Devir o kadar değişiyor ki mesela, 70’li yıllarda genç, yetişmiş bir elektronik mühendisi oturur kendisi amplifikatör yapardı. Ve onunla mesela müzik dinlemek büyük bir zevkti. Bugün amplifikatör yapmak bitti. Hazır, tüm devre olarak alıyorsunuz, işte bu amplifikatör diye veriyorlar size. Hani onu yeniden tasarlayıp, o zevki tatma bile kalktı.
Türkiye’ye bilgisayar ilk olarak ne zaman giriyor?
63’te yanlış hatırlamıyorsam, Türkiye’ye gelen ilk bilgisayar İTÜ’ye geliyor. Yani İTÜ kiralıyor, satın alma yok o günlerde. Ama ondan evvel bir tane var. Ama o, yazılım kullanan bir bilgisayar değil. Marshall yardımıyla beraber ilk bilgisayar geliyor. O bilgisayar da bayağı kablolarla programlanabilen bir makine. O makineyi kullanmış bir hocamız var, İzmir’de. Ama programlanabilir ilk bilgisayar İstanbul Teknik Üniversite’sinde 1963 yılında alınmış. Benim şansım var, Teknik Üniversite giriş sınavına girdiğim zaman, oturduğum sıranın hemen sol tarafındaydı bilgisayar. Böyle bir ilginç anım var.
Ben 65’te İTÜ’ye girdim. Bilgisayarla ilk tanışmamın hikayesi de ilginç. Onu da anlatayım size; 68-69 olabilir, okulun duvarlarını, Gümüşsuyu’nda ilan gördük Fortran iki programlama kursu var Taşkışla’da. Biz, yanlış hatırlamıyorsam üç arkadaş merak ettik ve gittik. Para falan istemiyorlar. Sınıf kalabalık ama böyle herhalde iki yüz kişiye yakın kalabalık var, dersi anlatan da Ataç Hocamız. Kayan noktalı sayıları, kaymayan noktalı sayıları anlatıyor. İlk bir hafta iki hafta hınca hınç dolu. Ondan sonra giderek azaldı, biz üç kişi kaldık. Hatta dediler ki, “Kursu iptal ettik, siz gelin makinenin başında oynayın.” İlk tanışıklığımız o zaman. O günkü makineyi söylemek lazım o günkü insanlara, kiralık günlüğü bin Dolar mertebesine yakın kiralar ödenen bir makine. Makineyi kiralayan firmanın mühendisi bizzat her gün geliyor, orada bulunuyor. Yani adamın işi o, makineye sahip çıkmak. Makinenin kapasitesi yaklaşık 40K belleği var, 1MB disk kapasitesi var, tek kullanıcı kullanabiliyor. Delikli kartlarla, delikli kartlardan örnek, tesadüf burada duruyor: Bunları delmek için özel makineler var. Takır tukur bunları deliyorsun. Program giriyorsun, belli bir süre sonra cevap veriyor. Diyor ki sentaks hatanız var, bir virgülü unutmuşsunuz. Hadi tekrar karttan düzenlenecek, tekrar girilecek. Şimdi o tabi bizde bir merak uyandırdı. Programlamayı öğrendik. O gün için bayağı bir meziyet sayılıyordu programlama bilmek. Bana çok şey kattı.
Mezun olma sırasında, bizim zamanımızda diploma çalışması diye bir çalışma yapılıyor. Yani bugünkü yüksek lisans tezi karşılığı. Ben de o günlerde analog bilgisayar denilen, ama bugün olmayan bir bilgisayar yapmayı hedefledim. Ve aşağı yukarı bir buçuk yıl çalıştım ve bilgisayarı yaptık. Şimdi o bilgisayarın ilginç bir şeyi var, yıllarca laboratuvarı kullanıldı. Yani bayağı işe yaradı.
Analog bilgisayarda böyle program yazma yok. Onda da böyle fişlerle daha çok diferansiyel denklemler kurabiliyorsun ve anında sonuç veriyor. Çok da işe yaradı zamanında. Bir şekilde onu basın duydu. Şimdi tam hatırlayamıyorum sene 70-71 herhalde. O günkü Milliyet gazetesinden geldiler, anlattık. İşte 24 işlemcisi var, şu yeteneği var, bu yeteneği var falan filan. Sevdiğim bir gazetecidir, onu 24 işlemi aynı anda yapabilen bilgisayar diye, bir yarım sayfa haber olarak yayınladı. İlginçtir, o makine hala duruyor, kullanılmıyor ama hatıra olarak duruyor. Türkiye bilişim tarihinde diyelim, Türkiye’de yapılmış ilk bilgisayar olarak tescillendi.
