“Elektronik sanayi ve mobil birleşecek. Burada birkaç handikap var. Pil ömrü ve kapsama alanı. Ne zaman ki gökyüzünü gördüğünüz her yerde telefonunuz çekmeye başlayacak yani uydu üzerinden bu olacak. Global bir kapsama alanı olacak. Ne zaman ki şarj cihazınızı unutup bir aylık seyahate çıkabileceksiniz asıl o zaman bizim günümüz başlıyor olacak. O güne doğru da biz hala ara çözümlerle idare oluyor olacağız.
Galatasaray Lisesi’nde okurken AFS’nin sınavıyla 1 sene ABD’de okumaya hak kazandım. Galatasaray’da lise 2’yi bitirip, lise 3’ü ABD’de okudum. O zaman orada 1993 senesinde internet yeni yeni başlamıştı. Sadece bulunduğum devlet lisesinin kütüphanesinde 1 tane bilgisayar vardı ve kütüphanecinin 1 tane e-mail adresi vardı. Türkiye’de de mailleşebilecek 1 tane arkadaşımın, Boğaziçi’nde profesör babası vardı. Biz onunla e-mail üzerinden işte Türk kahvesi nasıl yapılır? Kuru fasulye tarifiydi falan, Yusuf hoca da sağ olsun sabırlı davranıp çocukluğumuza rağmen bize bunları iletti. Sonra döndüm Galatasaray Lisesi’ni bitirdim. İstanbul Teknik Üniversitesi’ni kazandım.
1995-2000 seneleri arasında İTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi’nin kantini, yüzlerce yeni fikrin konuşulduğu, robotik projelerinin, havacılığın ve teknolojinin konuşulduğu ilginç bir ortamdı. Herkes firma kurmak istiyordu. Herkes bu konularda fikir üretiyordu. Fakat bir şekilde o yıllarda Türkiye’de, risk-sermayesiydi, kamunun teşvikleriydi bu tip şeyler henüz yerleşmiş olmadığı için oradan böyle bir Silikon Vadisi tarzında bir yapı çıkmadı. Bazı arkadaşlarımız, ben de dahil olmak üzere kendi firmamızı kurduk. Bazı arkadaşlarımız profesyonel kariyere devam etti. Tabi çok erken yaşta girişimciliğe merak sarmanın handikapları var.
Benim üniversite öğrenimim 9 sene sürdü. Neyse ki fizik mühendisi olarak başarıyla mezun oldum. Fakat tabi işle okulu Türkiye’de paralel götürmek çok zor. Hem hocalar buna müsamaha göstermiyorlar hem de eğitim sistemi buna göre tasarlanmamış. O yüzden zaten bildiğiniz gibi Türkiye’de öğrenciyken başarılı bir iş yapmak, öğrenciyken başarılı bir sporcu olmak pek mümkün değil. Ya o ya o. Türkiye’de sizi hep bir seçim yapmak zorunda bırakıyor. Neyse bizde amaç kurumsal bir yere girmek mi? Kendi işimizi yapmak mı? Bu konuda arkadaşlarla tartıştıktan sonra 97 senesinde ilk işimizi kurmaya karar verdik. Herkes garaj firması diyor. Biz kendimize kantin firması diyoruz. İTÜ kantininde kurulmuş 5 kişilik bir firma ile biz başladık. 97-2000’e kadar o zamanın tabiriyle bilgisayarcı, şimdinin tabiriyle bilişim hizmetleri veren bir ufak organizasyonumuz vardı.
2000 senesinde biz ilk teşebbüsümüzden ayrıldık ve 4 arkadaş Pozitron’u kurduk. “Ne yapalım?” dedik. Yazılım alanında faaliyet göstereceğimizden eminiz ama yazılımın hangi branşında ilerleyeceğimize karar vermemişiz. Biraz da eksik bilgiyle yola çıkmanın da dezavantajları bunlar. Önce ERP yapalım dedik. Sonra CRM yapalım dedik.
Muhtelif güzel projelerde yaptık hatta 2002 senesinde Sabancı Grubu Kraftsa diye bir firmaları vardı o zaman. Onların bütün Türkiye satış otomasyonlarını biz yapmıştık. Bizim için zor ama keyifli bir projeydi. İlk defa büyük bir firmayla çalıştık. O biraz bizi disipline etmişti. Sabah belirli bir saatte ofise gitmek, yazışma kültürünü öğrenmek, proje planları hazırlamak, belirli dökümantasyonlar hazırlamak gerektiğini biz biraz yaşayarak öğrendik. Fakat biz o alanı beğenmedik. Baktık ki çok rekabet var. Dünya devleri var. Bir de bizim gibi küçük firmalar var. Zaten herkes agresif. Böyle bir başarılı olup büyümek bize zor geldi işin aslında. Başka alanlara kaydık. Birkaç sene böyle devam etti. Bu arada okul da tabi devam ediyor. Bütün ekip aynı zamanda öğrenci. 2004 senesinde mezun olduk ve nihayet işimize konsantre olmaya imkan bulduk.
2005 senesinde ofisimiz Taksim’deydi. Teknik ekiple bir toplantı esnasında birinin elinde ben iddia kuponu gördüm. “Nedir bu?” dedim. Benim de pek böyle bahis ve futbolla alakam yoktur. İddia bu dedi. İşte şöyle yapıyorsunuz, böyle yapıyorsunuz. Tarif ettiler. Nasıl oynanıyor bu? İşte bayileri var. Orada makineye okutuyorsunuz. “Cepten oynanmıyor mu bu?” dedim. Yok dediler. Dedik ki biz bunu cebe koyalım. Gittik muhtelif cihazlar aldık. Piyasada çok satılanlardan. İlk ekibimizi oturttuk. Muhtelif Nokia cihazlar aldık. Oturttuk ve dedik ki hadi İddia’yı bi cep telefonuna taşıyalım.
