“Şimdi niye doktora öğrencisi lazım? Çünkü yüksek teknoloji üretecekseniz bu ancak doktora öğrencisiyle üretilir. Yani hakikaten kalıp, araştırmayı yapacak birileri lazım. Bunu artırmamız lazım. Nasıl artırırız?”
Amerika’da Kaliforniya Silicon Valley’de biliyorsunuz, Standford Üniversitesi diye çok meşhur bir teknik üniversite var. Standford Üniversitesi etrafındaki bütün o teknoloji altyapısının kurulmasından sorumlu olan üniversite diyebiliriz. Orada çalışan insanların çoğu Standford öğrencisi. Yani hayatlarının bir zamanında ya oradan lisans almışlar, ya yüksek lisans doktora almışlar, sonra da oranın etrafında şirketler kurmuşlar. Bu da böyle olağanüstü bir teknolojik güç yaratıyor. Amerika’nın en önemli motorlarından bir tanesi aslında Silicon Valley’deki girişimcilik, yenilikçilik. Özellikle de High Tech, yüksek teknoloji konusunda kurulan şirketler.
Ben oradayken bir araştırma laboratuvarı olmamız dolayısıyla Standford’la bayağı yakın çalışıyordum, bir sürü de Standford’dan öğrenci işe alma durumu vardı. Birisiyle konuşuyordum, en dikkatimi çeken şeylerden bir tanesi şu oldu: Bütün Standford öğrencileri hep bir şirket kurma peşinde. Çok iyi bir maaş bile teklif etseniz onunla o kadar ilgilenmiyorlar, yani maaş o kadar iyi olmayabilir, diyorlar.
Bir de düşündüğüm şöyle bir şey vardı: Türkiye’de üniversite sisteminin önemli bir problemi doktora öğrencisinin azlığıdır. Özellikle mühendislik konularında. Bunun da nedeni aslında çok derin değil, açık. Mühendisler yüksek lisans yaptıkları zaman iş bulabiliyorlar. Yani doktora yapabilecek kalitede bir öğrenci ise özellikle yüksek lisansından sonra kendisini tatmin edici bir maaşla bir yerde iş bulabiliyor ve mühendislik yapmaya başlıyor. Şimdi bu kişinin bunu yapmayıp da bir üniversitede doktora yapmaya karar vermesi en aşağı hayatından bir dört-beş sene, gençliğinin en önemli zamanında çok daha az bir maaşa razı olması durumunu getiriyor. Artı bitirdiği zaman da, dört-beş sene sonra da bu kişinin bir iş bulabilme ihtimali artmıyor, hatta azalıyor. Yani Türkiye’de yüksek lisanslı birisinin iş bulma ihtimali, doktoralı birinin iş bulma ihtimalinden daha yüksek…
Peki, şimdi niye doktora öğrencisi lazım?
Çünkü yüksek teknoloji üretecekseniz bu ancak doktora öğrencisiyle üretilir. Yani hakikaten kalıp da araştırmayı yapacak birileri lazım. Bunu artırmamız lazım. Nasıl artırırız? Eğer bu doktora öğrencileri kendi şirketlerini kurabilir hale gelirlerse, yani demin dedik, çıktıkları zaman iş bulamıyorlar, buldukları zaman o kadar iyi olmuyor. Belki onun yerine bu doktora öğrencisi kendi yaptığı şeyleri, çünkü yeni bir teknoloji geliştiriyor, bunu alsa ve bir şirket kursa, hem kendine gelir sağlasa, hem kendi gibi mühendislere istihdam yaratsa, o zaman bu doktora öğrenciliği hakikaten geçerli bir yol haline gelmiş oluyor. Birisini doktora öğrencisi olarak alacaksanız diyorsunuz ki, bakın, şu kadar kişi burada bununla şirketler kurdu, senin de okuyacağın konu şu, bununla ilgili bir şeyler yapabilirsin. Bizim bu doğrultuda hedeflerimizden bir tanesi de bu. Bizim kendi doktora öğrencilerimizi ya da yüksek lisans öğrencilerimizi ya da kendi hocalarımızı mühendislik alanlarında bu konuya yöneltmek. Mesela bunula ilgili ne yapıyoruz. Bir, hocalarımıza projelerini yapabilmeleri için haftada bir gün izin veriyoruz. İki, performans değerlendirmesinde hocaların önemli bir noktası şirket kurmaları, şirketlerle alaka içerisinde olmaları, önemli bir performans kriteri. Hocalara direkt olarak şirket kurmalarını tavsiye etmiyoruz çünkü bir şirket kurmak, bir şirketin CEO’su olmak çok ağır bir iş. Ama danışman olabilirler. Tavsiyemiz bu. Siz diyoruz, bir öğrenci bulun, o götürsün şirketi, ama siz danışmanlık yapın.