Öyle bir anım var. Daha sonra zaman şöyle değişiyor; bahsettiğim bilgisayar bir süre sonra daha üst modelle değiştirildi İTÜ’de. Diğer okullar da tabi bu arada bilgisayar aldılar. Aşağı yukarı bu 85’e kadar her üniversitenin büyük boy bilgisayar kullanma geleneği devam etti. 85’te dünya genelinde bir kırılma oldu biliyorsunuz. Önce ev bilgisayarı, ofis bilgisayarı gibi değişik isimlerle her firma bilgisayar çıkardı. O devir 86’da bir yerde IBM’in devreye girmesiyle, IBM PC devriyle bir noktaya ulaştı. Biz İTÜ’de 86’da yanlış hatırlamıyorsam, ilk ciddi alımı yaptık. O zamana göre 80-100, ikinci sene 200-300 tane PC alıp okula dağıttık. Bir süre sonra gördük ki öğrenciler de hocalar da artık büyük makine kullanmaya gitmiyorlar, niyetleri yok. Herkes kendi odasında, kendi makinesinde çalışmaya başladı. Ama dünyadaki genel gidişat da böyle. Bir süre sonra artık o ana bilgisayar dediğimiz bilgisayarların devri kapandı.
Şimdi aradan 40 yıl geçince bilgisayarın Türkiye’deki seyri aşağı yukarı dünya ile birebir aynı. İşte kiralık, bugüne göre ilkel sayılabilecek makinelerden, bugün herkesin çantasında taşıdığı günlük hayatta kullandığı bilgisayarlar devrine kadar geldik. Bu 40 yıl içinde gördüğüm ilginç olaylardan bir tanesi ilk masaüstü bilgisayar. Ona dizüstü diyemiyoruz, masaüstü böyle iki bavul büyüklüğünde bir bilgisayar. Bize de getirdiler, gösterdiler. Baya böyle gözümüz ışıldayarak baktık demek bilgisayar bu kadar olabiliyor diye. Ama şimdi bugünü düşünün kıyaslanacak gibi değil. O bilgisayarlar artık müzelik…
Peki hocam siz bir bilgisayar oluşturdunuz. Bunun için sonrasında mesela şirketleştirmek, markalaştırmak gibi bir şey düşünmediniz mi? O dönem yani buna bakış açısı nasıldı?
Şimdi işi ticarileştirmek başka, mühendis olarak veya teknolojik olarak yapmak başka. Şöyle diyeyim, ben yapmış olsaydım ne olurdu, diye düşünmeyelim. O gün yani 60’lı, 70’li yıllarda dünyada çok sayıda bilgisayar firması vardı. Yani büyük boy bilgisayar yapan, hatta büyük boy bilgisayar yapan firmalara rakip olan, şimdi isimlerini söylemekte mahsur yok. DEC diye bir firma vardı, IBM’in en büyük rakibiydi. İyi bir strateji takip edemedikleri için battılar. Yani en iyisini yapabilirsiniz ama pazarlayabilmek, onu ticarileştirmek farklı bir olay.
Yani bazı şeyleri yapabiliyorsunuz. Yaptığımız şeylerin, mesela bir tanesi çok övünerek anlattığım şeylerden bir tanesi, Tofaş’ta bir klasik tezgah. Kopya Freze tezgahı derler, devasa bir şey. Yatay eksende beş buçuk metre, düşey eksende dört metre, z ekseninde de iki metre giden, devasa bir tezgah. Bu arabanın gövdesini oluşturan kalıpları yapıyor. Bunun bir problemi vardı. Bu problemi çözmek için çağırdılar beni. Titreşim problemi varmış. Çok ayrıntıya girmeyeyim. En sonda da ben bu probleminizi bir tek yolla çözebilirim. Bunu bilgisayarla çalıştırır hale getirirsem çözerim. O günkü fabrika müdürü çok ileri görüşlü; yapın, dedi. Masrafların hepsini karşılayacağım, dedi. Burada çarpıcı bir olay söyleyeyim; bu projeyle ilgili uğraştığım yıllar 80-81 yılları yine, bugünkü anlamda PC falan yok piyasada. Bilgisayarı bizzat yapmak zorunda kaldım. O bilgisayarı, devasa tezgahı, bilgisayarla yönetilen bir tezgah haline getirdim. Sonuçta ne oldu?
Bundan böyle biz bu işin ticaretini yapalım denmedi, ama şu dendi: Bize çok şey öğrettiniz, biz bundan sonra bilgisayar kontrollü, yani CNC denilen tezgahlardan satın alalım. Ama mesela bir firma kalkıp da bir CNC tezgah yapayım hedefine girmedi.
Anladığım kadarı ile bilgisayar kontrollü üretim cihazları konusunda yoğun çalışmalarınız olmuş, doğru mudur?
O konularda epey uğraştım. Bir tane pantograf yaptım, yani bilgisayarla yönetilen. Mesela pantografi yaptığım zaman, işte ev bilgisayarı denilen Amstrad’larla falan yaptım. Yani biraz daha hazır bilgisayar bulmaya başladık. Ama Tofaş için yaptığımda kartın tasarımı, her şeyiyle bire bir kendim yaptım. Ve o bir şey, o çekirdek yapı, bizim laboratuvarda yıllarca kullanıldı.
Devir o kadar değişiyor ki mesela, 70’li yıllarda genç, yetişmiş bir elektronik mühendisi oturur kendisi amplifikatör yapardı. Ve onunla mesela müzik dinlemek büyük bir zevkti. Bugün amplifikatör yapmak bitti. Hazır, tüm devre olarak alıyorsunuz, işte bu amplifikatör diye veriyorlar size. Hani onu yeniden tasarlayıp, o zevki tatma bile kalktı.