O zaman Libero’ydu. Sonra adı Bilyoner oldu. Onların sitesini inceledik, akışlarını öğrendik. Uygulamayı yaptık. Daha sonra randevu aldık ve dedik ki:” Bakın biz böyle bir şey yaptık. Siz bunu kullanmayı düşünür müsünüz?” Sait Bey, Bilyoner’in hala Genel Müdürü. Sağ olsunlar çok anlayışlı davrandılar. Genç bir girişim, birkaç tane çocuk. Çok genç yaşta gelmiş. Bizi ciddiye almış. Dinledi ve ürünü bizden almaya tamam, dedi. Benim ilk müşterimdir mobildeki. 2006 senesinde biz Bilyoner ile anlaştık. Hala devam ediyoruz. O zaman Symbian, Nokia, Sony Ericsson çalışıyordu. Bugün Androidler’de, Iphone’larda, Ipad’lerde aklınıza gelen hemen hemen her yerde çalışıyor. Tabii ki ilk projeyle hiç alakası kalmadı. Yüzlerce Uptade, onlarca değişiklik yapıldı. Renkleri değişti. Oyunlar değişti. Akışlar değişti fakat o ilk kurulan ilişki hala devam etti.
Biz 2006 senesinde Bilyoner’i yaptık ve şunu gördük. Sizin orada bir hesabınız var. Dışarıdan para gönderiyorsunuz. Aslında o hesaptan kupon yaparaktan harcama yapıyorsunuz. Yani aslında bir nevi Türkiye’de bu sistem bir banka gibi çalışıyor. Biz de onun üzerine uygulamayı aldık makyajladık. Aklınıza gelen bütün büyük kurumların renklerini de koyup, üstlerine de markalarını koyup bütün bankaları ziyaret etmeye başladık. Türkiye İş Bankası ikinci olarak bize inanan firma oldu. Dediler ki:” Tamam, biz sizinle çalışacağız.” 11 ay sürdü satmamız. 7 haftada ilk sürümünü teslim ettik. Türkiye’de ne satarsanız satın çok zordur.
Özellikle bu tip, kendine yerli firmalarla çalışmayı misyon edinmiş İş Bankası gibi kurumlar dışında, yerli firmalardan satın almamak da bir gurur vesilesi olduğu için yani biz en pahalısını alıyoruz, yabancıdan alıyoruz, demek Türkiye’de maalesef bir gurur vesilesi olduğu için yerli firmaların işi satışta çok zordur.
Biz neyse ki bunu bir şekilde Bilyoner’le, İş Bankası’yla aştık. Ürün tuttu. Sahada popülerleşti. Müşteriler memnun kaldı. Başka kurumlarla tam anlaştığımız esnada Apple Iphone’u çıkarttı. Hadi Iphone sürümü geldi. Bir anda kullanıcı sayısı arttı. Tam acaba bu iş nereye gider derken arkasından Android geldi. Üstüne Ipad geldi. Bir anda mobil endüstride bir devrim yaşandı. Biz de bu esnada o devrimin göbeğinde ve bu alanda faaliyet gösteren bir firma olduğumuz için sürekli insana yatırım yapmayı da hiç kesmediğimiz için iyi bir ekiple iyi bir rüzgar yakaladık ve oradan özellikle bankacılık alanında açık ara pazar lideri olduk.
Şimdi ilaç firmalarıyla, büyük Pharma firmaları ile çalışıyoruz. Aslında gelirimizin %40’ı 2013 itibariyle yurt dışından geliyor. Biz bu alanda etnik olmayan yani yurt dışındaki Türklere değil, yurt dışındaki teknoloji firmalarına yazılım ihracatı yapan Türkiye’deki az sayıdaki firmadan biri haline gelebildik.
Operatörler ile çalışıyor musunuz?
Türk operatörlerinin WAP’a yatırım yapmalarından dolayı kendileriyle bir türlü ortak bir zeminde anlaşamadık. Biz dedik ki WAP yanlış teknoloji. Siz yanlış yere para harcıyorsunuz. Harcamanız gereken yer uygulamadır. Uygulama tarafına yüklenmeniz lazım. Bu iş mühendisliktir. Böyle sadece tarayıcıya bir şeyler yaparak müşteri memnuniyeti sağlayamazsınız. Tabi bunu ufak firmalardan duymak milyar dolarlık firmaların hoşuna gitmiyor ve o sırada ana akımda herkes WAP’a yatırım yaptığı için biz o esnada öbür tarafı seçtiğimiz için diğer operatörlerle hiç anlaşmadık. İlk birkaç senede onlar WAP’ta ısrar ettiği için biz de uygulama tarafında ilerlediğimiz için onlar uygulamanın önemini fark ettiğinde bizim zaten operatörlerle çalışacak arzumuz ve motivasyonumuz kalmamıştı. Çok ihtiyacımız da kalmamıştı. O yüzden biz banka, ilaç ve ihracatla devam ettik. Operatörlerde çok iyi arkadaşlarımız var ama bir şekilde ticari olarak kendileriyle çok ciddi bir faaliyetimiz yok. Yani Pozitron’un gelirinde operatörün payı %1 yoktur diye tahmin ediyorum.
WAP bir altyapı mı? Bunu biraz anlatabilir misiniz?
İnternetteki sayısal ürünleri kullanmanın 2 metodu var. İnternette demeyelim de bilgisayar ortamındaki. Bir, bilgisayarınızı açıyorsunuz ortam neresiyse, eğer internete bağlı bir ortamsa tarayıcınızı açıyorsunuz, bir adres açıyorsunuz. Adrese girip belli bir tüketim yapıyorsunuz. Bu sizin bağlı olmanızı ve tarayıcınızın belli bir yetenekleri olmasını gerektiriyor. Bir de oyunlarda gördüğünüz gibi ya da ne bileyim Office programlarında, işletim sistemlerinde gördüğünüz gibi bilgisayarınıza ya da telefonunuza daha önceden yüklü gelen programlar var. Şimdi yüklü gelen programların avantajı daha hızlı çalışıyorlar ve daha şık oluyorlar. Yani bir adrese girip, internette oynadığınız Facebook oyunlarını düşünün mesela ne kadar basit grafikler ve basit akışları var. Bir yandan da bu meşhur futbol oyunlarını, araba yarışlarını düşünün.
