“Türkiye özellikle son 50 yılda bilim, teknoloji ve sanayi konularında hep vizyon çalışmaları yapmıştır. Bu vizyon çalışmalarının en büyük özelliği bu konuyla ilgili politika ve stratejileri belirlemek üzerine yapılmış olmasıdır. Böyle olmasına rağmen yapmış olduğu hiçbir politik ve strateji belgesini, gerçek anlamda, ulusal seviyede uygulama şansına veya imkanına sahip olamamıştır. Eğer Türkiye, bugün de dahil olmak üzere bilim ve teknoloji konusunda bir strateji hazırlayıp, onu uygulama fazına geçerse, sanayimizde onu hızlı bir şekilde takip ederek bütün bu fazları, Türkiye’de teknoloji geliştirme fazı da dahil olmak üzere endüstriyel anlamda gelişme süreçlerinin hepsini sağlayabilecek forma gelebilir.”
1986 yılında İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi’ne, Uzay Mühendisliği eğitimi almak üzere katıldım. Ondan evvel bir fizik tahsilim var. Özellikle parçacık fiziği üzerine Türkiye’de çalışmayı düşünüyordum fakat sonradan öğrendim ki Teknik Üniversite’de bir bölüm kuruluyor. Bu bölüm yakın irtifa uyduları ile Türkiye’nin haberleşmesine çok büyük katkı sağlayacak. Tekrar üniversite imtihanına girerek 1986 yılında Teknik Üniversite Uzay ve Uçak Bilimleri Fakültesine girdim. 1984 yılında kurulmuştu bizim bölümümüz. Amacı da özellikle Türkiye’nin uydusunu yerden kontrol edecek, onu denetleyecek mühendisleri yetiştirmekti. Hem havacılık konusunda temel bilimleri öğreniyorsunuz. Aynı zamanda haberleşme ile alakalı temel altyapıyı öğreniyorsunuz. Böylece hem mekanik hem de elektronik konularda tecrübe sahibi olan bir mühendislik dalında yetiştirilecekti. Benim için de çok cazip bir alan olduğu için 1986 yılında Teknik Üniversite’de bu bölüme girdim.
Yaklaşık 2 yıllık süre içerisinde fakültede öğrencilik dönemimizde birçok proje gerçekleştirdik. Bunların önemli bir kısmı da sanayide kullanılacak olan sistemler ile alakalıydı. 1989 yılına geldiğimizde üniversitede öğretim üyesi olan Dr. Turgut Berat Kalyot Bey bir gün beni odasına çağırdı ve dedi ki “Hakan bir sanayi robotu yapar mısın bitirme ödevinde?” Ben de böyle bir konuyu memnuniyetle yapabileceğimi ama konuya çok vakıf olmadığımı söyledim hocama. Çünkü endüstriyel robot konusunda çok büyük bir tecrübemiz ve bilgi birikimimiz yoktu. 1989 – 90’lar Türkiye açısından teknolojik olarak önemli gelişmelerin kaydedildiği yıllar olabilir ama endüstriyel yetkinlik ve tecrübe açısından çok fazla birikimin olmadığı dönemlerdi ve bir bitirme ödevi olarak aslında robot teknolojisi ile tanışma başladı.
Endüstriyel robotu bildiğimiz makinalardan ayrıştıran yapısal özellikleri nedir?
Bu endüstriyel robotun en büyük özelliği temelde insan kolunun benzer özelliklerine sahip olan bir yapı olması. İnsan kolunun benzer özellikleri derken neyi kast ediyoruz? Uzayda 3 öteleme hareketi yapabilen, 3 tane de dönme hareketi yapabilen koldan bahsediyoruz. Aslında bir nevi insan kolunun hemen hemen aynısı. İnsan kolunun benzer özelliklerini endüstrideki farklı alanlarda kullanma noktasında… Endüstriyel bir robotun temel bir yapısı bu. Buradaki en temel özellik ise hem bir mekanik yapı hem bir elektronik donanım hem de bunların üzerinde bu sistemi kontrol edecek bir yazılıma ihtiyacınız olması. Mekanik sistemin çok hassas olması lazım. Elektronik donanımınızın ise bu hassas mekanizmayı çok iyi denetleyecek bir kontrol yapısına hakim olması gerekiyor. Yapmış olduğunuz kullanıcı ara yüz programıyla mevcut bu kolu farklı görevlere adapte edebileceğiniz yazılımları gerçekleştirmek.
Projeye başlarken bir el kitabı bulabildim. Aslında bir el kitabıyla başladık 1990 yılında. Amacımız da 3 eksenli bir robot yapmaktı. Fakat yaptığımız çalışmalarla, kendi geliştirdiğimiz matematik modelle 3 eksenli bir robotun aslında 5 eksenli bilek kısmını da ekleyip, çalıştırabileceğimiz bir robot olduğunu gördük. 4.5-5 aylık bir süre zarfında 5 eksenli bir robotu Türkiye’nin ilk endüstriyel PLCC ile 6809 tabanlı Motorola işlemci tabanlı robotumuzu çalıştırma kısmet oldu. Hatta şöyle bir anısı da vardır. Robot ilk operasyonel görevini 27 Temmuz 1990 tarihinde fakülte de mezuniyet töreninde öğrencilerin çıkış diplomalarını, öğretim üyelerinden alarak öğrencilere dönüp vererek gerçekleştirdi. O çalışma 1990 yılında Türkiye’de endüstriyel anlamda elektrik tahrikli ilk robot olma ünvanını kazandı. Aslında bir lisans bitirme ödevi, elle yapılmış, birçok parçası kısmen düşük seviyede olmasına rağmen bir operasyonu ve görevi gerçekleştirebilecek olduğundan dolayı 1990 yılında Türkiye’nin ilk endüstriyel robotu oldu. Adı da Altınay 1 olarak tarihe geçti.
Bu çalışma gerçekleştikten sonra üniversitede robot teknolojisini geliştirmek üzere araştırma görevlisi olarak kaldım. Özellikle uzay robotiği konularında çalışmayı düşünüyordum. Biliyorsunuz uzay mekiğinin bir kolu var. Yörüngedeki bazı uyduları tamir etmek üzere. Mesela uzay mekiği Hubble teleskobunu aldı, dünyaya getirdi. Tamiratı yapıldı. Sonra tekrar yörüngeye yerleştirildi. Ona benzer robotik konularda çalışmak üzere uçak ve uzay bilimlerinde robotik konularında bir küçük laboratuvar kurduk. 1991 yılının başlarıydı. Bir gün fakülteden dekan bey beni çağırdı. “Hakan, Ankara’ya gidiyorsun. Orada Bakan Bey seninle görüşmek istiyor.” dedi. Ben de hatta “Hocam, bu konu hangi çerçevede bir görüşme olacak?” dedim. “Büyük bir olasılıkla robot teknolojisi üstüne olacak.” dedi ve 1991 yılında ben Ankara’ya gittim.
