“Araştırmacılar, bir toplumun ışık kaynakları gibidir. Onlar toplumu aydınlatırlar. Sadece elektrik mühendisi uygulaması konusunda değil. Araştırma konusunda, araştırma kafa yapısına sahip bir insan, her konuda kendisini belli eder. Siz onu hurafelere inandıramazsınız. Ona dogmatik düşünceyi kabul ettiremezsiniz. Ve bunlardan toplumda yeteri kadar varsa, toplum aydınlıktır. Değilse karanlık kalır. Şimdi dolayısıyla, araştırma işi fevkalade önemli.”
Ben 1954’te Elektrik Mühendisliği Bölümü’ne girdiğim zaman, fakültede seksen kadar öğrenciydik. Daha önceleri, daha da azdı; on beş civarıydı. Başka da Elektrik Mühendisliği Bölümü yoktu. Senede 80 kişi giriyorken şimdi senede beş bin kişi giriyor bu bölüme. Bir kere sayı çok azdı o zamanlar. O öğrenciler de mevcut işletmelerden çok ileriye ümit bağlamış durumdaydı. Elektrik mühendisliği ileride hakikaten daha fazla gelişecek ve daha fazla iş yeri olacak diye. Benim tespitlerime göre 1950’lerde Elektrik Mühendisliği Odası kurulduğu zaman Türkiye’deki toplam elektrik mühendisi sayısı beş yüz mertebesindeydi. Radyolar ve haberleşme sistemleri vardı ama sayıları oldukça azdı. Çünkü üretim yerleri yoktu. Uygulama yerleri çok eksikti; devlet radyoları, telekomünikasyon sistemleri gibi.
Elektrik mühendisliğinin benim için cazip taraflarından birisi, matematik ve fizik temellerinin kuvvetli olması. Matematiği ve fiziği çok sevdiğim için onların doğal uzantısı olarak elektrik mühendisliğini istedim. Ama elektrik mühendisi olarak çok iyi işler bulacağımı düşündüğümden değildi. Gelecekte çok daha geçerli bir meslek olacağını düşündüğüm için girdim Elektrik Mühendisliği’ne. Tekrar ediyorum, sayı ve imkanlar çok azdı. Dolayısıyla bu önemli bir parametre.
1958’de kotalı ithalat rejimi oldu ve sonrasında ülke montaj sanayi gibi yerli katkıyı artırmaya çalıştı. Buna nasıl bakıyorsunuz?
Bu duruma çok olumlu bakıyorum. Bu, işin başlangıcıdır. Oradan başlıyorsunuz, sıfır aşağı yukarı değil mi? Üretim kısmı sıfır, uygulama kısmı iyi. Oradan başlıyor, yavaş yavaş ithalattaki parça sayısını azaltıyorsunuz ve kendiniz katkı yapıyorsunuz. Yani kendi üretim yerlerinizi kuruyorsunuz. Burada montaj yapıyoruz, dışarıdan getirmenin ne anlamı var deyip montaj sanayiye karşı çıkanlar da oldu. Ama bir yerden başlamalısınız. Biz de o şekilde yavaş yavaş tecrübe sahibi olduk. Hakikaten arkasından gelen şeyler de inanılmaz oldu.
Peki 1960’lı ve 1970’li yıllarda üniversite ile sanayi ilişkileri yoğunlaşabildi mi? Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
Üniversite ve sanayi ilişkileri hala tartışılmakta olan çok önemli bir konu. Ben 9 sene boyunca dekanlık yaparken üniversite ile sanayi ilişkilerini güçlendirmek için çok uğraştım. Onun da bir emekleme evresi var. Diyelim ki ABD’ de elektrik elektronik konusundaki araştırmaların yüzde yirmi beşini sanayi destekliyor ise Türkiye’de çok daha azdı. Çünkü o dönem de yavaş yavaş iki taraf birbirini tanımaya başlamıştı. Birinin diğerine ihtiyacı vardı. Başlangıçta elektrik elektronik sanayi, sorularının cevabını dışarıdan aldı. Dışarıdan lisans alıyor ve başı sıkışırsa onlara soruyordu. Yani ne zaman ki Türkiye’de Ar-Ge faaliyetleri arttı, o zaman özgün ürünler üretilmeye başladı.1967’de Netaş kurulduğu zaman Ar-Ge Ünitesini de kurdu. Ondan önce de araştırma laboratuvarı diye PTT- Arla kurulmuştu. Çok mühim bir olaydı bu. PTT – Arla‘yı kuran ise elektronik sanayinin yaşayan tarihi denilebilecek birkaç kişiden biri olan Fikret Yücel’di.