Bilgisayara yüklüyorsunuz ve inanılmaz bir grafik ve inanılmaz bir derinlik var. Aslında en temel prensip bu yani siz eğer tarayıcıya giderseniz, kullanıcı deneyiminiz zayıf kalıyor. Nispeten kısıtlı ve yavaş bir uygulama sunabiliyorsunuz, deneyim sunabiliyorsunuz. Eğer cihaza özel bir kod geliştirirseniz ve cihaza programınızı yüklerseniz cihazın tüm teknik özelliklerinden tam kapasite faydalanabiliyorsunuz. Biz de baştan beri bu kadar kuvvetli cihaz piyasaya çıkıyorsa bu cihazların kapasitesinden tam faydalanacak teknolojiler muhakkak popülerleşecektir dedik. Biz o yüzden yazılıma gittik. WAP’ın bir de o zamanki dezavantajı, veri trafiği yavaş olduğu için bir siteye giriyorsunuz açılması da dakikalar sürüyor. Çok yavaş. Bir şey tıklıyorsunuz bir daha tekrar yükleniyor 3G öncesi dönemlerde. 3G, yeni telefonlar ve uygulamadaki yeteneklerin artmasıyla beraber bir anda WAP çöp oldu. Şu anda aynı şey HTML 5 için deneniyor.
HTML 5 yapılı uygulamalarla uğraşmayın diyorlar ama mühendislikte temel bir prensip vardır. Bir çözüm ile bütün sorunları çözemezsiniz. Bir platform ile dünyadaki bu kadar çeşit ekipmana hükmedip onlardan tam randıman almak hiçbir zaman mümkün değildir. Dolayısıyla siz rakiplerinizden ayrışmak istiyorsanız, iyi bir kullanıcı deneyimi sunmak istiyorsanız belli cihazları seçip onlara özel sistemler geliştirmeniz lazım ki siz orada rakiplerinizden ayrışabilin. Yoksa herkesin yaptığı genel geçer teknolojileri kullanırsanız herkesin ara ara kullanacağı genel geçer teknolojilere sahip olursunuz. O da sizi rakiplerinizden önce çıkartmaz.
Yurt dışı açılımınız, birazcık detaylarına girebilir miyiz? Pozitron yurt dışında, hangi alanlarda iş yapıyor?
Türkiye’de bütün firmalar ihracat yaparlar. Bildiğim kadarıyla Avusturya’dan, İran’ın doğusuna kadarki bölgede petro-kimyayı düşerseniz yani doğal kaynakları düşerseniz en çok ihracat yapan ülke. Hatta neredeyse hepsinin toplamı kadar. Bunun sebebi Türkiye’de iç pazar yok.
Türkiye’deki iç pazar yerli firmalarla çalışmayı sevmediği için bir Türk firmasının büyümek için önündeki tek seçenek ihracat yapmak. O yüzden dikkat edin bütün…
İhracat, Türk firmalarının büyümesi için en önemli etken. Çünkü ihracat yapmadan maalesef iç pazarla büyüyemiyorsunuz. İç pazar nüfusa oranla çok ufak. Son kullanıcıya hızlı tüketim maddesi satmıyorsanız, özellikle teknoloji alanında çok kısıtlı bir alanımız var.
Dünyadaki bilişim harcamasının %98’ni ilk 7 ülke yapıyor. Kalan %2’yi %15 ülke yapıyor. Dolayısıyla biz de ufak bir pazar olduğumuz için özellikle bilişim endüstrisinde, bilişim alanında firmaların hatta birçok endüstrideki firmaların da mecburen ihracat yapması gerekiyor.
Çünkü siz bir ürünü yerli satın almacıya ne kadar iyi olursanız olun yabancı bir firmaya vereceği işi firmaya satamazsınız. Sizin ondan daha iyi olmanız hiçbir şekilde etken değildir. Böyle bir handikap olduğu için de bütün Türk firmalarının büyümeleri önündeki tek engel yerli pazar. Yerli pazarım dışarısına çıktığınız anda da büyümeye başlıyorsunuz.
Yani bugün bizim ölçeğimizdeki – biz çok büyük bir firma değiliz, küçük bir firmayız- bir firmanın bile Amerika’ya yazılım satması Türkiye’ye satmasından çok daha kolay gerçekleşiyor ki bu hakikaten Türk girişimcisi için, Türk iş adamı için feci bir tablo. Bunun kesinlikle tam tersinin olması lazım. Endüstrinin başa baş noktasını iç pazarla yakalaması lazım. Burada kendini geliştirdikten sonra yurt dışına açılması lazım.
Türkiye’de böyle olmuyor. Belli bir ölçeğe geldiğiniz anda mecbursunuz yurt dışına açılmaya. Biz de bunu 2 sene evvel yaşamaya başladık. Türkiye’de bizim hedeflediğimiz pazarda belli bir doygunluk oluştu. Zaten kalburüstü kurumların hemen hemen hepsi bizimle çalışmaya başladı. Büyümek de istiyoruz. Ne yapacağız? Aynı ürünleri çevre ülkelere satalım dedik. Baktık çevre ülkelerle çok olmuyor. Önce Ortadoğu’ya yöneldik. Ortadoğu’da bir iki başarılı satışımız ve birkaç ürünümüz piyasaya çıktıktan sonra işte kulaktan kulağa bize yeni müşteriler gelmeye başladı.
Ürünlerin bazı, çeşidi neydi?