Rahmetli Adnan Kahveci beni davet etmişti. Adnan Bey ile görüşmeye başladık. “Hakan Bey, benim yüksek lisansım robotik üzerine, doktoram da Amerika’da tıp elektroniği üzerine. Robot teknolojisine ülkemizin çok ihtiyacı olacak önümüzdeki dönemde. Sizin Türkiye’de kalmanızı istiyorum ve sizi de desteklemeyi düşünüyoruz.” dedi. Bir Bakan ile bir araştırma görevlisi arasında böylece bir dostluk başladı. Farklı zamanlarda, farklı görüşmelerimiz oldu. Bir gün beni tekrar davet etti ve dedi ki, Teknik Üniversite’nin içerisinde bir teknopark kuruyoruz. Bu Türkiye’nin ilk teknoparkı. Görev Sanayi Bakanlığı’na verilmişti. 1991 yılının sonlarına doğru Teknik Üniversite’de kısa adı İstanbul Teknik Üniversitesi TEKMER olan Teknoloji Merkezi oldu. Fikri olup, parası olmayan kişilerin fikirlerini, teknolojik ürüne dönüştürmek üzere bir merkezdi burası. Ben de oraya bir proje sundum. Oraya proje sunan ilk kişi oldum ve projem kabul edildi.
Orada robotik konularını, endüstriyel bir kimlikle Türk sanayisine kazandırmak üzere robot çalışmalarına başladık. O çalışma Türkiye’nin endüstriyel boyutta desteklenen ilk Ar-Ge çalışması da olmuştur aynı zamanda. Çünkü fikrin endüstriyel bir kimlik kazanması sağlayacak bir projeydi. 2 yıllık çalışma zamanı oldu. Yaklaşık 1.5 yıllık kısmı teknoparktaki araştırma ofisinde geçti. Üniversiteden 2 tane arkadaşımı da bu projeye destek sağlaması için davet ettim. Birincisi Dr. Kadir Hurmalı. Diğeri de Yüksek Mühendis Can Bayar Bey. Onlarla beraber ve Dr. Turgut Berat ve Prof. Dr. Hamza Diken ile birlikte bir ekip oluşturduk ve gerçekten ülkemizde kullanılacak bir endüstriyel robot projesine, 1991 yılında teknoparkta başladık.
Peki, hangi segmentlerde faaliyet gösterebileceğinizi düşünüyordunuz? Hangi segmentleri hedefliyordunuz?
Bu teknoparktaki endüstriyel robot çalışmaları birinci faz olarak Türkiye’de robot teknolojisini sanayiye uygulama, robot teknolojisini geliştirme, bu konuda yetkinlik kazanma ve endüstriye uygulama konularında bir çalışmaydı. İlk hedefte sanayide kullanılacak bir endüstriyel robotu gerçekleştirmek üzere yola çıktık. KOSGEB bu projeye 44.000 dolarlık bir ürün desteğiyle proje finansmanı sağladı. 1991 yılında buna benzer endüstriyel bir proje finansmanı başka hiçbir alanda yoktu. İlk defa Türkiye’de böyle bir altyapı kurulmuştu. Amacı da fikirden ürüne dönüştürülecek olan süreçleri sağlamak ve yeni endüstriyel firmaları, Türk sanayisine ve Türk teknolojisine kazandırmak. Hedefimiz buydu. Genelde bakarsanız aslında Amerika’nın gelişmesini, bütün Batı toplumlarının gelişmesini sağlayan temel faktör budur. Genelde teknoparklarda fikri olan kişiler firmalarını kurarlar. Orada ürünlerini geliştirirler. Ürünler başarılı bir şekilde ortaya çıktıktan sonra da risk-sermaye modeli ile de desteklenerek büyük şirketlere dönüşürler. Bugün gördüğümüz birçok büyük şirket bu modelle kurulmuş şirketlerdir. Bizim bu 2 yıllık çalışmamızın sonucunda robot projesini nihai hale getirmek üzere TAKSAN fabrikasında ana gövdeyi ürettikten sonra Teknik Üniversite’de elektronik donanımlarını, ana bilgisayarını ve yazılımlarını gerçekleştirerek 1993 yılı 30 Ağustos’unda Türk ve uluslararası kamuoyuna Türkiye’de ilk uluslararası seviyede robot teknolojisi üretildi mesajını yayınladık. Bu başarılı çalışmalardan sonra Bakanlık bir karar aldı ve bunu Türk kamuoyuna geniş katılımlı bir toplantıyla duyurma kararı aldı. Bu da 27 Ocak 1994 tarihinde gerçekleştirildi.
1994 yılında Sanayi Bakanlığı, İstanbul Sanayi Odası, İstanbul Teknik Üniversitesi ve KOSGEB’in ortak düzenlediği bir toplantıyla Türk kamuoyuna, Türkiye’de ilk teknoparkta geliştirilen, ileri teknoloji ürünü Altınay HSR 4 robotunun tanıtımı gerçekleştirildi. Burada verilmek istenen mesaj da şuydu: Biz eğer bir konu ile ilgili iyi organize olabilirsek, Türkiye üretilemeyen teknolojiler konusunda başarılar elde edebilir. Türkiye ileri teknoloji konusunda bu robotu üreterek önemli bir başarı kazanmıştır. Bu toplantının ana mesajı buydu. Biz de teknoloji üretebiliriz mesajı. Bugün sayıları 42’ye yaklaşan teknoparklar ve bir çok ilde bulunan TEKMER’lerin kurulmasının arkasındaki başarı hikayesinde bu yapılan çalışmaların çok büyük katkısı vardı.
1994 yılında sahip olduğumuz bu birikimi Türk endüstrisine kazanmak üzere üniversitedeki görevlerimizden ayrıldık.
Ben ve arkadaşlarım artık bu bilgiyi ve teknoloji sanayimize aktaralım düşüncesiyle 94 yılında üniversitedeki görevlerimizden istifa ettik ve dışarı bir şirket kurduk. Amacımız da geliştirdiğimiz bu robot teknolojisini Türk endüstrilerine kazandırmaktı.
Peki bu, krizden önce miydi? Kriz sizi etkiledi mi?
Anlatacağım. Tabi biz şunu düşünüyorduk. Gençliğin ve onun vermiş olduğu heyecan ile Türkiye’de teknoloji üretmenin zor olduğunu fakat üretilmiş olan bir teknolojinin tabana yayılmasının daha kolay olduğunu düşünüyorduk. Buradan neyi kastediyorum.
Eğer başarılı bir teknolojik ürün varsa, sanayi, bilim ve bütün kamu kesiminin buna bir eğilim göstereceği, bir teveccüh göstereceğini ve Türk endüstrisinin bunu kullanma konusunda bir talebi olacağını düşünüyorduk. Gördük ki aslında teknoloji geliştirmenin daha kolay, geliştirilmiş olan bir teknolojinin sanayiye kazandırılmasının ise çok daha zor bir süreç. Çünkü en büyük yanılgılarımızdan bir tanesi bizim özgüven eksikliğimizdi. Yani başarma konusunda çok fazla isteğimiz olmasına rağmen başarılmış bir ürünü kullanma konusunda aynı isteğe sahip değildik. Bu bizim aslında yapmış olduğumuz en büyük hatalardan bir tanesiydi.
1994 yılında, 5 Nisan Kararları özellikle Türkiye’de büyük bir maddi erozyonu ortaya çıkardı. Aslında güçlü bir devalüasyon oldu. Biz de tam o yılda kurulmuştuk. Üniversiteden ayrıldık ve kurduğumuz zaman arkasında büyük bir ekonomik kriz geldi. Bu ekonomik kriz bizi 1 yıl boyunca robotik konularda çalışmamızı engelledi. Çünkü endüstriyel anlamda yatırımlar maalesef çok düşmüştü. 1 yıl boyunca Türkiye’de robotik konularında yatırım yapabilecek finansman aradık. Bankalara gittik. Bankalara teknolojimizi anlattık. O yıllarda Türkiye’de risk sermaye modelleri ve risk sermaye yatırımları yoktu. Bununla alakalı çok küçük bir çalışma vardı Vakıflar Bankası tarafından ama bu tarz projeleri finanse edecek durumu yoktu. İşte en önemli olaylardan bir tanesi de buydu. Başarılı bir projenin, başarıldıktan sonra hayata geçmesi için onu destekleyecek finansal imkanların olmamasıydı.