İstanbul Teknik Üniversitesi, Elektrik Elektronik Bölümü mezunu ve aynı zamanda sizin de öğrenciniz olan babam, Tarık Özker hocanın devre analizi ve sentezi dersleri başlatmasının çok önemli olduğunu söylemişti. Ondan bahsedebilir miyiz? Türkiye’deki mühendislik yaşamına, elektronik mühendislerine ya da o tasarımcı bakışa nasıl bir etkisi olmuştur? Önemi nedir?
Türkiye’de devre analizi ve sentezi, enformasyon teorisi derslerini ilk defa Tarık Özker başlattı. Ama başlatmak kadar önemli olan işe ve her probleme bilimsel düşünceyle yaklaşmaktır. Derinlemesine öğrenmek, bilimsel ve akılcı yaklaşmak, soru sormak, araştırma yapmak… Ve neticede etkisi dünya ölçeğinde oldu. En önemli etkisi düşünen, irdeleyen, araştıran, modelleyen, prototip geliştiren mühendis yetiştirmek oldu. Bu çok önemli bir şeydi. Tarık Özker’le konuşmuştum, onun en önemli özelliklerinden biri, beraber çalıştığı kimseleri çok dikkatli seçmesi. Ve Türkiye’de devre teorisi kavramını geliştirdikten sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’nde de bu kavramı oturttu. Yanına aldığı öğrenciler daha sonra bütün Türkiye’de çok önemli etkiler yaptılar. Bütün dünyada da tanındılar. Türkiye’yi bu konularda tanıttılar.
Yani Tarık Özker bir ekol mü oluşturdu?
Evet gerçekten bir ekol oluşturdu. Yepyeni bir şeydi, daha önce böyle bir şey yoktu. Ve dediğim gibi, dünya ölçeğinde bir ekol oluşturdu. Yani alt yapısı çok kuvvetli mühendisler yetiştirmek. Kafa yapısı çok iyi, araştıran mühendisler yetiştirmek.
Yetiştirdiği öğrenciler endüstride çok başarılı oldu. Daha da önemlisi, ekibi çok iyi mühendisler yetiştirdi. O ekibin çok büyük etkisi oldu. Dışarıya giden mühendisler geliyorlar, biz çok başarılıyız çok iyiyiz, sizlerin sayesinde oldu diyorlardı. Velhasıl kurduğu ekip, kurduğu bilimsel yapı, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada etki uyandırdı. Bunun tabi bir diğer özelliği de özgüven. Yani burada yetişen öğrenciler, bütün dünyada çok başarılı mühendisler oluyorlar. Dolayısıyla, Türkiye böyle elemanlar yetiştirir diye de bir güzel sonucu oldu.
Araştırmacılar, bir toplumun ışık kaynakları gibidir. Onlar toplumu aydınlatırlar. Sadece elektrik mühendisi uygulaması konusunda değil. Araştırma konusunda, araştırma kafa yapısına sahip bir insan, her konuda kendisini belli eder. Siz onu hurafelere inandıramazsınız. Ona dogmatik düşünceyi kabul ettiremezsiniz. Ve bunlardan toplumda yeteri kadar varsa, toplum aydınlık bir toplumdur. Değilse karanlık kalır. Şimdi dolayısıyla, araştırma işi fevkalade önemli.
Ben sizin o sunumunuzu da okudum. Elektronik sektörümüzün ihracatı küçük gibi gözüküyor rakamlarda, ama her şeyin içinde elektronik var demiştiniz. Bunun öneminden, içeriğinden bahsedebilir misiniz?
Elektrik elektronik sanayi ki ben bunu bu mesleği seçmek isteyen öğrencilere de hep söylerim, vazgeçilmez bir sanayi. Elektrik elektronik sanayi durursa otomobil sanayi ilerleyemez. Petrol sanayi durmak mecburiyetinde ama onlar dursa elektrik elektronik sanayi durmak zorunda değil. Yani diyelim ki bir otomobilin maliyetinin yüzde otuz kadarı elektrik elektronikte. Bunun payı da gittikçe artmakta ve otomobillerdeki yenilikler daha çok elektrik elektronik üzerinde olmakta.