Bizim asıl alanımız mobil bankacılık. Yani biz burada İş Bankası, Yapı Kredi, Finans Bank, ING gibi bankaların mobil bankacılık altyapılarını sağlıyoruz. Mobil bankacılık nedir? Sizin cep telefonunuzdan, mobil cihaz ya da tabletiniz üzerinden yaptığınız bankacılık işlemlerini sağlayan ön yüz ve arkadaki entegrasyonlar Pozitron tarafından yapılıyor birçok kurumda. Biz bunu Türkiye’de 10-12 tane kuruma yaptıktan sonra Ortadoğu’ya açıldık. Bir tane Suudi Arabistan’da, iki tane Katar’da, 2 tane Abu Dhabi’de bankaya bunu sağladık.
Daha sonra farklı bir kanal üstünden burada e-ticaretçilerle yaptığımız E-Commerce denilen yani mobil ticaret uygulamalarını da Kuzey Amerika’ya satmaya başladık. Kuzey Amerika’da da dünyanın en büyük firmalarından biri olan E-Bay ile çalışmaya başladık. O tabi inanılmaz bir tecrübe. Amerikalılar hakikaten yazılım teknolojisinde bir numaralar. Başka bir ligdeler. Onlarla iş yapıyor olmak hem sizin bilgi birikiminizi çok yukarı çekiyor hem de profesyonelliğinize katkıda bulunuyor. Oradaki genç mühendisler dünyadaki teknolojiyi özellikle alışveriş teknolojisini yönlendiren firmalardan birinde çalışmaktan dolayı çok gurur duyuyorlar ve o da onları çok motive ediyor. Dolayısıyla hep döngüler vardır. Ya kısıtlı döngüdür hep kötüye doğru gidersiniz. İyi müşterilerle, iyi kurumlarla çalışmak, partnerlik yapmak da bir nevi o döngüyü tersine çeviriyor. Pozitif bir etki oluyor. Bizde şuanda bir pozitif döngüde olduğumuzu düşünüyoruz. Motive oluyoruz. Daha iyi iş yapıyoruz. Daha iyi iş yaptıkça daha çok müşteri geliyor. Daha iyi müşteri geldikçe daha iyi mühendisler sizinle çalışmak istiyor. Daha iyi müşteri gelince ürün kalitesi de artıyor. Bu hep böyle yukarıya doğru gidiyor. İnşallah bunu önümüzdeki yıllarda da muhafaza edebileceğiz.
Anladığım kadarıyla dış ülkelerde Türkiye gibi önyargılı bir bakış açısı yok. Nasıl bir pazarlama süreci ile karşılaştınız?
Yurt dışında ön yargı yok demek tabi çok iddialı ama mesela Avrupa, Türklere karşı çok önyargılı. Tarım ve tekstil dışında teknoloji ihraç etmek hakikaten zor bir şey. Yapan az sayıda firma var ama hakikaten çok zorlandıklarını biliyoruz. Biz o yüzden Avrupa’yı pas geçtik, Amerika’ya gittik. Amerikalı iş adamları, karar vericiler, satın almacılar veya nasıl hitap edersek çok profesyoneller.
Sizin dininiz, renginiz, milliyetiniz, cinsiyetiniz hiçbir şey umurunda değil. Ürün iyi mi? Bu firma iyi mi? Fiyatı iyi mi? Benim istedikleri mi yapabilir mi? Bu dördünü sağlayabiliyorsanız veya karşınızdaki insan doğru insansa, karar vericiyse veya karar vericiye bir çember yakınındaysa şat diye satışı yapıyorsunuz. Bir toplantıda, iki toplantıda iş bitiyor. Aynı ürünü ülkemizde satmak 6-8 ay sürüyor. Onlarca kez toplantı sürüyor. Her seferinde talepler değişiyor. Böyle handikaplar var. Bir de şöyle bir ilginçlik var. Bunu çokça son dönemlerde gördük.
Şimdi girişimcilik tabi moda oldu. Türkiye’de bir sürü firma kuruluyor. Yurt dışında da kuruluyor. Yurt dışında kurulmuş 2 kişilik firma bugün Türkiye’ye telefon etse arzu ettiği her kurumun en tepe yöneticisinden bir telefon konuşmasıyla toplantı alır. Türkiye’de benim diyen firma aynı kurumun yöneticisinin sekreterine bile 1 ay uğraşmadan ulaşamaz. Böyle de kendi ülkemizde haksız bir rekabet ile karşı karşıyayız ama inşallah gençler bu girişimcilerle temasta olan kişiler yetiştikçe ve üst yönetimlere çıktıkça bunun da değişeceğini ümit ediyoruz. Yoksa böyle giderse Türkiye’den ihracat yapmayan hiçbir firmanın belli bir ölçeğe gelmesi mümkün olmayacak. Biz böyle içimize kapanarak zayıf ve rezalet bir ekonomi haline geleceğiz diye korkum var.
Farklı alanlara girmeyi düşünüyor musunuz mobil yazılım konusunda? Gelecekle ilgili projeleriniz nedir? Mesela bir örnek vermek gerekirse M2M çok konuşuluyor.
Şimdi biz kurulduğumuz günden beri her konuda fikir değiştirdik. Bir tek konuda fikir değiştirmedik. O da hep çalışabileceğimiz en iyi ekiple çalışalım. Dolayısıyla biz mümkün mertebe ülkemizde ki en iyi mühendisleri toplamaya çalışıyoruz. Bu ekip işine yatırım yapmanız size her zaman bir geri dönüşü oluyor; sizin eğer mühendis kadronuz, ekibiniz kuvvetliyse teknolojideki keskin virajlarda elinizdeki kadronun bilgi birikimi mevcut alanda iyi olmasına rağmen, yeni bir konu gündeme geldiğinde iyi insan gücü kendini hemen değişikliklere adapte edebiliyor. Dolayısıyla baştan beri erişebileceğimiz en iyi mühendis ekibini kurmaya çalışıyoruz.