Maalesef Türkiye’de sermaye çok pahalıydı. Hatta sermaye bilgiden çok daha kıymetliydi. Soracak olursanız bugün bir değişim var mı diye, bugün de kısmen hala sermaye bilgiden daha kıymetli. Ne zaman ki bilgi sermayeden daha kıymetli bir hale gelecek o zaman ülkemizin ilerlemesinin daha hızlı olduğunu hep beraber göreceğiz.
1994’ler içinde bulunduğu yapı itibariyle bizim açımızdan teknolojik faaliyette bulunduğumuz yıllar olmadı. Biz yolumuza devam ettik çünkü bir davaya inanıyorduk. Bizim inandığımız dava da şuydu. Biz bu teknolojileri üretmeliyiz ve bunu tabana yaymalıyız. Yapabileceğimiz tek şey vardı. Elimizdeki imkanlarla teknoloji üretebilecek insanları bulup onları yetiştirmekti. 1994’ü teknolojiyi tabana yaymak konusunda insan yetiştirme yılı olarak gördük ve özellikle üniversitelerden, 1-2 tane fakülteden seçtiğimiz kişileri yanımızda yetiştirmeye başladık.
1995 yılına geldiğimizde, Arçelik’in Ar-Ge bölümünün bir özel projesi gündeme gelmişti. Rahmetli Refik Üreyen Bey, Arçelik Ar-Ge’nin de kurucusudur aynı zamanda ve Türkiye’ye çok büyük hizmetleri bulunan önemli bir şahsiyettir. Bizim yapmış olduğumuz çalışmaları değerlendirdikten sonra bir robotlu enerji ölçme teknolojisi ile ilgili proje geliştirmemizi istedi. Biz de memnuniyetle bu görevi aldık ve ilk endüstriyel proje olarak Arçelik Ar-Ge’ye bir akış metodu ile robotla ölçmek üzere yola çıktık.
Bu proje çamaşır makinesi motorlarının önceden oluşabilecek hatalarını test etme üzerine bir projeydi. Bu proje ile biz aynı zamanda Türkiye’nin ilk ağır sanayi robotunu geliştirdik. 2m fan açıklığında, 100 mikron hassasiyetinde ve 60kg kaldırma kapasitesinde olan Altınay AS 60 robotunu geliştirdik ve bütün altyapısını geliştirdik. Sahip olduğumuz birikimi 1 sene içerisinde robot teknolojisi konusunda artık Türk endüstrilerinde daha güçlü bir şekilde sunabileceğimiz için 1996 yılında, Dünya Robot Federasyonu, bizim firmamızı Avrupa’daki 28 robot üreticisinden birisi olarak kabul etti. Bu aynı zamanda Türkiye’nin de Avrupa ölçeğinde robot teknolojisi konusunda çalışmalarını bir üretici ülke konumuna getirdi.
Dünya Robot Federasyonu ile yaptığımız bu çalışma bizi aynı zamanda uluslararası düzeyde çalışmaların içerisine de yavaş yavaş sokmaya başladı. 1997 yılında seramik endüstrisinde kullanmak üzere bir çapak alma robotu geliştirdik. Bu yapmış olduğumuz robot projesi, Türkiye’de ilk defa uygulanmakta olan özellikle işçi sağlığının, işçi güvenliğinin sağlaması açısından çok önemli bir proje. Bu proje de çok başarılı bir şekilde gerçekleşti. Önümüzdeki mevcut döneme baktığımızda sadece robot yapma değil robotun yanında üretim teknolojilerini de geliştirme konusunda geniş bir alan olduğunu görmeye başladık ve tarih olarak bir karar vermemiz gerekiyordu. Seri olarak robot yapmaya devam etmeli miydik? Yoksa üretim teknolojilerine mi geçmeliydik? Tabi Türkiye’deki bankacılık sistemi ve mevcut finansman imkanlar bizim seri robot üretme konusunda yeterli mali desteği bulamadığımız yıllar oldu. Çünkü o dönemde seri anlamda robot üreten bir tesise ulaşmak için yaklaşık 10 milyon dolarlık bir yatırım yapmamız gerekiyordu. Bunu yakın zamanda sağlayamayacağımızı gördüğümüz için üretim teknolojilerindeki mevcut projelere odaklandık ve sadece robot teknolojisinde değil, 1997 yılından 2000’li yıllara kadar geçen o 4 yıllık süreç içerisinde farklı endüstriyel faaliyet alanlarında da robotlu projeler yapmaya başladık.
Şimdi Hakan Bey, birlikte yola çıktığınız arkadaşlarınız var anladığım kadarıyla. Sonra üniversitelerden bir takım adamlar aldık dediniz. Peki bu başlangıç sürecinde finansman sadece KOSGEB’in sağladığı mıydı? Yoksa bir gönül birliği mi oldu? İnsanlar ikna edildi mi? Burada Start-Up şirketlerinin kurulması sürecinde işbirliği kültürü ve insan ilişkisi çok önemli. Belki perde arkasındaki çok önemli faktörlerden bir tanesi. Burada süreci nasıl yönettiniz?
Teknoparktaki robotik çalışmaları başarı ile sonuçlandıktan sonra belirli disiplinlerde uzmanlık alanlarımız oluştu. Disiplinlerden kastettiğim de makine mühendisliğinde tasarım, yine makine mühendisliğinde mekanik tekniği ve kinematik yapılar, elektronik donanım, yazılım, bilgisayar ortamında canlandırma gibi ortamlarda bizim teknoparktaki ekibimiz yavaş yavaş olgunlaşmaya başladı. Hatta bu konularda Türkiye’de öncü çalışmalar da yaptığını söyleyebilirim. Aslında arkadaşlarımız robotik teknolojileri ile beraber bu konuyla ilgili Türkiye’de öncü de oldular. Projeyi başarıyla bitirdikten sonra arkadaşlarımız farklı alanlarda çalışmaya devam edebilirlerdi ama gördük ki robot teknolojisi birden fazla mühendislik disiplinini bünyesinde barındıran bir teknoloji. Hem makine mühendisliği var hem malzeme mühendisliği var hem elektrik, elektronik ve kontrol bölümleri var. Yazılım var. Çok geniş bir mühendislik dalı. Bu kadar geniş bir mühendislik dalında ürün ortaya çıkarmak tamamen o alanda yetişmiş insan kaynağınız olmasıyla ancak gerçekleşebilecek bir şey.
Türkiye’de robot teknolojisini üretmek konusundaki düşüncemiz Türkiye’nin ileri teknoloji üretmesi davasıyla aynı şey olduğu için Teknopark’tan başarıyla ayrılırken, üniversitedeki arkadaşlarıma bu konuyla ilgili beraber yola çıkalım, bu davayı beraber yürütelim, dediğimde; arkadaşların hepsi Türkiye’de teknoloji üretme davasına gönülden bağlı olduklarından dolayı bizimle beraber belirsiz olan bu geleceğe yelken açtılar aslında.