Bugün ne oldu, elektronik cihazı hazır buluyorsunuz. Mekanik cihaz da öyle. İşte bir CNC tezgah yapacaksınız, bir firma size hazır mil satıyor. Hazır sürücü motor satıyor. Geri kalan ne oluyor? Diyor ki mekanik sistemin parçalarını al, bunları birleştir tezgahını yap. Öbür tarafta elektronik firma diyor ki bak sana sürücü devrelerin onlar da hazır var. Hiç bir şekilde onları yeniden yapmana gerek yok. Ama ne yapacaksın sen onun aklını yapacak olan, yazılımını geliştirmen lazım. Katma değer burada.
Peki hocam benim aslında merak ettiğim bir konu var. Siz elektronik mühendisi çıkışlısınız değil mi? Mesela şimdi bilişim tarihine baktığımızda yazılım mühendisleri ilk önce nerede çalışmaya başladılar? Yani senelere göre hangi sektörlere dağıldılar? Ve elektronikle o ilişkileri nasıl yakınsadı birileri ? Hani siz 80’lerin başında sanayiye girmekten bahsetmiştiniz. O sırada, 80’li yıllarda tarihte öne çıkan bankacılık otomasyonları var, yazılım mühendislerinin girdiği. Bu konuyla ilgili neler söyleyebiliriz?
Aslında birazcık tarihi gelişmeye bakmak lazım. Mesela benim mezun olduğum 71-72’li yıllarda bilgisayar mühendisliği diye bir eğitim yok. Yani bir insanın çıkıp “Ben bilgisayar mühendisiyim.” demesine imkan yok. Ne var? Benim gibi işte meraklı insanlar, gidip bir programlama dili öğreniyor. O günlerin bilinen programı diye gidip bir Fortran öğrenirsiniz veyahut ticari işlerle uğraşırsanız Cobol öğrenirsiniz. Şimdi öyle insanlar var ki o zamanlarda, mesleği hiçbir şekilde elektronik değil.
Mesela makineci, inşaatçı kendi mesleği icabı bilgisayar kullanma ihtiyacı doğmuş, tutmuş programlama dili de öğrenmiş, hiçbir sistematik bilmiyor aslında. Yani sadece işte temel kuralları biliyor, onunla program yazmaya başlıyor.
80’li yıllara kadar bir kere bu piyasada çalışanların hiçbirinin böyle ciddi alt yapılı eğitimleri yok. Onlar kendilerini çekirdekten yetiştirmişler ve o gün ihtiyaçları daha çok nedir; mali işler, bordro işleri, muhasebe işleri, işte çokça benim gördüğüm mesela, inşaatçıların statik işlemleri. Hatta bazıları hazır yurt dışından gelen programları kullanarak işlerini görüyorlardı.
O günlerde ofis bürolar vardı. Şimdi ofis büro kavramını açmak lazım. 80 yılına kadar sadece üniversitelerin veyahut büyük kuruluşların büyük makineleri var. Herkesin öyle evinde, ofisinde bilgisayarı yok. Ama sizin ihtiyacınız maaş ödeyeceksiniz, bordrolar, ya elle yapacaksınız ya da ofis bürolara gideceksiniz.
Ofis büroya gidiyorsunuz, diyorsunuz ki, benim çalışanların listesi bu, benim uyguladığım yöntem, ödeme sistemi bu, ona göre bana bir program yapın ve bana her ay sonunda, kime ne kadar ne ödeyeceğimi kağıt üzerine dökerek getirin. Şimdi bu ofis bürolar, programları yazıyorlar, geliyorlar falanca üniversiteden veya filanca şirketten makine kiralıyorlar, zaman kiralıyorlar, orada programlarını çalıştırıyorlar. O günkü devir o. Şimdi bu devir ne oldu? Aradan 20 sene 30 sene geçti. Örnek olarak söylüyorum, muhasebe paketi, ticaret paketi geliştiren firmalara dediler ki siz bizden program satın almayın, bize bağlanın işinizi görün, ne kadar kullanırsanız biz sizden o kadar para talep edelim. Dolayısıyla bilgisayar satın almayın. Teknik eleman tutmayın. Fena değil. Peki benim bilgilerini çalıp çalmayacağınızı kim söylüyor? Hemen bir soru işareti.
Şimdi bir 10 sene geçti, Bulut Bilişim çıktı. Aynı şeyi söylüyor Bulut Bilişim. Bulut Bilişim’de firmalar diyor ki ”Hiçbir programa ihtiyacın yok. Yani hiçbir programı lisanslı olarak satın almaya ihtiyacın yok. Hiçbir şekilde donanım satın almaya ihtiyacın yok. Ne ihtiyacın var senin? Diyelim ki teknik çizim programı. Ben de var, al kullan. Ne kadar kullandıysan o kadar bana para öde.