Ben eskiden hep şey diyordum: “Bir gün mobilde pazarlar doyar ya da biterse biz gerekiyorsa, işte arabalar akıllanmaya başladı, evde eşyalar akıllanmaya başladı gerekirse buzdolabı cihazı bile programlarımız, ekibin teknik yeteneği buna müsait.” diyordum ama mobilde de öyle bir hal aldı ki bence mobil devrim gerçek anlamda başlamadı bile. Biz daha filmin fragmanını izliyoruz. Önümüzdeki 5 ile 10 yılı kimse tahmin edemiyor. İşte giyilebilir teknolojiler şimdi gündemde. İnsansız hava araçları, sivil kullanım başladı. İşte cebinde telefonla yürürken cihaz arkadan onu kayda alarak takip ediyor. Bluetooth tekrar düşük enerjili iletişim teknolojisi olarak popüler olmaya başladı. Yeni bazı ekipmanlar aldık. Sizin dediğiniz gibi Machine To Machine çok dip noktada olmasa da yarı mamül seviyesinden bunları telefonlarla, mobil cihazlarla birleştirecek konularda bazı çalışmalarımız var. Bunları 2014 gibi sahaya da çıkartmaya çalışıyoruz. Uzaktan veri okuma çok ciddi bir alan.
Bir mühendis, bir girişimci olarak geleceğe baktığımda ben şunu görüyorum. Teknoloji hiç olmadığı kadar hızlanacak hiç olmadığı kadar yaygınlaşacak. Bu aslında çok heyecan verici bir döneme giriyoruz. Ben çocukken, benim babam inşaat yüksek mühendisiydi.
Suudi Arabistan’da, Ortadoğu’da çalışırken telefon ederdik santrale şu ülkeyi, şu kişiyi arayacağız. Yazdırırdınız. Ne demekse o? Bir gün sonra telefon çalar. Bir bakarsınız babanız ile konuşuyorsunuz ama niye o an sıra size geldi, ne oldu belli değil. Şimdi 30 senede geldiğimiz noktaya düşünün. İşte siyah-beyaz televizyon, yazdırarak arama, her yerden her an istediğiniz içeriği izlemek. Burada çok heyecanlı şeyler göreceğiz. İşte otomotiv. Geçen gün Twitter’da paylaştık. Hala yaz saati, kış saatinde arabanızın saatini kendiniz ayarlıyorsunuz. Duvardaki saati kendiniz ayarlıyorsunuz. Demek ki hala teknoloji arzu ettiğimiz kadar yaygınlaşmamış. Ne zaman ki bunların hepsi atom saati gibi bütün dünyadaki saatler aynı anda senkronize olacak, bütün dünyadaki bir şey gösteren ekipmanlar birbirine bağlı olacak o zaman teknolojide bir sonraki adım nedir diyeceğiz. Daha çok malzeme var ve biz Pozitron olarak bu tip yeni alanları sevdiğimiz için ekip de genç ve bu tip şeylere meraklı olduğu için bu tip yeni alanlarda ana işimizi sekteye uğratmayacak şekilde hep araştırma-geliştirme yapıyor olacağız ve kendimizi de zaman içerisinde bu yeni teknolojilere adapte edeceğiz.
Elektronik sanayinde işbirliği yaptığınız kurumlar var mı? Vestel, Arçelik gibi?
Henüz yok. Muhtelif dönemlerde görüştüğümüz oluyor fakat o da ülkemizin bir handikabı. Muhtemelen bizde de var. Türkiye’de pek öyle ortak iş yapmak kültürü yok yani siz kendi ölçeğinizde firmaya gittiğiniz zaman, bu iş iyiymiş bende bu işi yapayım gibi bir rekabet algısı oluşuyor. Ölçek farkı olduğu zaman sıklet farkı olduğu zaman da büyük firmalar ben bu firmaya niye iş vereceğim, ne olacak 3 tane mühendis alırım bunu içeride kendim hallederim kafa yapısında oldukları için Türkiye’den maalesef ortak başarı hikayeleri pek çıkmıyor. Bizde daha böyle bir başarı hikayesine imza atamadık ama denemelerimiz sürüyor muhtelif firmalarla.
Elektronik sanayi ve mobil birleşecek. Burada birkaç handikap var. Pil ömrü ve kapsama alanı. Ne zaman ki gökyüzünü gördüğünüz her yerde telefonunuz çekmeye başlayacak yani uydu üzerinden bu olacak. Global bir kapsama alanı olacak. Ne zaman ki şarj cihazınızı unutup bir aylık seyahate çıkabileceksiniz o zaman asıl bizim günümüz başlıyor olacak. O güne doğru da biz hala ara çözümlerle idare oluyor olacağız.
Enerji üzerinde çalışıyor musunuz?
Biz çalışmıyoruz ama bizim için de en büyük handikap o. Sizin ben telefonunuza arzu ettiğim şekilde çalışan bir uygulama yapamıyorum. Kafamın gerisinde bir aman pilini bitirmesin, uygulama çalıştığı zaman 5 dakikada pili biterse bir daha kullanmaz gibi endişelerimiz var. Ne zaman ki o veri trafiği, 3G, 4G gelecek daha da hızlanacak bu sistemler. Bununla beraber tabii ki tüketim de artacak. Biz bunları vasıta olarak kullandığımız için bu alanlarda bizim kendi Ar-Ge’miz yok. Tabii ki pildi, kapsama alanıydı. Tabii ki bu gelişmeler de bizi doğrudan etkiliyor. Dolayısıyla artık neyin neyi etkilediği belli olmuyor. Her şey her şeyi etkiliyor. GSM’deki en ufak bir değişiklik sizin endüstriyi bile etkiliyor. Sizin de burada kullandığınız cihaz Offline bir cihaz. Belki ileride siz bunu direkt stüdyoya basacaksınız. Orada Edit edilecek. Şak diye dijital kanallardan dağıtılacak. Bu tip teknolojiler bizim alanı ve sizin alanı heyecanlandırmaya devam edecek.
Diğer dünya ülkelerine kıyasla Türkiye bu alanda, bankacılıkta öncü müdür? Siz nasıl görüyorsunuz genel olarak?