Dr. Gökay Kadir Hurmalı, Yüksek Mühendis Can Bayar, üniversitede araştırma görevlisi olan arkadaşlarımdı. Can Bey, başka bir özel kurumda uzman mühendis olarak çalışıyordu. Ben de üniversitede araştırma görevlisiydim ve el ele verdik. Üniversiteden ayrılıp dışarıda bir şirket kurduk. Buradaki esas amaç, üniversitedeki akademik bilgiyi teknoloji üretebilir hale dönüştürmek, bunu gerçekleştirdikten sonra da inanmış olan insanları yetiştirmek ve onları geleceğe hazırlamak. Zaten bir toplumun üretebilme yeteneği, ben onu yapabilirim, dedirttiren bilginin tümünün sizde olmasına eş değer bir şey. Yani bir ülke teknoloji üretebilme potansiyeline sahipse onu yapabilen bilgi süreçlerinin hepsine sahiptir. Biz bu anlayışla yola çıkarak, 3 arkadaş el ele vererek, bu teknolojiyi üretme konusunda disiplinler anlamında; ben mekanizma tekniğini kısmi ve olarak kontrol kısımlarını, bir arkadaşım yazılımını, bir arkadaşımda bilgisayar ortamındaki tasarım görevlerini aldı. Aslında çok kuvvetli bir iş bölümü yapılarak yola çıktık.
Bilgi olarak hiç lisans kullandınız mı? Yoksa literatüre açık bilgilerden, akademik ortamda edindiğiniz bilgilerden bir tasarım mı geliştirdiniz? Sonrasında patent oldu mu mesela?
Tabi robotu geliştirme süreci Türkiye’de herhangi bir şekilde bu konuyu danışabileceğimiz bir büyüğümüz olmadı. Olmadığı gibi aynı zamanda bize destek sağlayacak bilgi ve belge sürecine de sahip olamadık. Zaten herhangi bir lisans olma durumunuz olması için de ekonomik anlamda büyüklüğünüzün olması gerekiyor. Yani finansal imkanlarınızın olması lazım ki en büyük kısıtlamalarımızdan bir tanesi de oydu. Sahip olduğumuz tek şey kendi bilgimizdi. Kendi bilgimiz ve tecrübelerimizin haricinde gidebileceğimiz, dayanabileceğimiz veya alabileceğimiz herhangi bir destek yoktu. Bu 3 kişi, bu konuya inanarak, sahip oldukları bilgiyle bunu geliştirme yoluna gittiler. Aslında sıfırdan teknolojiyi üretme konusunda bir çalışmaydı. Robot teknolojisini geliştirmek. Sıfırdan başladık. Tamamen bildiklerimizi, öğrendiklerimizi üstüne koyarak tecrübe ettik. Tecrübelerimizi geliştirerek yeniden çalışmalar ve araştırmalar yaptık ve bunun sonucunda ortaya çıkan ürünün üzerindeki her türlü teknolojik bilgi bize aitti. Geliştirdiğimiz matematik modelleri, yapılar hepsi bize aitti. Hepsi özgün ve ülkenin sahip olduğu bilgi birikimiydi. Eğer bu sahip olduğumuz bilgi birikimini 1994’lü yıllarda finansal anlamda destekleyebilip, onu endüstriyel bir alanda büyütebilseydik, bugün o daha farklı bir noktada olabilirdi. En azından Türkiye dünyada saygın ülkelerden veya hatırı sayılır ülkelerden bir tanesi olabilirdi.
97-2000 yılları arasında özellikle üretim teknolojileri konularında kendimizi geliştirmenin seri olarak robot yapmaktan daha önemli olduğunu görmeye başladık. Tabi ki robot yapmak bizim için esas varlık sebebimizdi fakat onu gerçekleştirecek finansal imkanlara sahip olamadığımız için farklı üretim teknolojilerine çalışmaya başladık. Buradan örnek vererek aslında açıklamak istiyorum. Bir düz cam nasıl üretilir? Bir züccaciye ürünü olan bardak, şişe nasıl üretilir? Beyaz eşya nasıl üretilir? Seramik nasıl üretilir gibi alanlarda çalışmaya başladık.
Buralarda özellikle esnek üretim teknolojilerini, Türk sanayicisine geliştirme konusunda projeler yapmaya başladık. Yaklaşık 4 yıl boyunca cam, beyaz eşya, seramik, mobilya gibi endüstrilerde projeler gerçekleştirdik ve gördük ki biz artık cam nasıl üretilir biliyoruz. Mobilya nasıl yapılır biliyoruz. Beyaz eşya nasıl yapılır biliyoruz. Bu kollardaki tecrübeler bize üretim teknolojilerinin yanında yeni teknolojileri de geliştirme ihtiyacı olduğunu gösterdi. Aslında yavaş yavaş bir ülkenin sahip olduğu teknolojik bilgiyi ciddi anlamda endüstriyel bir kabuk olarak öğrenmemizi sağladı.
2001’li yıllara geldiğimizde, Türkiye özellikle 93-94 yıllarında Gümrük Birliği ile ilgili yaptığı çalışmalar sonucunda yeni bir karara vardı. Türkiye artık Gümrük Birliği’ne girecekti. Bu Türkiye açısından çok önemli bir süreç değişikliğiydi çünkü Türk sanayisi artık gümrük duvarlarıyla korunmayacak, serbest piyasa şartlarına göre yapmış olduğu ürünleri rekabet edilebilir ürünler halinde pazarda satılacak. Bu ürünün zamanında kaliteli ürün olmasını ve aynı zamanda rekabet edilebilir fiyat avantajıyla üretilebilmesini sağlayan bir süreçti. Bu süreç özellikle otomotiv endüstrisini 2000’li yıllarda kabuk değiştirmeye zorladı.
Peki burada yine tabi ki bir kriz var. 2001 krizi ve sizin buradaki hikayeniz ve pozisyonunuz ne oldu? O dönemden bahsedebilir misiniz?
99 depreminden sonra özellikle yurt dışından projeler yapmak üstüne yola çıktık. Bildiğiniz gibi o dönemde Türkiye’deki mevcut sanayi depremden çok fazla etkilenmişti. Hem yatırım imkanlarının daralmasından dolayı hem de finansal imkanların depremden sonra nispeten kısıtlanmasından dolayı yurt dışından projelere ağırlık vermeye başladık. Yurt dışından bulduğumuz bir projenin finansmanı ile ilgili Türkiye’deki bir gazetede bizimle alakalı bir haber çıktı. Bu habere istinaden Çanakkale Seramik, Teknik ve Kimya Grup Başkanı olan Osman Okyay Bey, bizim bu gazetedeki demecimizden etkilenerek bizi aradı. Hakan Bey, biz böyle bir firmayız. Artık orta ve ileri teknoloji konularında da çalışmalar gerçekleştirmek istiyoruz, dedi. Sizinle ortak ne yapabiliriz, diye biz düşünmeye başladık ve bu yaklaşık 1.5 yıl sürdü. 1.5 yılın sonunda, 2001’in başına geldiğimizde firmamızın %50’sini bu firma satın aldı ve ortak bir şirkete dönüşme kararı aldık.