Sonuçlarını bende saklamak istiyorsan sakla. Saklamak istemiyorsan saklama.” Yani ofis büronun zaman içindeki gelişmişliği bence Bulut Bilişim oldu. Ama soru hep aynı, benim sırlarımı kim saklayacak? Şimdi elektronik de öyle, o bağlantıyı kuralım. Şimdi bilgisayarın tabi ki donanımı ve elektronik olduğu için, elektronikçiler bunun yapımıyla son derece içli dışlı olmak istiyorlar. Oldular. Ama kullanıcısı olmadılar. Kullanıcısı daha çok inşaatçılar, uçakçılar, gemiciler oldu. Dolayısıyla orada bir yol ayrımı başlıyor. Bilgisayar mühendisleri ve bilgisayar bilimcileri diye ayırıyoruz. Bir tanesi bilgisayarı en iyi şekilde, işler şekilde kullanacak olan insanlar. Bunlar bilgisayar nasıl çalışırmış, nasıl imal edilirmiş, nasıl tasarlanırmış bilmek zorunda değil. Yani şunu diyelim, bir şoför araba nasıl yapılır bilmek zorunda mı? Hayır. Ama en iyi şekilde kullanmak durumunda. Onları o sınıfa koyalım. Farklı bir meslek. Bilgisayarı en iyi şekilde, kendi amacı için veya başka bir amaç için kullanmayı beceren insanları da böyle ayıralım. Bilgisayar mühendisleri, bilgisayarın kendisini yapan, yani bilgisayarı yapan. Bilgisayarla sistem kuran, demin anlattığım gibi mesela CNC tezgahta olsun, ne bileyim telefon olsun…
Bugün akıllı telefonlar bilgisayar mühendislerinin projesi. Bu tip işleri yapabilen, yaptığı cihazlara da diyelim, onlara can verecek olan, programını yapabilmesi lazım. Dolayısıyla bilgisayar mühendisi için artık program yazmak okur yazarlık olayı. Yani bir sanat değil.
Ama şimdi üçüncü bir yol daha çıktı, olay o kadar büyüdü ve o kadar büyük boyutta yazılımlar yazılıyor ki 50 kişi, 100 kişi çalışıyor aynı şeyi yazmak için. Şimdi böyle bir yazılımın, kurgulanması, tasarımı, her aşamada kontrollerin yapılması, hatalarının ayıklanması ne bileyim işte hızının yeterli olması gibi bir takım başka problemler var.
Şimdi bu problemleri çözmek için de bu sefer yeni bir yol açıldı. O da yazılım mühendisliği. Bir bilgisayar bilimleri dedik, onları büyük boy yazılım geliştiren falan değil kendi amacı için kullanan insanlar, farklı bir bilim dalı. Bilgisayar mühendisleri de bilgisayarı yapma, onda sistem kurma, ona can verecek yazılım yazmada görevli kişiler.
Yazılım mühendisleri de var ki onlar da bilgisayarın nasıl çalıştığını bilmek zorunda değil ama çok büyük çaplı yazılımları, bankacılık yazılımları sigortacılık yazılımlarını daha ne aklına gelirse gelsin onların hepsini yazabilen başka bir kulvar daha oluştu. Bunlara ilave iki tane daha var; bilgi teknolojileri ve bilişim sistemleri. Bilgi teknolojileri de, mevcut bilişimle ilgili cihazları bir araya getirip sistem oluşturanlar. Mühendisliğin farklı bir alanı. Bilişim sistemleri biraz daha işletme, yönetim bilgisine sahip ama bilgisayar da bilen başka bir alan denilebilir. Ama ilk saydığım 3 alan bugün için daha yaygın ve dünyada da çok geçerli birer meslek.
Şimdi hocam bizim aslında önde gelen yazılım şirketlerine baktığımızda Logo, Link gibi daha çok muhasebe yazılımlarıyla ön plana çıkmış kurumlar. Sizin bahsettiğiniz sanayinin içerisindeki sizin yaptığınız üniversiteden bir uygulamaydı. Mesela Aydın Hoca bahsetti, dedi ki bu çelikçiler de bu süreç denetim yazılımlarından yararlanmışlar. Türkiye’de bu anlamda yani sanayiye giren bu süreç denetim yazılımı anlamında öne çıkan bir firma var mı? Yoksa bu işler hep bireysel böyle üniversiteden yardımla mı yapılıyorlar?
Bahsettiğiniz o firmaların kurucuları hasbelkader öğrencim oldu genç yaşlarda. Çok da iyi tanırım, çok da başarılı insanlar. Bir kere piyasa işi zorluyor.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, bilgisayarı ilk kullanmaya kalkanlar, parayla oynayanlar. İşi parayla ilgili olanlar. En basiti muhasebe paketleri işte. Ondan sonra ticari otomasyon paketleri. Bu bahsettiğiniz firmalar da bence doğru zamanda doğru işe başladılar. Başka firmalar da var. Bazıları yaşayabildi, bazıları yaşayamadı. Şimdi onlar içinde başka bir sıkıntı var, yabancı firmaların baskısı altına giriyorlar. Yani 85-86’da Türkiye’de ticari paketlerin çok az olduğu devirde, iyi bir yol seçtiler, o yolda başarılı oldular. Şimdi biraz sıkıntıları olduğunu tahmin ediyorum. Bu bir yol. Diğer yollar, diğer konular, işte diyelim ki bir sanayi kuruluşunun teknik bir probleminin çözülmesi gerekiyor. Tekil olaylar, arkası yok. O olayları ticari firmanın yapması çok çekici değil. Yani kalkıp da bir CNC tezgahını veyahut klasik tezgahı CNC tezgah haline getirmek ticari firma için cazip bir konu değil.