Silikon Vadisi’nde insanlar risk alabiliyorlar. Biz niye garanticiyiz de onlar riski seviyor?
Enteresan bir soru o. Aslında riski o kadar seviyor değiller. Orada çok güzel bir Safety Net var. Ama bu Safety Net hükümetin sağladığı bir şey değil, o ekosistemin sağladığı bir şey. Şöyle ki eğer bir tek Start Up’ta, yeni başlamış ufak bir şirkette çalışan biri, eğer o ufak şirket kapanırsa, hemen başka bir ufak şirkette iş bulabiliyor. Çünkü ufak şirket dolu etrafta. Mesela Silicon Valley dediğimiz yerde neredeyse her binada bir sokağın üzerinde bir şirket. Dolayısıyla birisinin belli bir potansiyeli varsa, belli bir işi yapmayı biliyorsa ve diyelim ki işte yazılımcı, proje menajeri, kurumsal iletişimci, aklınıza ne geliyorsa, insan kaynakçısı, her türlü iş için. Bir yer kapanırsa evini falan bir yere taşımadan hemen başka bir yerde iş bulabiliyor. Dolayısıyla iş problemi yok. Yani ben şimdi bu işe gireceğim ama bu adamlar yeni, paraları var mıdır, yok mudur, ne olur belli değil, istikbali gözükmüyor; ben bu işe gireceğime gideyim, şöyle büyük bir şirkette kapılanayım, hiç olmazsa uzun süre çalıştıkça maaşım garanti olur tarzındaki bir şey yok, maaş zaten garanti. Ama onun ötesinde eğer küçük şirkete girerse, çok büyük bir büyüme potansiyeli var. Yani hakikaten zengin olma potansiyeli var.
Amerika’da Start-Up şirketlerinin batması neden olağan?
Start-Up şirketin batmasının nedeni genellikle oradaki insanların çalışmaması değil, 99% o değil, önerilen fikir tutmamış, market belirdiği tarzda gelişmemiş denilebilir. Yani o kişilerin sorunu nedeniyle değil, o kişilerin hepsi işlerini gayet iyi yapan kişiler. Dolayısıyla başka bir Start-Up, bu kaynağı görüyor orada, yani sizin bir tane yazılımcıya ihtiyacınız var, yanınızda bir tane şirket var 3 tane yazılımcısı var, belli ki o 3 tane yazılımcıyı seçip de almışlar, bunlar iyi yazılımcılar. Şirket dağılmış, üçü şimdi Available. Hemen diyorsunuz bizim bir yazılımcıya ihtiyacımız var, bunlardan bir tanesini alalım. Yani, bu işe girmiş olabilmek akreditasyon.
Aslında Türkiye’de şu anda girişimciliğin daha zayıf oluşunun nedeni nedir diye soracak olursak en önemli nedenlerden bir tanesi bu. Türkiye’de ufak bir şirkete girdiğiniz zaman o korku var. Belki yarın bu şirket kapanıp giderse ben ne yapacağım, ben ne zaman iş bulacağım tekrar, kaç ay maaşsız kalacağım, o sırada ne yapacağım. Hiç kimse göğsünü gere gere şunu demiyor: “ Ben o kadar güzel kameramanım, yazılımcıyım, ben nasıl olsa burası kapanırsa orada bulurum, orası kapansa şurada bulurum, binlerce yer var, onların bana ihtiyacı var.” Bu da ancak daha fazla şirketin kurulmasıyla olabilecek bir şey.