Bankacılık ilginç bir alan. Türk bankacıları teknolojiyi seviyorlar ve Türk bankaları ana rekabet konusu olarak yenilikçiliği benimsemiş durumdalar. Yenilikçilik denince tabii ki bankacılık binlerce yıllık bir sektör. Devamlı bir şey icat edemeyeceğinize göre mevcut ürün ve servislerinizi farklı kanallardan sunmak bir yenilik göstergesi olmaya başladı. Mobilde bunun en göz önünde olan alanlarından biri. Dolayısıyla Türk bankacılık sektörü hakikaten mobil cihazlar olsun, işte bu Google’ın yeni çıkarttığı gözlük ve muhtelif markalarda bu alanda çalışıyor, saatler olsun bu tip alanlarda çok ciddi yatırımlar yapıyor. Önümüzdeki dönemde internete bağlanılabilen her cihazdan hakikaten bankacılık işlemi yapabiliyor olacağız. Birçok işlemi yapamıyor olacağız ama bankacılık üzerine televizyonlarda varlar. Google Glass’ta varlar. Telefonda zaten varlar. Bağlı buzdolapları çıkmaya başladı. Muhtemelen ona da bir şekilde bankalar girecektir diye tahmin ediyorum. Tabii bizim açımızdan iyi oldu. Biz bankacılığı seçtiğimiz için zamanında bu alanda biz de onlara yenilik götürdüğümüz için onların bu yenilik tüketme iştahı Pozitron’un büyümesine katkılı oldu. Keza şunu da sağlıyor: Türk bankası ile yaptığınız yeni prototipi gidip yurt dışındaki diğer bankalara daha geriden geldikleri için bakın biz Türkiye’de bunu yapıyoruz, böyle teknolojiler var, diyip tekrar satabiliyorsunuz.
Bilgisayar programları bilgisayar üzerinden yapılıyor. Platformu bilgisayar. Peki, mobilde bir yazılım bir programlama yapmak için nasıl bir platform kullanıyorsunuz? Ne gibi cihazlar var? Nasıl oluyor? Cep telefonu üzerinden mi?
Bütün programlama ortamı artık Desktop’lardan, Laptop’lara kayıyor. Biz de normal burada babadan kalma bilgisayarlar kullanıyoruz. Tabii ki biraz daha işlemcisi ve Ram’i kuvvetli ekipmanlar. Cihaz üreticilerinin ya da cihazların üzerinde çalışan işletim sistemi üreticilerinin yani Google’ın, Apple’ın, Nokia’nın, Microsoft’un mobil cihazlar için geliştirme yapabilecek özel ortamları var. Bunların bir kısmı bedeli mukabilinde bir kısmı bedelsiz olabiliyor. İnternetten indirebiliyorsunuz. Bilgisayarınıza kuruyorsunuz. Bilgisayar ortamlarında emülatörleri var. Bir fiil cihaza teorik olarak sahip olmanıza gerek yok tabii ki her zaman bilgisayar ortamında test ettiğiniz bir şeyi cihaza atınca teorik olarak %100 olarak çalışması lazım ama teori ile pratiğin en büyük farkı işte pratikte genelde böyle olmuyor. Bilgisayarda çalıştırıyorsunuz, test ediyorsunuz. Telefona atıyorsunuz ön görmediğiniz hatalar çıkıyor. Tekrar geri atıp, tekrar toparlıyorsunuz.
Mobil yazılım alanındaki uygulama çeşitlenmelerine baktığımızda Türkiye her alanda uygulama yapıyor mu? Yoksa Türkiye’nin girmediği alanlar var mı bu konuda ne düşünüyorsunuz bu konuda?
Valla Türkiye’de şimdi gençler çok meraklılar. Bir sürü de yeni firma kuruluyor. Teorik olarak her alanda Türkiye geliştirme yapılıyor. Sıkıntı bunun ticarileşmesinde. Yani Türkiye’de genel olarak firmaların karlılık problemi var. Karlı olmayan hiçbir işletme de maalesef kendini geleceğe taşıyamadığı için ürünlerini de geleceğe taşıyamıyor. Bu konuda emekler boşa gitmiş oluyor.
Türkiye’de özellikle oyun alanında altına hücum diyebileceğim yani çok iyi mühendisler, 2-3 arkadaş, hemen oyun firması kuruyorlar.
Oyun alanında çok ciddi yatırımlar var.
Bence olması gereken ama yeterince ilgi gösterilmeyen bizim bulunduğumuz alan var. Enterprise Software. Yani kurumlara yönelik yazılım çözümleri. Bu alanda hala çok yer var. Bu alana girilmesi gerektiği kadar girilmiyor. Oyun tabi çok zevkli. Hem geliştiriyorsunuz, hem oynuyorsunuz. Yazması da keyifli, oynaması da keyifli ama satamazsanız da çok ciddi emeğiniz boşa gitmiş oluyor. Çünkü yazılım alanındaki en zor projeler oyun projeleridir. Çok iyi grafik, çok iyi müzik, çok iyi bir senaryo, çok iyi bir programlama ekibinizin olması gerekir. Enterprise sektöründe çok iyi bir programlama ekibi, çok iyi bir Software test ekibi işinizi görür. Dolayısıyla çok dar bir ekiple kurumsal yazılımla başarılı olmak daha kolaydır. Hem işin sanatı var. Hem her iyi oyun popüler olduğu gibi, her kötü oyun başarısız da olmuyor. Bazı oyunlar bakıyorsunuz inanılmaz başarılara imza atabiliyor. Türkiye’de var böyle başarılı firmalar. Henüz bir Kuzey Avrupa gibi Amerika gibi bunu sürdürebilir hale getirmiş orta-büyük ölçekli bir oyun firması görmüyoruz ama zaman içerisinde çıkacaktır. Devlet bu konuda teşvikler veriyor. Bireysel katılım sermayesi başladı. Melek yatırımcılar teşvik edilmeye başlandı. Bu sistem tabi 1950’lerde, 60’larda Amerika’da başlayan bir kültür.