O şöyle cazip olabilir; bir tezgah üreticisi, yerli firma der ki “Ben şu güne kadar klasik tezgah üretiyorum, bunu bilgisayarlı tezgah haline getirmek için beraber çalışalım.” Ve o onun devamını getirir. O sanayi Türkiye’de fazla yok. O konuda çok istekli yok. Belki piyasa çok büyük değil. Ondan kaynaklanıyor. Ama tekil çözüm çok yapılmıştır Türkiye’de. Çok başarılı askeri projeler yaptık mesela.
Peki hocam, mesela 80’li yıllarda bir bilgisayar mühendisi mezun olduğunda daha çok bankacılık alanlarına mı yöneldi?
Şimdi bilgisayar alanında çalışanların nerede iş bulduğunu tekrar ele alırsak. Bankacılık sektörü ciddi talep yaratan bir kuruluş. Başka örnek verelim, 70’li yıllarda elektronik mezunları, en azından İstanbul için konuşmaya çalışayım, Netaş ve Teletaş’a gitmek, orada çalışmak isterdi. Çünkü büyük iş veren onlardı. Bugün Netaş yazılım firması. Tamamen değişti. Çünkü telefon santrali mantığı değişti. Eskisi gibi röleler bilmem transistörler yapılan santraller yerine şimdi bilgisayarla yapılan santrallere döndüğü zaman olay yazılıma döndü. Devir bu şekilde değişiyor.
Yani elektronik mühendisleri de artık bugün mecburen bilgisayar bilmek zorunda olmaya başladılar. Hatta Amerika’da bazı okullarda elektrik mühendisleri, elektrik ve bilgisayar mühendisliği diye isimlerini değiştirmek zorunda kaldılar. Bu zamanın ortaya çıkardığı bir durum.
Bunun dışında Türkiye’de asıl ciddi gelişme şu: Yazılım firmaları doğmaya başladı. Yani muhasebe, ticari paketlerin dışında, ben ne iş olursa yazarım anlamında yazılım firmaları. Aslında bu da ihtiyaç. Mesela sağlık sektörü için yazılım gerekiyor diyelim; ne bileyim bir trafik sistemi için yazılım gerekiyor veyahut bir uçak için yazılım gerekiyor. Bu tip, bu sefer özelleşmeler başladı. Ve bu firmalar var şu anda. Yani birkaç yüz kişinin çalıştığı, işin tanımı, analizleri yapıldıktan sonra o programları yazabilen, yazılımları geliştirebilen, testlerini yapabilen, belli uluslararası kalite standartlarına uygun yazılım geliştiren firmalar ortaya çıktı. Bunları çok fazla isim olarak duymayabilirsiniz. Önemli de değil. Hatta bunların bazıları sadece yurt dışına çalışıyor. Yani dışarıdan işin tanımı geliyor, analizi geliyor, işte her şeyi geliyor, burada yazılımı geliştiriliyor, testleri yapılıyor ve firmaya teslim ediliyor. Bu var. yani dolayısıyla Türkiye’de yazılım alanında veyahut bilgisayar mühendisliği alanında bir şey yapılmıyor gibi üzüntüye kapılmaya gerek yok. Ciddi şeyler yapılıyor, yapılmıyor değil.
Teknokent’te iki üç tane röportajımız oldu. Pozitron da bunlardan biriydi. Mesela o bankacılıkta…
Evet ben isimlerini çok vermek istemiyorum ama o güzel bir örnek. Bunlar hemencecik değer kazanıyorlar. Başkaları tarafından satın alınıyor. Şöyle diyeyim; mesela bu benim başında bulunduğum fakülte için güzel bir övünç kaynağı. Turkcell’in bir operasyon kısmı var bir de, biliyorsunuz araştırma geliştirme yapılan Turkcell Teknoloji var. Turkcell Teknoloji benim bildiğim kadarıyla 400’den fazla mühendis çalıştırıyor. Bunun dışında bilgisayar mühendisleri büyük çoğunlukta. Bunun %47’si bizim mezunumuz. Yani yarısı bizden gitme. Bu şimdi bir gerçeği ortaya koyuyor. Firmanın iş sahası, haberleşme.
Haberleşme denildiğinde, haberleşme mühendisine ihtiyaç var diye düşünüyorsunuz ama bilgisayar mühendisine ihtiyaç var.
Turkcell’in iş ortakları denen kesim anladığım kadarıyla bilişim firmalarından oluşuyor. Öyle midir?
Çoğunlukla öyle. Yani işte şu çarpıcı olay Türkiye’nin övünç kaynağı olan bir firma diyelim, Avea’sı olsun, diğerleri de neyse, bunlarda yeni çalışmaları yapanlar elektronik haberleşme mezunları olması bekleniyor, konusu o. Ama hayır, bilgisayar mühendisleri. Yani bu şunu gösteriyor, elektronik cihazları hazır bulma imkanı var. Ama hazır bulduğunuz cihazları, ülke koşullarına göre sizin işletme mantığınıza göre yorabilmeniz için yazılımlı ihale yapmak zorundasınız. Ve katma değer de orada. Yani siz ne kadar çok yazılım geliştirirseniz, kazancınız orada.
