıyorlar. Temel araştırma, kısa vadede, uygulama beklemeden, dağarcıkta bulunsun diye bilim dağarcığını geliştirmek amacıyla yapılan araştırmadır. Peki öbürleri neler? Uygulamalı araştırma. Uygulamalı araştırma projesini savunuyorum çünkü bu araştırmayı yaptığınız zaman devre geliştirme programı yapıyorsunuz. Buna da uygulamalı araştırma deniliyor. Bir diğeri de Ar-Ge; araştırma geliştirme. Yani içinde mutlaka geliştirmenin de olduğu araştırma.

Şimdi Türkiye’de herkes sanki araştırma ondan ibaretmiş gibi Ar-Ge, Ar-Ge diyor. Halbuki değil, o üçüncüsü. Bir ülke önce kendi şartlarına bakacak. Diyelim ki ben bir senede, bir araştırmaya bütçeden 10 milyar ayıracağım. Bunun da 2 milyarı temel araştırma, 3 milyarı uygulamalı araştırma. Diyelim ki, 5 milyarı Ar-Ge. Buna bilim politikası, araştırma politikası deniliyor. Böyle bir politikayı belirleyebilmek çok zor. Mesela bu temel araştırma ne işe yarar? Onun önemini anlayacak insan çok az. Yani siz çok seçkin adamları görevlendireceksiniz. Önce politikayı belirleyeceksiniz, ne kadarını temel araştırmaya, ne kadarını uygulamaya, ne kadarını Ar-Ge’ye vereceğiz diye. Ondan sonra ülke çapında tartıştırıp politikalarını belirleyeceksiniz ve uygulamaya başlayacaksınız. Şimdi bu çok zor bir şey ve Türkiye’de yapılmıyor. Dediğim gibi millete sorun, araştırma deyince Ar-Ge’yi söylerler. Halbuki o araştırmanın sonuncusu yani üçüncüsü.

 

Bu konudaki tarihsel bir gözlemimi sizinle paylaşmak ve bir şey sormak istiyorum. Eskiden Osmanlı’da ve İslam dünyasında çok katkıları olan bilim adamları olduğu söyleniyor. Ben şunu görüyorum: bilim var fakat bunun teknoloji ve mühendislik açısından sanayiye dönümü yok. Ondan sonraki dönemlerde teknoloji var,  Ar-Ge var fakat bu sefer de bilim mi ihmal edilmiş? Yani bir dönemde biri var öteki dönemde de tam tersi.

Bunları fark etmiş olmanı büyük sevinçle karşılıyorum. Sonuncusundan başlarsak; deniliyor ki bir ülke kendi teknolojisini üretemiyorsa, kendi aletlerini üretemiyorsa, o iddialı bir ülke olamaz. Başka ülkelere bağımlı bir ülkedir. Peki, kendi teknolojisini üretebilmesi için ne kadar temel araştırma yapması lazım? Türkiye’de temel araştırma yapmak isteyen çok değerli bilim adamları var. Benim de arkadaşlarım var. Ama TÜBİTAK diyelim ki temel araştırmaya destek vermiyor. Bu adamın hevesi ölüyor değil mi? Halbuki o adam temel araştırmaları yapsa başarılı bir şekilde. Araştırmaya bir kere alışan biri ondan sonra uygulamalısını da yapıyor. Her probleme o şekilde yaklaşıyor. Onun için hem araştırmacı sayısı yeterli olmalı hem de temel araştırma, uygulamalı araştırma ve Ar-Ge arasındaki denge çok iyi bir şekilde kurulmalı.

 

TÜBİTAK 1963’te kuruldu. TÜBİTAK böyle bir ihtiyaç dolayısıyla mı kurulmuştu? O konuyla ilgili malumatınız var mı?

Sonuç itibariyle Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu çok önemli bir rol oynadı. Tabii hala da oynuyor ama her işin başı insan.

Tübitak içindeki insanların nitelik ortalaması yeterliyse çok iş yapıyorlar. Sizin oraya getirdiğiniz kişiler niteliğinden dolayı değil de, yakınlığınız olmasından dolayı ise o zaman da zarar bile verebiliyorlar. Onun için başlangıçta müthiş bir etki yapmıştı.

Sonraları bu müdahalelerden dolayı sarsıldı, verimliliği ve etkinliği azaldı. Günümüzde de etkinliği olması gereken yerde değil.

 

Hocam çok teşekkür ederiz, benim sorularım bu kadardı, sizin de eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Eklemek istediğim bir şey yok. Ben de teşekkür eder, başarılar dilerim.

 

Söyleşi Tarihi : 16 Temmuz 2014

Read More
1 3 4 5