Tam bu ortak yatırım şirketini kurduğumuz anda biliyorsunuz 2001 krizi patladı. Dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakan’a Anayasa kitapçığını fırlattı ve Türkiye’de inanılmaz bir mali fırtına ve ekonomik kriz koptu. Bizim bu ortaklığımız tabi etkilenmedi fakat ortaklığımızı gerçekleştirecek olan finansal büyüklüklerimiz o devalüasyondan biraz etkilendi. 2001 yılında Türkiye’deki mevcut ölçeğin otomotiv sektöründe değişeceğini görerek otomotiv teknolojilerinde açılım kararı aldık ve ilk defa Renault firmasından çok küçük bir bütçeli robotlu bir proje gerçekleştirdik. Bu projemiz oldukça başarılı sonuçlar verince bu firma bize daha büyük ölçekli projelerle firmada görev vermeye başladı. 2001 yılında otomotiv endüstrisinde başladığımız bu yolculuğumuz önce otomotivde, araçların güvenlik parçaları dediğimiz gibi parçaları yaparak, sonra arabanın hareketli parçaları dediğimiz kapılarını, kaputlarını gerçekleştirerek, sonra araba da birinci geometri parçası dediğimiz kasalarının yanlarını gerçekleştiren robotlu hatlar yaptık.
Daha sonraki yıllarda arabanın alt kısımlarının robotlu hatlarını yaptık ve 2010’lu yıllara geldiğimizde yaklaşık 9 yıl sonra sahip olduğumuz robotlu otomotiv gövde teknolojileri ile bir aracın bütün geometrisini yapar hale geldik. Bu projede ilk defa bize proje ortağı olarak, güvenerek iş veren firma da 2010 yılında Ford firması oldu. Bu aynı zamanda Altınay’ın robotlu üretim teknolojilerinde geldiği noktayı da gösteren önemli bir değişim oldu. Biz bir teknoloji firmasıyız. Aslında teknoloji üretmeye inanmış insanların olduğu bir şirketiz.
2010’lu yıllara geldiğimizde artık otomotiv teknolojilerinde de çok yetkin bir firma haline dönüştük. Sahip olduğumuz teknolojik bilgi birikimi, teknoloji üretebilme yeteneği ve tecrübesi bizi farklı alanlarda teknoloji üretmeye sevk etti. 1990’larda robot teknolojisini üretmek üzere yola çıktığımızda asli olarak görevimiz Türkiye’de robot teknolojisini kurmak ve geliştirmekti. Gelişen zaman içerisinde sahip olduğumuz bu bilgi birikimi bizi bu teknolojiyle beraber farklı alanlarda da işler yapmaya ve teknoloji geliştirmeye sevk etti. Üretim teknolojilerine girmek, otomotiv teknolojilerine girmek bunların en önemlilerinden bir tanesidir.
2006 yılında savunma teknolojileri konusunda sahip olduğumuz bilgi birikimini, savunma teknolojilerinde de sunmak üzere ilk defa Türkiye’de de uluslararası düzeyde bir proje yarışmasına dahil olduk ve 2006 yılında savunma endüstrisine girdik. Savunma endüstrisinde, Türkiye’deki kullanılmayan mühimmatları robotlu sistemlerle sökme konusunda çok büyük bir proje gerçekleştirdik. 2007 yılında enerji depolama teknolojilerinde çalışmaya başladık. 2008 yılında özellikle elektrikli araç konusunda çalışmaya başladık. Enerji depolama teknolojileri ile beraber elektrikli araç teknolojilerini geliştirmeye başladık. 2008 yılının sonunda, 2009 yılının başında Almanya’dan patentimizi aldık bu konuyla ilgili. 2010’lu yıllara geldiğimizde araçların özellikle katlı olarak yapılanmasını sağlayan insansız araç depolama teknolojileri geliştirmeye başladık. Bunu aynı zamanda otomatik depo teknolojisiyle diğer farklı endüstrilerin de hizmetine sunmaya başladık.
Kısacası robot gibi inter disipliner bir teknoloji ile başladığımız 1990’dan 2010’lu yıllara geldiğimizde artık sadece robot teknolojisini değil enerji depolama teknolojilerini, otomatik depolama teknolojilerini, gıda endüstrisini, cam teknolojileri, otomotiv teknolojileri, savunma teknolojileri gibi çok farklı konularda projeler yapmaya başladık.
2007 yılında bir karar aldık. Bu kararla özellikle insan kaynağımızı nitelikli bir şekilde artırma konusunda düzenli bir çalışma yapmaktı. Bu konuda her 2 Altınay çalışanına 1 stajyer öğrenci alma kararını uyguladık. Yaklaşık 600’e yakın başvuru oldu bize. Bu 600’den 65 tane öğrenci seçtik ve 2007 yılında 65 tane lisans öğrencisine; farklı mühendislik dallarında, makine, elektrik, elektronik, bilgisayar, kontrol gibi konularda 65 lisans öğrencisine, Türkiye’nin farklı üniversitelerinde olmak üzere firmamıza davet ederek firmamızda staj yapmasını sağladık. Bu aynı zamanda bizim açımızdan da bir dönüşüm oldu. Ondan sonraki her yıl, her iki çalışana bir stajyer öğrenci almaya başladık. Bu önümüzdeki dönemde bizimle beraber çalışma konusunda arzu, isteği olan insan kaynağımızı da yetiştirme fırsatı verdi bize. Bugün yaklaşık 200 kişiye yaklaşan bir altyapımız var. Bunun 135’i yüksek lisans veya doktoralı arkadaşımız olmak üzere hepsi bizim altyapımızdan yetişmiş insanlar. Üniversiteden lisansları döneminde staj olarak veya lisans sonrası bitirme ödevlerini bizimle birlikte yapmış veya lisans sonrası, yüksek lisans sonrasında bize katılarak, beraber yüksek lisansını yaparak yollarımıza devam ettiğimiz arkadaşlarımız.
Yurt dışı açılımınız oldu mu? İhracatla ilgili?
İlk yurt dışı arayışlarımız 1999 yılında başladı. Türkiye’de özellikle depremden sonra. 2001 yılında yurt dışı ile ilgili temaslarımızı gerçekleştirdik. 2 yıllık araştırma süremiz oldu. İlk projemizde 2002 yılında gerçekleştirdik. Hollanda’dan bir firmaya robotlu bir Press hattı yaptık. 2003 yılında Fransa’dan bir proje aldık. Bizim için oldukça önemli.
1999 yılındaki o elim depremden sonra 2 yıl boyunca uluslararası seviyede proje yapma konusunda çalışma başlattık. 2001 yılına geldiğimizde ilk projemizi Hollanda’dan alma başarısını gösterdik. Özellikle Press’ler arasında çalışacak robotlu bir sistem aldık ve ilk ihracatımızı 2002 yılında tamamlamış olduk. 2002 yılının sonunda Fransa’dan otomotiv konusunda bir proje aldık. Onu da yaklaşık 2 yıl içerisinde başarıyla gerçekleştirdik. Gelişen dönem içerisinde özellikle yurt dışında firmamızın sahip olduğu mühendislik yeteneğini, uluslararası düzeydeki firmalar çok yakinen takip etmeye başladılar ve birçok proje konusunda tekliflerimiz gündeme geldi. Tekliflerimizin önemli bir kısmı 2006 yılından sonra gerçek olmaya başladı.