Peki hocam biraz internete gelmek istiyorum. İnternetin Türkiye’ye gelişi… Üniversitelere daha önceden girmiş bildiğim kadarıyla. Bu konuyla ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Vardı ama bugünkü anlamında değil. Benim ilk kullandığımda Altavista galiba onu kullandık. Altavista’yı kullandık. Yani üniversitenin arama motoruydu.
Yıl 95 falan diye tahmin ediyorum. Bir tane iş istasyonum vardı, bugünkü PC’ler kalitesinde bir makine. Onunla bağlanıp bazı bilgileri oradan indirdiğimi hatırlıyorum ama bugün internet insanlar için farklı bir anlam taşıyor. İnternet insanlar için sosyal medya. O gün için öyle bir şey yok. İnterneti biz akademik çalışmalar için kullanırdık. Olsa olsa işte akademisyenler arasında mektuplaşma için kullanırdık. Şimdi öyle değil, günde 100’den fazla bana mektup geliyor. 100’den fazla mektubun önce bir hangilerini okumayacağımı bir siliyorum ondan sonra okumaya başlıyorum
Peki bu anlamda mesela internet teknolojilerinin alt yapılarını transfer mi ettik ? Orada bir katma değerimiz oldu mu 90’lı yıllarda ?
Alt yapısı zaten bizim yapmamız gereken bir şey değil. Alt yapıda yapılan tek şey şudur, üniversiteler arası Ulakbim kuruldu. Üniversiteleri birbirine bağlayan bir altyapı. Bir kere alt yapınız yoksa interneti kuramazsınız. Yani o mümkün değil. Ama alt yapı bir fiziksel katman sağlıyor. Ondan sonrası içerik olayı, siz ne kadar sağlayabilirseniz o kadar. İçerik bambaşka bir olay. Ve Türkiye’nin dünya internet dünyasına sağladığı içerik çok büyük miktarda değil. Yani biraz da İngilizcenin dünyada yaygın olmasından dolayı daha çok batı dünyasının içerik sağladığını söylemek mümkün.
Peki hocam internet servis sağlayıcılar tam olarak ne yapar ? Bir katma değer yani tabi bir ekonomik iş oluşturuyorlar fakat katma değerleri de bunların teknoloji adına bir katkıları var mıydı ? Mesela Superonline olsun bayağı bir servis sağlayıcı kullanıldı.
Onun için tam bir sayı bilemiyorum. Birkaç tane Türkiye’de öyle internet servis sağlayıcı ciddi olarak hala çalışıyor. İşte Superonline gibi bireysel kullanıcıya yönelik olanlar var. DorukNet gibi daha çok kurumsal kullanıcıya hitap edenler var.
Onlar da yakın zamanda gördüğüm katma değer sağlayabilmek için veya kendilerine kazanç sağlayabilmek için Bulut’a doğru yönelmeye başladılar. Çünkü öbür türlü sadece telefon operatörü gibi. Yani siz internete çıkmak istiyorsunuz, işte birinden bunun bağlantısını sağlamanız lazım. Sırf bağlantı sağlıyorsan, ona o bağlantıyı sağladığın için aylık bir kira ödeyeceksin. Orada onun yaptığı bir eklenti yok. Sadece size bir yere ulaşmanızı sağlıyor veyahut size bir isim hakkı veriyor. Orada zannedersem çok bir şey kazanamadılar. Ama asıl kazanç, şunu yapıyorlar gördüğüm kadarıyla; donanım almayın, bizim donanımımızı kullanın.
Bir yerde bugünkü terminoloji ile Bulut Bilişim’in hizmetini sağlamaya başladılar. Oradan kazanç sağlayacaklar. Tabi onu sağlamak demek oradaki yazılımları eğer kendileri yapar ve koyarlarsa para kazanırlar. Veyahut o yazılımı yazmış olan yerli bir firmanın önünü açarlarsa ona para kazandırırlar, kendileri kazanırlar. Böyle bir ticari ilişki var tabi. Ama beklendiği kadar mı? Yani öyle bir global olay ki aynı hizmeti daha ucuza yurt dışında bulduğunuz zaman yurt dışından alıyorsunuz. Rekabet ortamı çok geniş. Yani gümrük duvarı gibi, yok siz yurt dışından bu hizmeti alamazsınız illa ki yurt içinden alacaksınız falan gibi, bir teşvik olmadığı sürece katma değeri sağlamak çok zor.
Bu açıdan servis sağlayıcılarının transfer ettiği bir teknolojik alt yapı var mıdır? Yoksa sadece hat mı kiralıyorlardı?