Peki hocam bu anlamda Türkiye’deki teknokentleri nasıl görüyorsunuz? İşlevleri şu anda iyi mi? Tasarıma katkıda bulunuyorlar mı?
Türkiye’de teknokent kavramı oldukça yeni. Ben emekli olmadan önce çok azdı bunların sayıları ve etkileri. Bugün çok süratle gelişiyor ve ciroları çok artıyor. Önemleri günden güne artıyor. Üniversite ve sanayi ilişkisi gibi bazı şeylerin genellikle ihtiyaçtan doğması gerekiyor. Yani siz suni olarak bir şey yapmaya kalkışırsanız uzun ömürlü olmuyor. Şimdi bu teknokentlerin geçmişinin fazla uzakta olmamasına rağmen önem kazanması demek, buna ihtiyaç var demek. Uzaktan baktığınız zaman çok sağlıklı. İşte bu üniversite sanayi işbirliğinin göstergesi olmuş oluyor bir nevi. Oraya gelip prototip geliştiriyorlar, alet geliştiriyorlar. Endüstriden gelenlere, atılımcılara üniversite ve devlet imkan sağlıyor ama aynı zamanda da üniversite öğretim elemanlarına da bir imkan sağlıyor. Yani araştırmaya katkı yapıyor. Böylece ikisi orada birleşiyorlar.
Endüstri ve üniversite elemanları ve de üniversite sanayi işbirliği hepsi güçlenmiş oluyor. Teknokentlerin büyüklükleri artıyor, sayıları artıyor ama ürettikleri aynı derecede mi artıyor onun ölçülmesi lazım. Bunların yaptığı iş nedir, ölçüsü nedir, daha sayıları artırılmalı mıdır yoksa sayıları sabit tutulup verimliliği mi arttırılmalıdır, üzerinde çalışılması gerek.
Biraz da 80’lere gelmek istiyorum. İhracat konsepti var. Televizyon olaylarında bir patlama oluyor. Tabi ithalat da bir yandan serbest. O dönemi nasıl yorumluyorsunuz?
80’lerin en önemli özelliği bence dijital teknolojiye geçilmiş olmasıdır. Çok büyük bir değişiklik bu. Günümüz dünyasını şekillendiren ana unsur dijital dünya. Çünkü dijital sistemler analog sistemlere nazaran çok üstün, çok marifetli. Peki neden marifetli? Dijital sistemin içine bir mikro işlemci koyuyorsunuz ve çok çeşitli işler yaptırabiliyorsunuz. Ancak analoglar da böyle bir yetenek yok. Sanırım 84’lerden itibaren dijital santraller devreye girdi. Şimdi bizde zaten bir şey yok, bari en son teknolojiden başlayalım deyip, dijitallerden işe başladılar. Müthiş bir işti bu Türkiye’de. Halbuki satan şirketler diyor ki, “Bak analog ucuz, oturmuş bir teknoloji oysa dijital daha yeni, ne olduğu belli değil, pahalı” ama Türk mühendisleri orada bir ileri görüşlülük yaptılar. “Hayır” dediler, biz en son teknolojiyi alacağız. Ve Türkiye dijitalleşme konusunda Avrupa’da ikinci sıralarda oldu. Dünya sıralamasında da çok mesafe kat etti. Velhasıl, 80’lere damgasını vuran dijitalleşmedir.
Mühendisler arası işbirliği konusuna nasıl bakıyorsunuz?