2006 yılından sonra çok güçlü bir şekilde yurt dışındaki mevcut potansiyel iş hacmimizi büyütmeye başladık. Bugün ulusal seviyedeki iş potansiyelimizin en az 1 katı kadar yurt dışında proje yapıyoruz. Şu anda Rusya’da, Romanya’da, Fas’ta, Slovenya’da, Fransa’da yapmakta olduğumuz orta ve büyük ölçekli, otomotiv endüstrisi ölçekli projelerimiz var. 2012 yılının sonunda geliştirdiğimiz teknoloji ile ABD’den savunma alanında doğrudan proje yapma konusunda bir iş aldık. Şu anda ABD’ye doğrudan savunma konusunda proje yapıyoruz.
Peki yurt dışına açılırken Türk teknolojisi ile ilgili önyargı yaşadınız mı?
Türkiye’deki bir firmanın ulusal seviyede yani kendi ülkesindeki bir firmaya proje yapmasının 1-2 tane zorluğu var. Bunlardan bir tanesi, ülke içerisinde o projeyi yapma konusunda finansal yetersizlikler. İkincisi ve daha önemlisi aslında, özgüven yetersizliği. Yani Türkiye’deki bir firmaya gittiğiniz zaman, Türk firması size o projeyi verirken, yapıp yapmama konusunda, sizi subjektif değerlere göre değerlendirme konusunda çok başarılı olamıyor maalesef. Rasyonel olarak sizi değerlendiremiyor. Yurt dışındaki bir firma ise sahip olduğu insan yeteneği ve insan kaynağı ile sizi baştan aşağıya kadar analiz edebiliyor. Bir işi yapma konusundaki mevcut potansiyelinizin ne olduğunu en az sizin kadar kısa zamanda öğreniyor. Bir Japon firması ile proje yapabilmek konusunda çalışma yapmanız en az 2 yılınızı alıyor. 2 yılın sonunda bir Japon firması sizin ne yapabileceğinizi çok iyi öğreniyor. Keza, Avrupalı bir firma da, bir Fransız firması, bir Alman firması da 1 veya 2 yılda, çok fazla proje vermeden sizi analiz ediyor ama 2 yılın sonunda nasıl bir proje ile sizinle başlayabileceğini çok iyi bilen bir yapıya sahip oluyor.
Türkiye’deki mevcut ulusal firmalara nazaran Altınay, yurt dışındaki firmalarla daha kolay proje yapabilme yeteneğine sahip. Çünkü Altınay’ın sahip olduğu mühendislik birikimini çok iyi analiz ediyorlar ve biliyorlar. Bir aşama daha ileriye gidelim.
Özellikle savunma konusu, sahip olduğu kısıtlar, güvenlik katmanlarının çok yüksek olmasından dolayı öncelikli teknoloji alanlarından değerlendirilen ve ağırlıklı olarak firmanın her bir sürecinin kontrol edildiği bir proje verilirken, her türlü sürecinin kontrol edilerek verildiği bir sanayidir savunma sanayi.
Amerikan savunma endüstrisi ile proje yaparken, bizim 1 yıllık bir araştırmanın sonucunda bu projeyi yapabilecek düzeyde mühendislik ve teknolojik yetkinlik konusunda sahip olduklarımız onlar tarafından kabul edildikten sonra her türlü süreci, bilgiyi ve belgeyi bizimle rahatlıkla paylaşabiliyorlar.
Bizim ülkemizdeki temel sorunumuz özgüven problemi yani ülke insanı aslında kendi insanına inanmakta zorlanıyor. Bunun en güzel örneğini söyle verebiliriz: Biz Türkiye’de bir altyapı kurup, uçak yapsak, bu uçağa bizim insanımızın binerken zorlanacağını düşünüyorum. Yabancılara satmak daha kolay olabilir ama kendi insanımız binerken hep kafasında bir tereddüt olur. Acaba bir şeyi eksik yapmış olabilirler mi?
Bu montaj sanayi ile ilgili bir görüş var. İşte yurt dışından parçalar getiriliyor. Parçalar burada birleştiriliyor. Buradaki değer nerede? Mühendislikte mi? Tasarımda mı? Biz bu değer katmanları ile ilgili yeterince bilgi sahibi miyiz?
Şimdi Türkiye sanayileşme sürecine geniş bir yelpazeden bakacak olursak şu bir gerçek ki gelişmiş olan bütün ülkelerde sanayileşme sürecine çok daha geç bir safhada girdi. Bizim şu anda bilgi toplumu olmak, bilgi toplamının gereklerini yerine getirmek konularında çalışabilmek için sanayi konusundaki bilgimizi belirli bir düzeye getirmemiz gerekiyor. Türkiye ağırlıklı olarak yurt dışında özgün ürün olarak geliştirilmiş olan ürünlerin Türkiye’de montajı yapılarak bir sanayi kimliği kazanan ülke konumuna gelmiştir. Bu sanayileşme kısmında birinci fazı ortaya koyuyor aslında. Doğru, önce nasıl yapıldığından ziyade, yapılmış olan bir sistemin montajı nasıl yapılabilir şeklinde başlayarak yola çıkmanız gerekiyor. Gelişmiş olan bütün toplumlar bunları bu şekilde geliştirdi. Lisans veya bunların üretilme haklarını satın aldılar ve kendi ülkelerinde montajlarını yaptılar. Kendi ülkelerindeki mevcut tüketiciye de ülkelerinde montajı yapılmış olan ürünleri sattılar. Fakat önemli bir ayrıntı var burada, özellikle bunu hem Japonya, hem Çin, hem Kore için söyleyebiliriz. Birinci fazda bu konu gerçekleştirilirken, ikinci fazında kendi üretim teknolojilerini geliştirmek üzere, kendi birimlerini ve altyapılarını kurdular. Tersine mühendislik dediğimiz, ürünün üzerinden öğrenme yöntemiyle, o ürünü modelleme yönetimiyle o ürünü tekrardan üretme sürecinin içerisine girdiler. Türkiye’de aynı sürece başladı fakat Türkiye birinci fazdan sonra ilk anlamda, kendisi aracı veya bir sistemi üretirken ikinci fazda üretme esnasında montajdan elde ettiği bilgiyi, ürünü geliştirme konusundaki bilgiye dönüştürmesi gerekiyordu. Bu konuda sadece sanayicinin yapabileceği bir görev değil aslında. Onun daha üstüne, ona bu görevi verecek olan, bütün sistemi düzenleyen devletin bu konuyla alakalı süreci başlatması gerekiyordu.
Türkiye özellikle son 50 yılda, bilim, teknoloji ve sanayi konularında hep vizyon çalışmaları yapmıştır. Bu vizyon çalışmalarının en büyük özelliği bu konuyla ilgili politika ve stratejileri belirlemek üzerine yapılmış olmasıdır. Böyle olmasına rağmen yapmış olduğu hiçbir politik ve strateji belgesini, gerçek anlamda, ulusal seviyede uygulama şansına veya imkanına sahip olamamıştır.
Eğer Türkiye, bugün de dahil olmak üzere bilim ve teknoloji konusunda bir strateji hazırlayıp, onu uygulama fazına geçerse, sanayimizde onu hızlı bir şekilde takip ederek bütün bu fazları, Türkiye’de teknoloji geliştirme fazı da dahil olmak üzere endüstriyel anlamda gelişme süreçlerinin hepsini sağlayabilecek forma gelebilir.
Bizim gelişmiş olan bütün ülkelerden tek farkımız montaj endüstrisi ile başlamış olduğumuz yolculuğumuza sonunda nihai ürünün bize ait olmak üzere, ürün sürecine dönüştürecek stratejileri sağlayamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Çok doğru.