Kuluçka merkezi uygulamasından bahsedebilir misiniz?
Bizim Özyeğin Üniversitesi olarak bir girişimcilik merkezimiz var, bir de kuluçka merkezimiz var. Biz burada her sene, daha doğrusu her sene içerisinde birkaç fazda/Phase’da fikirleri topluyoruz. Herkes müracaat edebiliyor. Genellikle yüksek teknoloji fikirlerini istiyoruz. Bunlara bir grup, yönetim kurulu bakıyor. Bunların içerisinden bir kısmını seçiyoruz, bunları bizim kuluçka merkezine alıyoruz, kuluçka merkezinde ofis sağlıyoruz, ofis yeri veriyoruz, hukuksal ve finans konularında destek veriyoruz, muhasebeci, avukat desteği veriyoruz, işte internet Access’i, Computer’ler, telefon, bu gibi şeyleri veriyoruz. Ama başlangıç anında. Ayrıca da bunlara Business planı yazmayı, gidip bu sermayeden, melek ağlarından nasıl para isteyeceklerini öğretiyoruz, bunları beraber hazırlıyoruz. Ondan sonra da melek ağlarının hepsiyle bağlantılarımız var, onlara sunum yapmalarını sağlıyoruz, yani parayı onlardan alıyorlar.
Peki üniversite olarak ortak oluyor musunuz?
Üniversite olarak biz bu verdiğimiz hizmete karşılık çok az bir hisseyle, 5%in altında bir hisseyle onlara ortak oluyoruz. Bu yaptıklarımıza karşılık. Bu da gene aramızda bir anlaşmayla oluyor. Biz sana diyoruz sana şu servisleri vereceğiz, bunun karşılığında da şu kadar bir sermaye alırız, Share alırız diyoruz. Eğer girişimcinin işine geliyorsa katılıyorlar buna. Şimdi bunun gibi 12 tane şirket var kuluçka merkezimizde. Bunlardan beklentimiz 1-2 sene içerisinde paralarını bulup çıkmaları. Yani biz hep böyle yeni şirketleri buraya alıp, fikirlerini oluşturup, işte ilk paralarını bulup, kendi yerlerini bulup çıkmaları tarzında bir şey planlıyoruz.
Yazılım ve bilgisayar teknolojilerinde şansımız nedir?
Ben yazılım ve bilgisayar teknolojilerinin Türkiye için en önemli konulardan bir tanesi olduğu kanısındayım. Çünkü bir kere çok anormal yatırım gerektirmiyor. Satış kolay, yani en basiti bir tane iPhone Application’ı yazsanız, hani hiç bir şey yapmadan Apple dükkanına koyuyorsunuz, bütün dünyaya pazarlayabiliyorsunuz bunu. Bu olağanüstü bir imkan. Tamam Apple paranın bir kısmını alıyor ama yani böyle bir imkan sağlıyor size. Dolayısıyla satış bütün dünyaya, global bir marketten bahsediyoruz. Kaynaklar internet üzerinden neyi isteseniz istediğiniz anda mevcut. Tek şu kalıyor: Kendi bilginiz, teknolojik yeteneğiniz ve yaratıcılığınız. Bunları koyduğunuz anda güzel bir ürün yapabiliyorsunuz. Güzel bir şirket kurup, dünya çapında bir şirket oluşturmamanız için hiçbir neden yok.
Burada artı değer olan tasarım değil mi?
Tasarım artı değer evet, eğer güzel tasarımsa tabii. Ama orada da yine yazılıma iniyoruz aslında. Bu tasarım işinde her şey birleşiyor. Yani mesela makina tasarlayacaksınız diyelim, makinayı da alıyorsunuz Autocat’le çiziyorsunuz, hesaplarını yapıyorsunuz, ondan sonrası bir CNC tezgahı otomatik olarak çalışıyor. Alıyor o tasarımı, hangi materyalle yapacaksınız, bakırdan yapacaksınız, koyuyorsunuz o bakırı oraya, başlıyor sizin çizdiğiniz şeyi çıkartıyor. Aynı şekilde bir elektrik mühendisine bir devreyi tasarlıyorsunuz, Software veriyorsunuz, yani siz fonksiyonel olarak tasarladıktan sonra bütün devreyi yine otomatik olarak sistem yapıyor.