Öyle aletler var ki o aleti ne bir elektronik mühendisi ne de bir makine mühendisi tek başına yapamaz. Bunların iş birliği yapması gerekiyor. Ama ben size şunu söylemek isterim;
Türkiye’nin çok önemli sorunlarından birisi özgüven. Birçok sorunun cevabı bu özgüvenin içinde. Size bu durumu açıklayan bir anımı anlatayım. Ben 9 sene dekanlık yaptım. Ersin Kaya 8. senesinde benimle bir röportaj yaptı ve Kaynak dergisinde yayınladı. Dedi ki, hocam dekan olarak en çok neyle uğraşıyorsunuz? Dedim ki, en çok öğrencilerin özgüvenini güçlendirmekle uğraşıyorum. Çünkü öğrencilerimizin özgüveni, olması gerekenin altında. Fakültelerine olan güveni olması gerekenin altında. Ülkelerine olan güveni olması gerekenin altında. Ben buna müthiş emek verdim. Mesela yeni gelen öğrencilerle toplantı yapıyordum. Diyordum ki, burada iyi bir şekilde işinizi benimser ve iyi bir mühendis olursanız dünya ölçeğinde çok iyi bir mühendis olacaksınız. Bunu örneklerle açıklıyorum. Sonra yurt dışına mesela Belçika’ya gidiyor ve orada çalışıyor bir mühendisimiz. O şirkette de 18 farklı ülkeden mühendisler var. Bizim durumumuz nasıl diye soruyorum. Efendim biz onlardan iyiyiz, diyorlar. Eğer insanların özgüveni yeteri kadar güçlü değil ise kendisine ait her şeyi kötü, gelişmiş ülkelere ait her şeyi iyi görüyor. Yani bizim meziyetlerimiz de kusur gibi görünüyor, onların kusurları da meziyet. Şimdi bu aşırı eleştiriler örneğin montaj gibi özgüven eksikliğinden. Esas sebep özgüven, anlatabildim mi?
Babamın hocasısınız, baktığınızda neredeyse bir 3 kuşak var. Bu aradaki farkları mutlaka görmüşsünüzdür. Mesela ben baktığınızda bu babamın nesli biraz daha atılgan, girişimci ki sonra sanayici oldular. Babamın pek çok arkadaşı da aslında o şekilde oldu. Nesiller arasında ki farkı nasıl görüyorsunuz? 80’lerde 90’larda 2000’lerde neler değişti size göre?
Evrensel bir şey var, tarih boyunca gelen bir yaklaşım var. Bir sonraki nesil, işte bizim zamanımızda şöyle çalışkandık, saygılıydık, şimdikiler değişti diye şikayet eder. Ben buna şöyle bir örnek vereyim; M.Ö 2000 senesine ait papirüs üzerine yazılmış bir yazı bulmuşlar Mısır’da. Diyorlar ki bizim zamanımızın gençleri çalışkandı, saygılıydı, şimdi ki gençler tembel, saygısız. Bu evrensel bir hikayedir. Daima bir sonraki nesil bir önceki nesli tenkit eder. Burada da belki amaçlardan birisi onları dürtüklemek. Daha iyiye ileriye gitmelerini sağlamaya çalışmak. Ben hiç böyle değilim. Ben hiç gençlerden şikayet etmem. Severim ve anlaşırım. Mesela benim torunumla aram süper. Benden iki kuşak sonrası olmak üzere. Kızlarımla hayli hayli öyle. Şimdi bunun ölçüsüne bakmak lazım.
Türkiye’de mutluluk ortalaması artıyor mu? Bir insan için temel amaç, mutlu olmaktır. Yani güzelliklerin farkına varmak, yaşamdan haz almak, ıslık çalıp, şarkı söylemek gibi. Eğer Türkiye’deki mutluluk ortalaması yükseliyorsa demek ki daha iyi yoldayız.
İhracat yükseliyorsa, üretim yükseliyorsa daha iyi yoldayız. Yani ben nesillerin nasıl değiştiğinden ziyade, bunun etkilerini ölçerek bir şey söylemenin daha doğru olduğu kanısındayım. Neticede nedir ulusal amaç, üretmek ve mutlu olmak. Amacımız çağdaş, gelişmiş ve saygın bir ulus olmak. Ülke için amaç bu. 20 sene önce ölç ve şimdi ölç. Eğer yukarıya doğru yol kat etmişsek bir sorun yok.
Bir de şimdi yaşam kalitesi diye bir kavram var, müthiş bir kavram. Yani önemli olan zengin olmak, fakir olmak eğitimli olmak değil; kaliteli bir yaşam sürdürmek. Tiyatroya gidiyor musun? Yaz tatiline gidiyor musun? Kitap okuyor musun? Çocuklarını eğitebiliyor musun? Dolayısıyla Türkiye’nin yaşam kalitesi yükseliyorsa, arkadan gelen nesiller daha başarılı anlamına gelir. Bunu bu şekilde ölçmek daha iyi.