Bizde 2000’lerde başladığını düşünürseniz hadi biraz hızlansa bile 2020, 2025’ten evvel bu tip yeni girişimlerin hakikaten serpilip büyüyeceği bir ortamın Türkiye tam anlamıyla oturacağını beklemiyorum ama bizim firma kurduğumuz döneme göre de alınan mesafe inanılmaz. Çok ciddi bir mesafe alındı hakikaten. Şimdiki gençler biraz daha şanslı. Kaynak bulma konusunda daha şansızlar. Şimdi herkes her şeyi okuduğu için de her alanda bir anda rekabet oluşuyor. Yani 2000’lerde kurulan e-ticaret siteleri, 2000’lerde kurulan yazılım firmalarının şöyle bir avantajı vardı: Rekabet göreceli olarak daha düşüktü. Dolayısıyla hata yapma ve zaman kaybetme lüksünüz vardı. Bir bakıyorsunuz başarılı olup olmadığı belli olmayan bir girişimin bile Türkiye’de 2 ay sonra 15 tane kopyası çıkıyor. Zaten pazar da ufak. Bir de 15 kopya… Belki bir firmanın serpilip büyüyebileceği alana 15 kişi hücum edince bu sefer hiç biri başarılı olmuyor. Bir de böyle klonlama hastalığı var Türkiye’de. Diliyorum zaman içerisinde onu da aşacağız.
Ne zamandan beri oluyor?
2007-2008 herhalde. Bir anda bir furya başladı. Muteber yurt dışı dergilerinde okunan her firmanın Türkiye’de patır kütür benzerleri kurulmaya başlandı. Bu grup alma siteleri vardır Grupon benzeri sitelere. Bir ara 170’lere kadar çıktığı söyleniyor Türkiye’de. Türkiye’deki kupon pazarında görece yok ama bir yandan da 170 firma buradan pay almaya çalışıyor. Bunların hiç biri maalesef öne geçemiyor. 3 firma olsa belki bir tanesi başarılı olacak 170 tane de olunca biraz hakikaten acımasız bir rekabet oluyor. Zaten Türkiye’nin bir büyük sıkıntısı da biz duygusal insanlar olduğumuz için rekabette girişimcinin kanının son damlasına kadar devam ediyor. Yani ben bir Excel yapayım, şu hedefi tutturursam devam, tutturamazsam tamam mantığı yok.
Her zaman rakamları pozitife göre büküp aslında bunu da yapsam olur, bunu da yapsam olur diyerek hakikaten nefesinin kesildiği yere kadar insanlar çarpışıp rekabet ettiği için aslında bir noktadan sonra olmayacak işe yatırım yapmaya devam ediyorlar. Bir yandan da o işi oldurabilecek rakiplerinin de önüne geçmiş oluyorlar.
Yani Türkiye’de bir odaklanma sorunu mu var?
Türkiye’de odaklanma problemi niye var? Türkiye’de pazar yok. Siz odaklanıp tek bir endüstriye, tek bir ürün yapsanız bir firmaya satıyorsunuz. İkinci firma sizden almıyor. Daha önce hiç referansı olmayan bir firma biraz daha ucuz diye ona gidiyor. Türkiye’de odaklanmak eşittir batmak.
Siz bir alana odaklandığınız anda kendi potansiyel pazarınızı küçültüyorsunuz. Potansiyel müşteriniz de bunun farkında olduğu için sizin aleyhinize kullanıyor. Ben zaten bu endüstride 3 firmayım. Bunu bana satamazsan kime satacaksın diyor. 10 liralık ürünü 1 liraya almaya çalışıyor. Halbuki ne oluyor? Bu sefer tedarikçisini zor şartlarda çalıştırdığı için ürün kalitesinden taviz veriyor, tedarikçi. Hayatta kalmak için. Daha sonra da batıyor. Battığı zaman sizin o, 10 liralık ürünü kimse takdir ile karşılamıyor. Çöpe gidiyor. Bu sefer de garanti olsun diye gidip daha büyük firmadan 10 liralık bir ürün, 20 liraya alınıyor. Yine o kurum zarar ediyor. Bizim satın almacıların bu işi kısa vadeli düşünmeyip toplam satın alma maliyetine konsantre olup karşılarındaki tedarikçileri öldürmeyecek modellerle hareket etmeleri lazım. Zaten Türkiye’deki bence en büyük sıkıntı o. Dolayısıyla odaklanma falan mümkün değil.
Siz sırf bankalara bir şey sattığınız zaman piyasada 10 banka olduğu için 5 tanesi diğer 5 tanesiyle aynı tedarikçiyi prensip olarak kullanmadığı için mümkün değil. Mesela yurt dışından bir satıcı geliyor. 10 bankaya satış yapıp gidiyor. Yerli tedarikçi kesinlikle 10 bankanın 10’una da satış yapamaz. Dolayısıyla odaklanamıyorsunuz çünkü para kazanamıyorsunuz. Hadi yanına şunu da koyayım, yanına bunu da koyayım. Bir bakıyorsunuz hakikaten bu sefer kontrol edemeyeceğiniz kadar genişlemişsiniz. Bu bir handikap. Bu da kültürle alakalı bir şey. Biraz da mecburiyet ile alakalı bir şey. Bize de zamanında odaklanmanız lazım, diye söylenmişti. Biz eğer 2008-09 senesinde çok odaklansaydık biz de batardık diye ben tahmin ediyorum.