Hat kiralıyorlardı. İşte o hattı paylaştırabilmek için bir bilgisayar alt yapısı kuruyorlar tabi ki. Orada bir teknik bilgiye ihtiyaç var ama müthiş bir bilgiye de ihtiyaç yok açıkçası. Yani bir internet servis sağlayıcısı nasıl kurulur? Şöyle diyeyim: Bir kalorifer tesisatına ihtiyacınız var, kalorifer tesisatı kurmayı bilen birine “Gel, kur.” diyorsunuz. Ondan sonra sistem çalışıyor.
Yani siz öyle bir servis sağlayıcı olursunuz ki siz o servis sağlayıcıdan günlük haberleri alabilirsiniz. Ne bileyim, meteorolojik haberleri alabilirsiniz. O tip size ek bilgiler veriyorsa oradan kazanç oluyor. Onun yanında reklam koyarsa kazancı olur.
Peki hocam, aslında bankacılık, muhasebe olayına geri dönmek istiyorum. Bunun bir üst katmanı ERP yazılımları…
Tam değil.
Yani o ikisi arasındaki fark ne?
ERP genel anlamda şu: Örnek olarak araba yapacaksınız. Ülkenin veyahut dünyanın çeşitli yerlerindeki satıcılarınızdan günlük, haftalık hatta anlık siparişler almanız lazım. O siparişleri aldınız, o siparişlere karşılık bir üretim planı yapmanız lazım. Ben bunu ne gün, ne zaman imal edebilirim. Tabi bunu diyebilmeniz için sizin, her üretimin, bizim piyasa tabiriyle reçetesini; bir arabanın hangi parçalardan oluştuğunu, hangi parçaların nereden temin edildiğini, fiyatını, onların üretim sürelerini, bütün bu detayları bilmeniz lazım. Çok karmakarışık bir iştir bu. Bu bilgileri programa yüklemeniz lazım. Dolayısıyla, aldığınız sipariş bu temel bilgilerle birleşip size şunu çıkaracak: Tamam, sen bu arabayı 8 gün sonra teslim edebilirsin.
ERP paketlerin özelliği bu. Ve bu paketlerin bütün bu söylediğim özellikleri kapsayanlarının fiyatları aşağı yukarı 1-2 milyon Türk Lirası bedelinde. Böyle bir sistemi ayağa kaldırabilmek için de en az 1 yıl danışmanlık alman lazım. Onun da günlüğü 1000 ile 2000 Lira arasında. Yani büyük paralar yatırman lazım. Bunu yapanlar var mı Türkiye’de? Var. Bu tip programlar dünyada bir numara olan bir Alman firması. Dünyanın %30’una sahip. %30 piyasayı bir firma tek programla sağlıyor.
Türkiye’de buna benzer program yapanlar var. Daha küçük ölçekli yapanlar var. Kullanıyorlar. Yani kullanıcıları da var.
Türkiye’de Logo ve Link’in kurulduğu 80’li yıllar, O dönem bu yazılım firmalarını kurma devri nasıl oluştu?
85’li 90’lı yıllarda ticari paket yazmak için kendilerine hedef seçmiş olan firmalar bence doğru seçim yaptılar. Ve onlar hala Türkiye’de yaşıyorlar. Yani bir sıkıntı yok. Bugün şunu söylemek lazım, dedik ya en çok bilgisayar mühendisi, yazılım mühendisi ihtiyacı olan bankalardır diye. Yakından izleme fırsatım olduğu için biliyorum, bugün Türkiye’de geliştirilmiş olan bankacılık yazılımları dünya standartlarının çok üstünde. Yani bugün internet bankacılığı için, bankaların insanlara sunduğu hizmet, dünyanın sayılı bankalarında yok. Yani bu bence Türk mühendislerinin büyük bir başarısıdır. Hem bankacılığı biliyorlar hem Türk insanının kıvrak zekasını biliyorlar ve ona uygun çözümler buluyorlar. Mesela şu an yasaklandı ama taksitle, kredi kartıyla taksitli satış Türkiye’nin dışında hiçbir yerde yok.
Böyle bir şey bizimkilerin icat ettiği, kullandığı bir olay. İnternet bankacılığı üzerinden verilmeyen hizmet yok. Yani yabancı bankaların bu tipte hizmetleri çok sınırlı. O bakımdan yani bilgisayar mühendislerinin yaptığı son derece başarılı çözümler var.
Peki hocam Robotics konusu sizin alanınıza mı giriyor ?
Robotla uğraştım ben. Yani robotla şöyle uğraştım; 85-86 civarı hatta TÜBİTAK adına bir tane robotik ünitesi kurduk, makine fakültesiyle beraber. Onlar mekanik kısmını yapacaktı, biz bilgisayar kısmını yapacaktık. Onu çok iyi geliştiremedik ama robot konusunda toplumun bilgilendirilmesi konusunda epey bir çalışmam oldu. 1-2 tane deneysel yaptıklarım da oldu. Daha sonra o alandan çıktım. Benim köken olarak elektronikçi olmam yani bilgisayarda daha sonra çalışmış olmam ama mekaniğe özel merakımdan dolayı üçünü birleştiren güzel bir konuydu.
Sizin aslında fakülteden çıkan girişimcilerden midir Altınay Robotics?