Ben 59’da üniversiteye girdim. 2000 senesinde İstanbul Teknik Üniversitesi’nden emekli oldum. Ondan sonra 12 sene de Yeditepe Üniversitesi’nde çalıştım. Şimdi tamamen emekli oldum, ders vermiyorum artık. Ama akademik hayatın içinde olduğum sürece çok bilgilendim. Akademik hayatın yönetim kısmıyla, endüstriyle ilişkileriyle, öğretim kısmıyla; özellikle eğitim kısmıyla çok ilgilendim. Meraklıyım bu işlere. Ben diyorum ki, eğitim benim hem işim hem de hobim.
Ben diyorum ki, akademik hayatın, üniversitelerin geleceği, yetenekli gençlerin akademik hayata çekilmesine ve onlara verimli bir çalışma ortamının sağlanmasına bağlıdır. Ülkenin geleceği de buna bağlıdır. Buradan baktığımız zaman, bir fakültede bir bölümde yeteri kadar kaliteli eleman varsa ve öğretim üyesi başına öğrenci sayısı olması gerekenden fazla değilse o fakülte kaliteli mezunlar verir, ülke de ileriye gider. Şimdi buradan baktığınız zaman, maalesef durum parlak değil. Yani eskiden öğretim üyelerinin nitelik ortalaması daha yüksekti ve öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısı da daha düşüktü. Şimdi üniversite sayısını birden bire artırdığınız zaman, her üniversitede elektrik elektronik bölümü olduğunda bu sefer öğretim üyesi sayısını hızlı bir şekilde artırmak için, kaliteden ödün vermek zorunda kaldınız.
Dahası var, öğretim üyeliği cazip olmaktan çıktı. Sonunda hem öğretim üyelerinin nitelik ortalaması düştü hem de öğretim üyesi başına öğrenci sayısı arttı. Bu ikisi de kaliteyi azaltıcı faktörler. Sadece bu değil, üniversitelerin 3 temel görevi var. Araştırma yapmak ve yayınlamak, kaliteli mezunlar vermek bir de kamuya danışmanlık yapmak. Yani üniversite sanayi iş birliği de o şekilde sayılır. Dolayısıyla sayının artmasının getirdiği avantajlar var değil mi?
Teknokentler artıyor belki, daha fazla eleman var. Ama genelde bunun ölçütü şöyle; eğer Türkiye’de üretim, özellikle katma değeri yüksek üretim, ileri teknolojileri artıyorsa, biz daha az ithal edip daha fazla ihraç ediyorsak iyi durumdayız sonucu çıkar. Fakat bu benim dediğim nitelik ortalamasının düşmesi, öğretim üyesi sayısının artmasının etkileri uzun vadede ortaya çıkıyor. Yani bugün iyi bir durum varsa, 5-10 sene süreyle o etkisini gösteriyor. Kötüye gittiğinde epey bir zaman sonra onun etkileri ortaya çıkıyor. Hemen hissetmiyorsunuz etkileri. Ama bu Türkiye’de göz ardı edilen çok önemli bir konudur. Hatta ilkokuldan itibaren üniversitenin sonuna kadar öğretim elemanlarının niteliği arttırılmalıdır. Öğretim elemanı başına öğrenci sayısı fazla olmamalıdır. Makulden fazla olmamalıdır. Bu Türkiye’nin temel sorunu.
Türkiye’de ki 25 yaş üstündeki insanların eğitim ortalaması 6,5 sene. Buna orta 2’den terk toplum deniliyor; bunun en azından 10 sene olması lazım. Eğitim konusunda çok gerideyiz. Çok çeşitli istatistikler var. Eğitim konusundaki açığımızı kapatmamız lazım. Ondan dolayı liselerin mecburi öğretim süresini 12’ye çıkardılar. Çok isabetli bir karar bu. Ama en önemlisi liselerde veya okullarda verilen eğitimin kaliteli olması.
Merak ediyorum, biz eğitimde Ar-Ge yapıyor muyuz? Mesela, matematiği ya da fiziği anlatırken öğretmenlerimiz mantık zincirleri kuruyorlar. Bu mantık zincirlerinin ne kadar basit ve anlaşılır olduğunu denetledik mi acaba? Orada bir takım kopan şeyler mi var? Ben hep bunları merak etmişimdir.