Ben girişimci olarak şuna inanıyorum. Türkiye’de un var, şeker var, yağ var biz helva yapamıyoruz. Teknik olarak Türkiye’deki mühendislik kalitesi, belli üniversitelerin eğitim kalitesi her alanda liderliğe oynayabilecek bilim insanları ve mühendisler yetiştirmeye uygun. Bizdeki sıkıntı bu tip deha sayılabilecek insanların destek alabilecekleri mekanizmaların, kurumların veya kişilerin olmaması. Yani bu iş hep para. Şimdi artık dünya öyle bir noktaya geldiki 80’lerden 90’lardan sonra herhangi bir alandan sonra araştırma yapmak eşittir o alanda ne kadar para harcadığınız. Şimdi bizde de gerek kamu destekleri, gerek özel sektörle yapılan işlerde kıstas “İşte önce sen parayı harca sonra parayı biz verelim.” ya da “Niye onu o kadar harcıyorsun?” diye sürekli sorgulandığı için buradan sağlıklı bir Ar-Ge ve sağlıklı bir mühendislik buluşunun çıkması da çok zor. Bu şey gibidir, kamunun ve özel sektörün bunu görmesi lazım. Belli bir parayı gözden çıkartıp, kibrit ile ateş, parayı kibrit ile yakmak gibi düşünmeleri lazım. Bunun hiç geri dönüşü olmayacak diyip sürekli çöpe atar gibi buraya atmak lazım. Ve yeterince şanslıysanız oraya harcadığınız paranın, milyonlar, milyarların içinden bir tane buluş çıkacaktır.
Belki bu buluşlardan binde biri, milyonda biri de aslında o harcadığınız bütün parayı kurtaracaktır. Türkiye’de böyle bir zihniyet yok maalesef. Ar-Ge’de bizim işimiz çok zor.
Türkiye’nin işi çok zor ama bir yandan da bakıyorsunuz en iyi firmalarda, en iyi üniversitelerde hakikaten temel eğitimini Türkiye’de almış çok başarılı bilim insanları var. Bunlar bir şekilde geri çağırılıp yurt dışındaki insanların tıpatıp aynısı bile değil biraz benzeri daha düşük bir profilde bile sunulsa, bu insanların çoğu gelip burada kendini gençler için ya da teknoloji için vakfedecektir. Bunun için de bence bir seferberlik edilmesi lazım. Bu iş, böyle yapalım, kanun çıkartalım değil. En öncelikli konunun bu seçilmesi lazım. Türkiye, cari açıktan perişan oluyor. Hep okuyoruz. X otomotiv fabrikası 1 milyar dolar ihracat yaptı diye. 1 milyar dolarlık ihracat için 900 milyon dolarlık ithalat var. Dolayısıyla onun net katkısı Türkiye’ye 100 milyon dolar. O seviyeye indiğiniz zaman yani milyar dolarlık işlerden milyon dolarlara indiğiniz zaman milyon dolarlık ve sıfır yabancı katkıyla yani %100 yerli üretim ile ihracat yapan bir sürü firma var. Bunların desteklenmesi, bunların Ar-Ge’ye teşvik edilmesi lazım. Bu da ancak hakikaten devlet ve özel sektörün el ele verip biz artık imkan olan her şeyde yerli malı kullanacağız. Yerli muadilleri tercih edeceğiz. Bunu destekleyeceğiz. Türk mühendisine destek olacağız, demeleri lazım ve bunun 5-10 sene Türkiye zararını görecek. Bir sürü projede aksaklıklar yaşanacak. Bir sürü projede belki başarısızlıklar yaşanacak ama 10 sene sonra siz şakır şakır teknoloji ve bilgi ihraç etmeye başlayacaksınız. Toplam faydası tabii ki daha yüksek olacak.
Sizin üniversitelerle işbirliğiniz var mı?
Pozitron’un orada şöyle bir avantajı var. Bizim ofisimiz yani Ar-Ge ofisimiz İTÜ Teknokent bünyesinde ARITEK bünyesinde olduğu için bizim fiziki bir avantajımız var. Zaten İTÜ kampüsünün içerisindeyiz. Dolayısıyla gerek yazın stajyerler ile gerek bizim aldığımız, Türkiye’de pek bulunmayan ekipmanlarla yaptığımız Workshop’larla öğrencilerle ya da yeni mezunlarla temasımız yüksek. ARI Teknokent’in böyle programları var. Bizim üniversitede ortak projeler için hocalarla bir araya getiriyorlar. Bazı Ar-Ge projelerimizde TÜBİTAK’tan gelen hakem hocalarımız ve onların danışmanlık yaptığı projelerimiz oluyor. Biz orada avantajlıyız yani. İstanbul’da İTÜ’nün göbeğinde olduğumuz için ama fiziken başka bir lokasyonda olsak bunu bu kadar yapabilir miyiz? Emin değilim.
Bir de şöyle bir sıkıntı var. Türkiye’de binlerce KOBİ yetkin insana hasret. Binlerce yetkin insan da eve oturuyor. Bir şekilde buna çaresizce ihtiyaç duyan patronlarla, bir şekilde evde boş oturan gitse o KOBİ’de, büyük bir firmada başarılı olamayacak ya da hakikaten sistemi oturmuş bir firmada çok katkısı olamayacak ama çok temel konularda hata yapan fakat iyi endüstriler seçmiş KOBİ’ler var. Bir endüstri mühendisi, bir düzgün bilgisayar mühendisi koysanız firma belki 5 kat 10 kat bir anda büyüyecek. Hani bir pazar kurulsa Yemeksepeti’nin Mühendissepeti gibi Kobiler girse, şu alanlarda sıkıntımız var. Mühendisler de girse biz şunu şöyle çözeriz diye. Böyle sistemler belki ileride başlayacaktır. O zaman da hakikaten Türk sanayine çok ciddi katkısı olacaktır. Burada bizim en büyük sıkıntımız arz ve talep hiçbir zaman birbirini bulmuyor. Muazzam bir arzı var iyi üniversitelerden. Ziraat mühendisi mesela. Benim bildiğim ihtiyacın 3 katı ziraat mühendisi çıkıyor Türkiye’de ama ihtiyacın yarısı kadar bilgisayar mühendisi çıkmıyor. Bunların biraz da planlanması lazım…
Peki Fatih Bey, teşekkür ederiz. Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Hayır, çok teşekkür ediyorum.
Söyleşi Tarihi : 3 Şubat 2014