Bugün sanayimizin çok önemli bir kısmı hala yurt dışında geliştirilmiş olan bir ürünün montajını veya sistem entegretörlüğünü yapmaktadır. Buradan hızla teknoloji üreten sürece doğru sanayimizi döndürmeliyiz. Bunu da yalnız başına sanayimizin yapması kolay değil. Üniversitelerle iş birliği içerisinde ortak bir anlaşma zemini içerisinde bunu baş başa sağlamalıyız. Organize olmalıyız. Teknoloji üreten şirketler çıkartmalıyız. Onları mevzuatlarla ve yasalarla denetlemeliyiz. Özgüveni daha üst katmanlara çıkarmalıyız. Bilgiyi daha kıymetli hale getirmeliyiz. Özel fonlar kurmalıyız. Bu özel fonlarla, özellikle teknolojiyi geliştirmiş alanları destekleyip büyütmeliyiz ki bunlar kendi ülkemizde büyüyüp kurumsal hale gelsinler. Sonra da bütün dünyaya açılabilsinler. Bunları küçük miktarlı girişimlerle, girişimcinin başarısı ile beklersek o alanı maalesef büyütemeyiz. Topyekün bir çalışma içerisinde olmalıyız.
Tabi teknoloji firmalarına mühendisler, yüksek mühendisler, doktora elemanları alınıyor. Bu firmalarda çalışan ara elemanlar, bu ara elemanlar konusu önemli mi? Türkiye’de yeterince iyi yetişmiş ara elemana ihtiyaç var mı? Ya da yeterince sağlanıyor mu diyeyim? Bu konuyu nasıl görüyorsunuz?
Teknoloji üreten süreci ve onun bütün mekanizmalarını sağlayan asıl unsur insan. Eğer onu yapabilecek düzeyde insanınız varsa her katmanda insanınız varsa teknolojiyi üretmek ve tabana yaymak sizin için çok kolay olur.
2.Dünya Savaşı sonrası bugün önemli noktalarda olan devletlere bakalım; Almanya, Japonya, 1950’lerden sonraki dönemlerde Kore… Bunların hepsi aslında çok büyük bir savaş sonrası harap olmuş ülkelerdi. Bu kadar hızlı bir şekilde gelişip, dünyanın önemli 2 ve 3 numaralı ekonomileri olmalarının sebebi bizce ne? Sahip oldukları makine parkı mı? Hayır. Sermaye güçleri mi? Sermaye güçlerini kaybettiler savaşta. Tek dayanabildikleri nokta vardı. Yapmasını bilen insan. Her kademe yapmasını bilen insana sahipti. Eğer iki ulus da. Japonlar da, Almanlar da. Bugün Koreliler de böyle. Demek ki insanı her kademede yapabilme yeteneği ile alakalı donatarak yetiştirmeliyiz. Doktoralı insanımızı, endüstriyel ürün konusunda maharetli kılmalıyız. Mühendislerimizi gerçekten mühendis olarak yetiştirmeliyiz. Gerçekten mühendis olarak çalıştırmalıyız. Türkiye’deki pek çok mühendisi biz teknisyen olarak kullanıyoruz.
Gelelim ara elemana… Türkiye açısından baktığınızda doktoralı insan kadar önemli olan teknisyenlerimiz. Ara elemana da çok büyük önem vermeliyiz ve onu hakikaten ihtiyaç duyduğu alanlarda yetiştirmeliyiz. Bugün Almanya, Japonya, Kore teknisyen anlamında çok güçlü ülkeler. Hem teknik kadroları çok kuvvetli, hem mühendislik kadrolar çok kuvvetli. Hem de akademik kadroları çok kuvvetli. Her kadroyu da kendi içerisinde yetiştirip, o alanda tecrübe sahibi yapan süreçlere sahipler. Biz belli dönemlerde ara eleman yetiştirme konusunda okullarımızı maalesef arzu ettiğimiz şekilde geliştiremedik. Türkiye’nin bu konuda çok büyük bir açığı var.
Hem üniversitelerdeki akademik personeli, hem teknik personeli doğrudan teknoloji üreten süreçlerin içerisinde dahil ederek yetiştirmeliyiz. O yüzden elimizdeki imkanların önemli bir kısmını mutlaka eğitime ayırmalıyız.
Mühendisleri biraz teknisyen gibi kullanıyoruz dediniz ya, orayı biraz açmak istiyorum. Burada bir tasarım zafiyeti mi ortaya çıkıyor?
Şimdi, Türkiye’de özellikle mühendislerin ara eleman gibi kullanılmasının arkasında yatan en büyük sorunlardan bir tanesi, doğru teknolojinin kısıtlı olması.
Üretilmiş bir teknolojiyi Türkiye’ye transfer ettiğiniz zaman o teknolojiyi alan insanlara ihtiyacınız var. Mühendislik yetkinliğini, o teknolojiyi kullanan insanlar olarak yönlendirdiğinizde mevcut mühendislerinizi etken bir sürecin içerisinde kullanmıyorsunuz. Daha doğrusu var edici, oluşturucu, yeniden ortaya çıkaran veya yaratıcı, olmayanı düşünen bir sürecin içerisinde değil; var olanı etkin bir şekilde kullanmaya sevk ediyorsunuz. Var olanı etkin bir şekilde kullanacak olan teknisyenler. Teknisyenler var olanı çok iyi bilirler. Hatta bunun örneği bile verilir. Bir araçla seyahat eden, o aracın motorunu geliştiren bir kişi, motorun her türlü mühendislik yetkinliğine sahip bir kişi; aracı arızalandığında, kendisi o aracın arızasını bulmakta zorlanabilir ama bir teknisyen gelip, hemen çok basit bir operasyonla, karbüratör tıkandığında karbüratörü, ateşleme sistemi bozulduğunda ateşleme sistemini hemen tamir edip, hayata geçirebilir. Ama o teknisyene bu arabayı, 70 – 80 beygir gücünde tekrar dizayn et, dediğiniz anda onu teknisyen dizayn edemez. Onu dizayn edecek olan mühendistir. Biz mühendisi mühendis gibi teknisyeni de teknisyen gibi kullanmalıyız.
Biz eğer teknisyeni teknisyen gibi mühendisi de mühendis gibi alanlarında çalıştırırsak, mevcut var olan motorun performansını mühendise yaptırıp, onun bütün teknik sorunlarını da teknisyene çözdürebilirsek o zaman ülke olarak başarılı oluruz. Bu da zaten teknoloji üretme süreçlerinin o ülkede hakim olduğunu gösterir. Biz eğer fikirden ürüne, ürünü de sanayiye, ürünü de topluma kazandıracak süreçleri var edebilirsek, fikri teknolojiye; teknolojiyi de topluma kazandırırız. Bu süreçlerin içinde hem mühendise, hem teknisyene, hem de akademik bilgiye ihtiyacımız var. Herkesi yerinde ve doğru kullanarak ülkemizi kalkındırabiliriz.
Son olarak bu elektrikli araç konusu çok gündeme geldi. Bir takım firmalarında zaten projeleri var. Altınay Robot bu konuda neler yapıyor? Bir girişimi var mı?