Ben önemli bir tespitimi söyleyeyim; matematikteki ortalama başarımız düşük, ben de diyorum ki matematiği iyi olan bir insan hayat boyu bunun yararını görebilir. İster ressam ister edebiyatçı olsun. Türkiye’nin önemli sorunlarından birisi, matematiği sevmeyen öğrenciler. Bunun da en büyük sebebi bu çocukların matematik öğretmenleri. İki zeki öğrenci, iyi bir matematik öğretmenine düşüyor, matematiği çok seviyor. Öbürü kötü bir matematik öğretmenine düşüyor, matematikten nefret ediyor. Dolayısıyla bu konuda araştırma yapılması lazım. Ne kadar öğrencinin, matematikteki ortalama başarısızlığının temel nedenleri nelerdir? Bundan yola çıkarak öğrencilerimiz matematiği nasıl sever, biz bu açığı nasıl kapatmalıyız diye de geniş kapsamlı düşünmeliyiz.
Bir şey daha söylemek istiyorum ki Türkiye için önemli.
Ben 6 sene Amerika’da kaldım. Amerika’daki Türkler, Japonlardan, Fransızlardan, Çinlilerden, Almanlardan çok daha iyi İngilizce konuşuyor. Yani İngilizce öğrenen Türkler gayet iyi ve dünya standardında. Fakat Türkiye liselerinde, zaten mezun öğrencilerin ortalama İngilizce düzeyi olması gerekenin çok altında. Finlandiya’yla ya da Hollanda ile Macaristan ile mukayese edersek çok gerideyiz. Bu tamamen eğitim sisteminin başarısızlığı. Yoksa çocuklar öğrendiği zaman çok iyi öğreniyorlar.
Hocam bir de İngilizce’den bahsettiniz. Prof. Dr. Aydın Köksal’ın da mühendislik eğitimi Türkçe olmalı gibi bir görüşü var. Siz bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Önemli bir konuya değindin, teşekkür ederim. Eğitim dili üniversitelerde İngilizce mi olmalıdır yoksa Türkçe mi olmalıdır? Beni yıllar önce Bursa’da bir panele çağırdılar. Ben de Boğaziçi’nde ders veriyordum. Dedim ki arkadaşlar burada eğitim dili İngilizce, ne diyorsunuz? Ön sıradaki bir kız öğrenci dedi ki, “Hocam, anlatıyorsunuz İngilizce ondan sonra diyorsunuz ki bakın burası çok önemli, burasını Türkçe anlatacağım.” İşte o zaman aramızdan bir duvar kalkmış gibi oluyor. Bakın öğrencimiz ne kadar da güzel ifade ediyor.
Şimdi sınıfta hoca Türk, öğrenciler Türk. Hocanın ana dili Türkçe, öğrencilerin ana dili Türkçe. Şimdi dersi İngilizce verdiği zaman hocanın verimi düşük. Türkçe verse çok daha verimli verecek. Öğrencinin verimi de düşüyor çünkü Türkçe dinlese verimi çok daha yüksek olacak. İki tane verim kaybı var. Bir de üçüncüsü psikoloji. Diyor ki,” Yahu biz birbirimize niye eziyet ediyoruz, sen Türksün ben Türküm.” Nedir arada ki bu duvar? Yani eğitimin yabancı dilde olması düşünülecek bir şey değil. Yani siz kendi resmi dilinizi kullanmıyorsanız bu da yalnızca koloni ülkelerde görülebilecek bir şeydir.
Sizin gözleminize göre şu anda Türkiye’de bilim teknoloji, Ar-Ge politikası var mıdır? Oluşturuluyor mudur yoksa oluşturulmuş mudur? Gidişat, belirlenen bir strateji çerçevesinde mi gidiyordur yoksa biraz daha hasbelkader mi gidiyordur? Nasıl bakıyorsunuz?
Bu her ülke için çok önemlidir. Buna bilimsel araştırma politikası deniliyor. Bilimsel araştırmanın birinci kademesi temel araştırma. Yani, sen bir araştırma yapıyorsun, bunun hemen yarın bir uygulaması yok. Ama ilerde işe yarayabilir. Daha önemlisi, öteki araştırmacılar bundan yararlanabilir. Böcekler var, ateş böceği diyorlar. Adam bunun mekanizmasını araştırıyor. Ondan sonra beyin ile ilgili bir araştırmada hiç umulmadık bir yerde bu araştırmadan yararlanıyorlar. Temel araştırma, kısa vadede, uygulama beklemeden, dağarcıkta bulunsun diye bilim dağarcığını geliştirmek amacıyla yapılan araştırmadır. Peki öbürleri neler? Uygulamalı araştırma. Uygulamalı araştırma projesini savunuyorum çünkü bu araştırmayı yaptığınız zaman devre geliştirme programı yapıyorsunuz. Buna da uygulamalı araştırma deniliyor. Bir diğeri de Ar-Ge; araştırma geliştirme. Yani içinde mutlaka geliştirmenin de olduğu araştırma.