Yani bir makina mühendisi, bir elektrik mühendisi, hatta bir yazılım mühendisi üst seviyede hep aynı şeyde çalışıyor. Böyle sistemleri bilmesi gerekiyor, hedefini bilmesi gerekiyor ve onları nasıl kombine edeceğini bilmesi gerekiyor. Ondan sonra onun altında, o Byteline’ın içerisinde işte elektrik mühendisi şöyle bir tasarım yaptı, bunun bir alt seviyesinde işte hangi transistörler kullanılacak, bunlar nasıl bir ürüne bağlanılacak, yani bu tasarım verildiğinde otomatik olarak bunu nasıl yaparım konusunda çalışan mühendisler de var tabii ama az sayıda. O Byteline’ı tasarlayan. Ama genellikle Day to Day yapılan işlerin 90%ı bu yukardaki kısımda yapılıyor. Yani bir kısım aletler var, siz o aletleri bir araya getirip bir sistem yapıyorsunuz, veriyorsunuz sonra Computer’a, o size onu üretiyor. Son ürüne hiç dokunmuyorsunuz.
Burada önemli olan katma değerin aslında nerede olduğu. Yani yazılım ve tasarımdaysa değil mi?
Kesinlikle öyle. Yani önemli olan dediğiniz gibi bir şeye sizin kattığınız değer. Siz hangi değeri katabiliyorsanız onu yapacaksınız, yoksa öteki adam onu çok daha ucuza yapıyorsa bir şekilde, ille de ben yapayım bunu demenin bir manası yok. O bir şekilde, bir nedenle, daha ucuza yapıyor. Ve yapsın da kullan onu o zaman neden kullanmayacaksın. Bunda illa da ısrar etmeyi gerekli görmüyorum.
Sanayi ile ortak projeleriniz var mı? Ne yapıyorsunuz?
Şöyle bir şey yapıyoruz aslında: Önce Vestel mühendislerinin, Ar-Ge’de çalışanların yüksek lisans ve doktora yapmalarını sağlıyoruz. Önemli bir sayıda öğrencimiz var Vestel’den master ve doktora öğrencisi olan. Bilgisayarcı, elektrikçi, makineci, endüstri mühendisi olarak. Bu arkadaşlar hem yeni dersler alıyorlar, yeni teknolojileri öğreniyorlar, master derecesi veya doktora derecesi de alıyorlar. Tabii bunları yaparken bir de şöyle bir avantajı oluyor, bizim hocalarımızla bu öğrenciler, bunların hepsi çalışan ve aktif olarak Vestel’in çeşitli Product Line’larında çalışan arkadaşlar, bunlarla birebir ilişki kurmuş oluyorlar. Neler yaptıklarını öğreniyorlar. Beraber projeler yapıyorlar. Ortak Ar-Ge projeleri yapıyorlar ve bu Ar-Ge projelerinin direkt olarak Vestel’de uygulaması var çünkü oradaki çocuklar zaten Vestel’de Product Line’da çalışıyorlar, dolayısıyla bu üniversite-endüstri ilişkisi açısından bence çok başarılı bir şey oldu ve bütün dünyada zaman içerisinde duyulacağına eminim. Yani biz programa başlayalı 2 sene oldu ama bayağı büyük sayıda proje çıktı. Bu projelerin bir kısmını TÜBİTAK, bir kısmını SANTEZ destekledi.
Televizyon projeleri mi bunlar?
Bunlar beyaz eşyadan tutun da yani buzdolabından çamaşır makinasına, televizyona her konuda projeler var. Yani özellikle bu endüstride çalışan mühendislerle akademisyenleri bir araya getirmek için bence en güzel metotlardan bir tanesi.
Bu bir iş ortaklığı mıdır?