Biz bu konuda ilerdeyiz. Yaklaşık 25 yıllık bir teknoloji serüvenimiz var. Bu 25 yıl içerisinde birden fazla teknoloji disiplininde ürün veya süreç geliştirme konusunda çalışmamız oldu. Son dönemde ağırlıklı olarak yeni ve uç veren teknolojileri geliştirme konusunda çalışma yapıyoruz. Biraz önce de bahsettiğim gibi özellikle enerji depolama teknolojileri ile beraber, elektrikli araç teknolojisi ağırlıklı olarak üzerinde durduğumuz önemli alanlardan bir tanesi. Biz burada iki temel noktada araştırma yaptık. Bunlardan bir tanesi, enerji depolama teknolojileri konusunda, temel bilimler başta olmak üzere yani enerji depolamanın kimyası da dahil olmak üzere çalışmalar başlattık. Ondan sonra gelen süreçte ise mevcut var olan ürünü endüstriyel bir pakete nasıl dönüştürebiliriz. Yani buradan daha güçlü enerji depolama teknolojilerini nasıl geliştirebiliriz konularında çalışmalar yaptık.
Hem pil kimyası, hem pil teknolojisi, bunun elektronik modüllerinin geliştirilmesi hem de onların sağlıklı bir şekilde kullanılmasını sağlayan pil yönetim yazılımları geliştirdik. Bu birinci faz oldu bizim için, elektrikli araç teknolojisi için. İkinci fazda ise özellikle robotlu araç ve robotlu otomotiv teknolojileri konusunda, gövde teknolojileri geliştirdiğimiz için aracın bütün geometrik yapısına sahip olan bir firmayız. Oradan yola çıkarak elektrikli araç ile ilgili tahrik sistemleri, yol yazılımları, araç içerisindeki bütün kontrol yazılımları da dahil olmak üzere gömülü yazılımlar geliştirmeye başladık. Yaklaşık bu 3 yıllık bir zamanımızı aldı. 3 yıl içerisinde enerji depolama teknolojileri ile başlayan bu çalışmalarımız bütüncül bir araç teknolojisine döndü.
Bugün Türkiye’de otomotiv endüstrisinde kendi özgün aracını dizayn eden bir firmaya, biz enerji depolama teknolojileri, araç güvenlik yazılımları, araç yol güvenliği yazılımları, tahrik sistemleri ve aracın içerisindeki bütün modül ve sistem olmak üzere komple hizmet verme noktasına ulaştık.
Hali hazırda işbirliği yaptığınız firma var mı?
Birden fazla firma ile çalışıyoruz. Özellikle 1,5 yıldan beri Ford Otomotiv adına proje geliştiriyoruz. İki tane başarılı araç çalışması gerçekleştirdik. En son yaptığımız çalışmada Ford firmasının yeni ürettiği kurye aracının elektrikli versiyonu Altınay tarafından üretildi. Bütün enerji depolama sistemleri, tahrik sistemleri, kontrol yazılımları Altınay tarafından gerçekleştirildi. Sadece bununla alakalı yaklaşık 28.000 satırlık program yazıldı. Artı, TÜBİTAK tarafından yapılmış olan çağrılı proje konusunda da son dönemde 6 firma, elektrikli firma çağrıya davet edilmişti. Bu çalışma sonucunda da bir firma bu projeyi yapmaya hak kazandı. O firmanın projesi içerisinde destek sağlayan kurum olarak yine Altınay seçildi. O yüzden enerji depolama teknolojilerini, elektrikli araç teknolojilerini ulusal seviyede teknolojiyi üretme ve tabana yayma konusunda da Altınay, temel bilimler, mühendislik ve teknoloji üretme süreçlerinin hepsinde bulunuyor.
135’e yakın mühendis, doktoralı ve lisanslı arkadaşımız var. Bunlar da farklı teknolojik faaliyet alanlarına göre konumlanmış vaziyetteler. Otomotiv gövde teknolojisi konusunda bir ekibimiz var. Savunma ve havacılık konusunda çalışan bir ekibimiz var. Özellikle insansız araçlar konusunda çalışıyoruz. Mobil robotlar konusunda bir birimimiz var. İnsansız depolama teknolojileri konusunda çalışan, transfer teknolojileri konusunda çalışan bir birimimiz var. Enerji depolama teknolojilerinde çalışan bir birimimiz var. Farklı mühendislik alanlarında çalışan Ar-Ge ve mühendislik birimlerimiz var.
Peki, otomotiv elektroniği konusunda Türkiye’yi nasıl görüyorsunuz? Elektronik firmaları, otomotiv konusunda sektörün içerisine yeterince girebilmiş durumda mı?
Otomotiv firmaları özellikle ürünlerinin önemli bir kısmını mühendislik anlamında yurt dışında geliştiriyorlar. Böyle olunca mühendislik sürecinin de gelişim kısmı çoğunluklu olarak yurt dışında gerçekleşiyor. Türkiye’de ki otomotiv ana sanayinin yanında yan sanayi Türkiye’de ki mevcut firmalara bu konuda hizmet sağlarken, ilk kısımda sadece ürün bazlı hizmet sağlayan firmalar konumundaydı ama özellikle 2007’deki Ar-Ge Kanunu ile beraber Ar-Ge merkezlerinin kurulması, özellikle otomotiv yan sanayinde yeni bir süreci başlattı.
Bu firmaların doğrudan ürün bazında, ürünün kendisini sadece imal etmek değil bir aşama ileri giderek, yeni ürün geliştirme süreçlerinin de ülkemizdeki altyapıdan sağlanmasını teşvik etti. Arzuladığımız düzeyde ürün geliştiriyor muyuz dersek, şu anda arzuladığımız düzeyde elektronik Component konusunda, elektronik ürünler ve sistemler konusunda geliştiremiyoruz ama bugün potansiyel anlamda altyapı kuruyoruz. Önümüzdeki süreçte Türkiye’deki firmalar özellikle gömülü yazılımlar, mekatronik sistemler, mikro elektronik donanımlar bu konularla ilgili yan sanayinden doğrudan yan sanayinin sıfırdan geliştirdiği ürünleri kullanır hale gelecek. Ne zaman ki Türkiye, altyapısında otomotiv anlamında ürünü ülkede geliştirmeye başlarsa, Türkiye’de bu konudaki ihtiyaçlar o oranda artacak. Şu anda Türkiye’de kapasite yüzken Türkiye’de bu kapasiteyi sağlama oranı %10 civarında diyebiliriz.
Türkiye büyük bir ülke. 75 milyonluk büyük bir nüfusa sahip. Büyüklüğünün yanında aynı zamanda genç bir nüfusa sahip. Çok geniş bir coğrafya ve kültürden beslenen bir ülke. Bizim gibi bir ülkeyi bu coğrafya daha güçlü bir hale getirmek için birinci öncelikli olarak yapmak gerekli olan eğitim. Eğitime çok büyük zaman ve imkan harcamalıyız. İkincisi de kendi insanımıza güvenerek aslında yapmakta olduğumuzdan daha fazla potansiyelimizin olduğunu bilerek ve buna inanarak organize bir toplum haline dönüşmeliyiz. Eğer organize olarak bir yapılarak kurabilirsek, Türkiye çok hızlı bir şekilde gelişebilir. Türkiye teknoloji üretebilir. Ürettiği teknolojiyi satabilir ve sosyo-ekonomik anlamda güçlü bir ekonomi olabilir. Türkiye’nin kendi teknolojisini üreterek ayakları üzerinde durması lazım.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mıdır Hakan Bey?
Hayır, çok teşekkür ederim.
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15