Şimdi Türkiye’de herkes sanki araştırma ondan ibaretmiş gibi Ar-Ge, Ar-Ge diyor. Halbuki değil, o üçüncüsü. Bir ülke önce kendi şartlarına bakacak. Diyelim ki ben bir senede, bir araştırmaya bütçeden 10 milyar ayıracağım. Bunun da 2 milyarı temel araştırma, 3 milyarı uygulamalı araştırma. Diyelim ki, 5 milyarı Ar-Ge. Buna bilim politikası, araştırma politikası deniliyor. Böyle bir politikayı belirleyebilmek çok zor. Mesela bu temel araştırma ne işe yarar? Onun önemini anlayacak insan çok az. Yani siz çok seçkin adamları görevlendireceksiniz. Önce politikayı belirleyeceksiniz, ne kadarını temel araştırmaya, ne kadarını uygulamaya, ne kadarını Ar-Ge’ye vereceğiz diye. Ondan sonra ülke çapında tartıştırıp politikalarını belirleyeceksiniz ve uygulamaya başlayacaksınız. Şimdi bu çok zor bir şey ve Türkiye’de yapılmıyor. Dediğim gibi millete sorun, araştırma deyince Ar-Ge’yi söylerler. Halbuki o araştırmanın sonuncusu yani üçüncüsü.
Bu konudaki tarihsel bir gözlemimi sizinle paylaşmak ve bir şey sormak istiyorum. Eskiden Osmanlı’da ve İslam dünyasında çok katkıları olan bilim adamları olduğu söyleniyor. Ben şunu görüyorum: bilim var fakat bunun teknoloji ve mühendislik açısından sanayiye dönümü yok. Ondan sonraki dönemlerde teknoloji var, Ar-Ge var fakat bu sefer de bilim mi ihmal edilmiş? Yani bir dönemde biri var öteki dönemde de tam tersi.
Bunları fark etmiş olmanı büyük sevinçle karşılıyorum. Sonuncusundan başlarsak; deniliyor ki bir ülke kendi teknolojisini üretemiyorsa, kendi aletlerini üretemiyorsa, o iddialı bir ülke olamaz. Başka ülkelere bağımlı bir ülkedir. Peki, kendi teknolojisini üretebilmesi için ne kadar temel araştırma yapması lazım? Türkiye’de temel araştırma yapmak isteyen çok değerli bilim adamları var. Benim de arkadaşlarım var. Ama TÜBİTAK diyelim ki temel araştırmaya destek vermiyor. Bu adamın hevesi ölüyor değil mi? Halbuki o adam temel araştırmaları yapsa başarılı bir şekilde. Araştırmaya bir kere alışan biri ondan sonra uygulamalısını da yapıyor. Her probleme o şekilde yaklaşıyor. Onun için hem araştırmacı sayısı yeterli olmalı hem de temel araştırma, uygulamalı araştırma ve Ar-Ge arasındaki denge çok iyi bir şekilde kurulmalı.
TÜBİTAK 1963’te kuruldu. TÜBİTAK böyle bir ihtiyaç dolayısıyla mı kurulmuştu? O konuyla ilgili malumatınız var mı?
Sonuç itibariyle Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu çok önemli bir rol oynadı. Tabii hala da oynuyor ama her işin başı insan.
Tübitak içindeki insanların nitelik ortalaması yeterliyse çok iş yapıyorlar. Sizin oraya getirdiğiniz kişiler niteliğinden dolayı değil de, yakınlığınız olmasından dolayı ise o zaman da zarar bile verebiliyorlar. Onun için başlangıçta müthiş bir etki yapmıştı.
Sonraları bu müdahalelerden dolayı sarsıldı, verimliliği ve etkinliği azaldı. Günümüzde de etkinliği olması gereken yerde değil.
Hocam çok teşekkür ederiz, benim sorularım bu kadardı, sizin de eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Eklemek istediğim bir şey yok. Ben de teşekkür eder, başarılar dilerim.
Söyleşi Tarihi : 16 Temmuz 2014