Şimdi büyük şirketlerin bazılarının kendi eğitim birimleri oluyor. İşte kendi çalışanlarına öğretmek istedikleri şeyler öğretiliyor. Vestel bunu bizimle yapmayı karar verip işi bize verdi.
Biz Vestel’in eğitim birimi olduk. Bir nevi servis ama şu olabilirdi bu, hani seminerler veya sertifikalar gibi, kısa dersler verip bitirirdik, bunun yerine belli bir program içerisinde, mesela master için, tezsiz master yapacaksanız 10 tane master dersi vermeniz lazım ve burada diyoruz ki, isterseniz 10 tane dersi alırsanız master derecesi de alırsınız. İstemiyorsanız, yok ben sadece yeni teknoloji öğrenmek istiyorum diyorsanız, tamam o zaman 1 ders alan özel öğrencilerimiz de var öyle. Onlar bir tane ders alıyorlar ve bir tane belge alıyorlar bu dersi başarıyla almıştır diye. O da mümkün. Ama güzel tarafı, böyle o hocalarla öğrencilerin karşılıklı konuşabilmeleri. Çünkü orada öğrenci kendi yaptığını anlatıyor, hocam ben çamaşır makinesini sessiz olmasına çalışıyorum, dolayısıyla şöyle böyle yapıyorum, buradaki hoca diyor ki onu şöyle çözebiliriz, hadi ondan sonra patentliyelim, hadi beraber gidelim, bununla ilgili bir şeyler yazalım diyor, ondan sonra destekler geliyor.
Yani son söz olarak şey diyebilirim, iyi tarafa doğru gidiyoruz aslında. Bütün bu girişimciliği destekleyen, yani Türkiye’de girişimciliği destekleyen bir kısım kanunlar da gerekir, böyle şeyler de var. Mesela şu var: İlerlemiş memleketlerle gelişmekte olan memleketler arasındaki farkı gösteren indikatörlerinden biri bir şirket kurmayı ne kadar hızlı yapılabildiği. Bir memleket ne kadar gelişmişse şirket o kadar hızlı kuruluyor, ne kadar geri kalmışsa bir şirketin kurulması o kadar uzun sürüyor. Dolayısıyla bir şirketin kurulmasıyla kapatılmasının çabuklaşması önemli bir nokta.
Bir kısım finansal şeyler var, mesela Option dediğimiz bir şey var ki Start-Up’lar için çok önemli. Hani şundan bahsettik, bir şirket kuruyoruz, direkt maaş vermeyeceğiz de ortaklık vereceğiz. Şimdi Türkiye’de şu andaki en kabul edilmiş düzen şirkete birisinin ortak olması. Yalnız şirkete ortak olduğunuz zaman karda ve zararda ortak oluyorsunuz. Şimdi birisi işe girdiği zaman zararda ortak olmak istemiyor, o da tamam diyor, kar olursa ortak olurum ama zararda ortak olmak istemiyorum diyor, bir Risk-Taker da değilim, diyor. Senin şirketinde çalışmak istiyorum ama zarar edeceksen zarar senin. Option bunu yapabilmenin bir yolu. Tamam diyorsunuz, sen gel, eğer istersen bu şekilde 10% hisseni alabilirsin, böyle bir hakkın var. Yukarı doğru giderse alıyor, 10%unu kullanıyor. Yok şirket batıyorsa, zarar ediyorsa almıyor sadece, hiç bir şey kaybetmiyor. Ama bu 10% şirketin partneri olsaydı, bu şirket zarar etseydi, bu defa zararın %10’u da ona ait olacaktı. Bunu da istemeyebilir birisi. Türkiye’de böyle bir Option yapılabiliyor ama zor. Bayağı bir uğraşmak gerekiyor. Bu Option’ların Amerika’da marketi vardır. İsterseniz Option’larınızı alıp satabilirsiniz. Bu türde bir şeyin kurulmasına örnek olarak verdim. Bu tür legal Infrastructure desteklemek için yapılması yararlı olacaktır.
Çok teşekkürler Reha Bey, eklemek istediğiniz son bir şey var mı?
Hayır, çok teşekkür ederim.
Söyleşi Tarihi : 11 Temmuz 2013