Çok değerli bir arkadaşımız, başarılı çalışmaları da var, imalatçının ihtiyacına uygun robot yapıyorlar. O uçakçı ve makineci, yani makine bilgisi kökeni olduğu için mekanik kısımlarını tabi ki iyi şeyler yapıyorlar. Yani iyi şeyler duyuyorum onlar hakkında.
Mesela tartıyla ilgili yine hatırlıyorum, bazı ilginç öğrencilerim oldu geçmiş zamanda. Mezun olmuşlar, gitmişler, gelmişler, geldiler benim mikro işlemci dersimi izlemek istediler. Onlardan bir tanesi, Esit galiba yanlış hatırlamıyorsam firmanın adı, onlar mesela bir süre karayollarındaki tartı sistemlerini yaptılar. İşte teraziler, endüstriyel tartı sistemleri başlı başına bir iş. Ama dediğim gibi Türkiye’de bir şey yapılmış mı ? İşte güzel yapılmış uygulamalardan bir tanesi o. Robot onlardan bir tanesi.
Daha ilginci mesela Milli Gemi Projesi. Milli Gemi Projesi’nin savaş hareket merkezinin tasarımını bizzat iki sene çalıştım. Yani bunlar görünür işler değil ama bugün milli gemi yapılıyorsa milli geminin temel harcında payımız var.
Gemi bir kere tasarlanıyor, o gemiden aşağı yukarı 13-15 yılda 13 tane yapılacak. Yani milli gemi adı üstünde gerçekten milli gemidir. Her şeyiyle, tasarımı yerli ama şu demek değil; üstündeki her şey %100 yerli. Böyle bir şey dünyanın hiçbir yerinde mümkün değil; Topu bir yerden alıyorsunuz, demir anahtarını bir yerden alıyorsunuz ama onları bir araya getirip savaş gemisi yapmak bir sanat.
Peki hocam 90’lı yıllarda internet geldikten sonra bilgisayar yazılım mühendisliğinde şekil değişti mi?
Kesin var. Bir kere ivme kazandı. Yani 90 yılında çıkmış olanlara yazılım mühendisi bile belki demiyorduk. İşte programcı falan diyorduk. Hatta hala Türkiye’de bilgisayar mühendislerini programcı olarak görenler var. Hatta bazı yerlerde duyuyorum, bilgisayar mühendisi falan değil, gidin bir doğru dürüst mühendislik eğitimi görün. Ne bileyim bir elektrik mühendisi olun, makine mühendisi olun, işte bir de programcılık öğrenin, her şeyi yaparsınız. Belki bu 90 öncesinde doğruydu. Niye doğruydu? O günlerde bilgisayar mühendisi olmadığı için, fizikçiler, matematikçiler, elektronikçiler bir programlama dili öğrenip, programcı olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Ama devir değişti. Şimdi bugün için yazılım kalitesi, yazılım güvenilirliği, yazılım performansı gibi bir yığın kriter var ve uluslararası organizasyonlar var ve sonuçta da yazılım mühendisliği diye yani bir mühendislik doğdu. Yani o mühendisliğin bütün gereklerini bilen adam bugün çalışabiliyor. Diğerleri, programcı olabilir.
Peki hocam teşekkür ediyorum, benim sorularım bu kadar. Sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bilgi teknolojileri hayatın her noktasına girecek. Yani artık kişiler normal hayatlarını sürdürürken sağlık kontrolünden geçebileceği bir devire geliyoruz. İşte haberleşme sisteminin getirdiği şeyi görüyoruz. Artık cep telefonlarımız bilgisayar gibi.
Bizim internet bağlantımızı, yazmamızı, çizmemizi, yani tatil yapıyorsunuz, tatilde misiniz belli değil. Yani sizi her an her yerden bulabiliyorlar, erişebiliyorlar. Hani bugün için şu tip bilgisayar ağı mı kullanalım, bu tip mi diye sormuyorsunuz. Herkes Ethernet diyor, kullanıyorsunuz. Bir gün arabalarda Ethernet benzeri bir ağın olacağını düşünür müydük ? Bugün arabalarda öyle. Yani şöyle diyeyim; siz arabanın sağ camı yukarı çıksın veyahut aşağı insin dediğiniz zaman, elektrik düğmesi gibi yukarı düğmesi aşağı düğmesi basmıyorsunuz. Bir düğmeye basıyorsunuz ama o bilgisayara yönlendiriyor, bilgisayar kapının içindeki bilgisayara haber veriyor, camı yukarı doğru yöneltiyor. Şimdi diyeceksiniz, “Niye buna ihtiyaç var?” çok çarpıcı bir örnektir. Dünyada kablo fiyatları yılda %15-20 artıyor. Bilgisayar fiyatları her yıl %15-25 ucuzluyor. Yani arabanın direksiyonundan kapıya kadar kablo çekmenin bedeli arabanın içinde bir bilgisayar ağını kurmaktan daha pahalı. O yüzden bilgisayar ağını kuruyorsun, bilgisayarları koyuyorsun, çünkü kapının içine koyduğun bilgisayarın fiyatı 1 Lira, kablonun fiyatı daha fazla. Yani dolayısıyla hayatımızın her noktasına girecek. Herhalde bir gün şu nokta geleceğiz “Niye burada bilgisayar yok ?”
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15