Büyük Sıçrama Blog

Prof. Dr. Tahsin Saya Söyleşisi

tahsin saya2

 

“Ben mühendisi daima sanayinin bir parçası olarak gördüm. Yok efendim işletme mühendisiymiş bunları düşünmeden. Mühendis ne yapar? Ya kurulmuş bir tesise gidecek orada mühendislik yapacak. Yahut da kurulacak tesisin diyelim ki Ar-Ge’sini geliştirecek, bir şeyler yapacak. O halde mühendisin sanayi ile talebeliğinden itibaren alakası olması gerekir diye düşünürüm. Ben her yaz tatilinde çalıştım. Bunların hepsi elektronik ile ilgili olmadı hatta elektrikle ilgili bile ancak elektrik santralinde çalıştığımda oldu ama bence mühendis yetişecek gençlerin yaz tatillerinde buna benzer işlerde çalışmalarında fayda var. “

 

Sizin hatırladığınız o devirlerde Türkiye’nin teknoloji ile olan ilişkisi nasıldı? Elektronik namına bir şeyler var mıydı? O dönemden biraz anlatabilir misiniz?

 

Valla elektronik diye bir şey zaten bilmezdik o zamanlar yani benim çocukluğumda demek istiyorum. Elektronik ile tanışmamız eve radyo gelince oldu. Radyo ilk defa sanıyorum 1930′da bizim evimize geldi. Elektrik de zaten bir sene önce gelmişti daha önce gaz lambaları falan… Sonradan radyo geldi. Radyo, o zamana göre baya modern bir radyo. Şimdi reklam derler ama olsun, Telefunken. Ufak bir kutu. O zamana göre bayağı küçük bir şey çünkü daha önce ben bir akrabanın evinde radyo görmüştüm. Bir bayram ziyaretine gitmiştik. Adamın masasının üzerinde böyle teller, bobinler, acayip şekilde lambalar bir de böyle borulu gramofon gibi bir şey. Bedri Bey dedi babam, “Şunu çalıştır da, bakalım, duyalım. Nasıl işliyor?” Adamcağız uğraştı. Islık seslerinden başka bir şey çıkmadı. Sonra da, “Akşamları daha iyi oluyor. Şimdi almaz.” dedi.

 

Zaten gündüz yayın yapmıyorlarmış. Ankara ve İstanbul Radyoları vardı o zaman ama yayını akşam yaparlarmış. İşte aşağı yukarı 1-2 sene sonra bizim eve geldi radyo. Radyo bayağı güzel, küçük bir şey ama hoparlör kocaman. Başka yerde duruyor ve o boruludan değil. Büyük bir kutunun içerisinde aşağı yukarı 30-40 cm genişlikte, böyle küp şeklinde. O kocaman kutu bizim büfemizin üstüne kondu. Babam diyor ki: “Bunun sesi madeni değil çünkü ötekiler gibi değil. Bunun diyaframı kağıttan. Onun için sesi daha tabii çıkıyor.” Herhalde öyle çıkıyordu. Öteki çünkü böyle borulu morulu bir şey. Anladığıma göre bizim eski kulaklıklarımızın azmanı bir şeydi o. Ondan bayağı İstanbul Radyosu ve tabi Ankara Radyosu dinlenirdi. Anten konmuştu çatıya.

Böyle direklerin arasında 3-4 tane tel. Onlardan iniyor aşağıya, birleştiriliyor. Vidalar var. Fırtınalı havalarda o anahtarı aşağı çevirmemiz tavsiye edilmişti. Yıldırım düşebilirmiş, aşağısı toprak. Oraya bağlanıyor.

 

Neyse o zaman sanayi falan yok. Sanayi diyebildiğimiz tek şey, elektrik santrali. O da yeni kurulmuş. Ankara’nın ışığını temin ediyor. Hatta biraz da teşvik olsun diye taksitle ütü satmıştı o zamanki firma AEG. Sonradan Teknik Üniversite’de okuduğum, o zaman daha Mühendis Mektebi’ydi. Yazın pek çok yerde çalıştım. Bir sene de o santralde çalıştım. Ankara’daki elektrik santralinde. Çok enteresan gelmişti bana. Çok büyük gelmişti her şey. İki tane kocaman buhar tribünü var. Onu besleyen kazanlar, otomatik kömür veriliyor. Su tavsiye ediliyor, kireçten arındırılıyor. Yoksa kazan kısa zamanda elden çıkacak. Bunlar çok enteresan şeylerdi ve oradaki o aletleri kullanmasını da öğrendim orada. Öyle ki doğru dürüst staj yapılmadığı halde ben staj yapmış oldum. Diesel’ler vardı, akşam yükü arttığı zaman bunlar da devreye sokulurdu. Kıyamet gibi gürültü.

 

 

Siz elektroniğe nasıl yöneldiniz hocam?

 

Bazı dersler hoşuma giderdi, mesela geometri çok hoşuma giderdi. Babam dedi ki: “Seni mühendis mektebine göndereyim.” İyi dedim, orada güzel geometri öğrenirim. Hendesenden geliyor. Hendese, geometri demek. Mühendis de hendeseci demek. Benim kafama göre. “Ben öyle bir mühendislik bilmiyorum.” dedi babam, önerisi üzerine iyi pekala, dedim, o zaman makineye razı oldum ve makine bölümünü tercih ederek mühendis mektebinin imtihanlarına girdim. Kazandım. İyi de derecede tutturmuşum. İstediğim bölüme yazdılar beni, makineye yani. 3 sene makinede okudum. 6 seneydi zaten. En sonunda elektriğe geçme fikri geldi bana. Alakamı makineden daha çok çekmeye başladı. Dilekçe verdim okul müdürlüğüne. Beni elektriğe aktarın, orada daha faydalı olacağıma inanıyorum gibi şeylerle. Kabul ettiler. Zaten derslerde fark yoktu. Elektrikçilerle makineciler aynı dersleri görüyordu. İnşaatçıların bir miktar farklıydı. Bizim teknik resim derslerimiz onlardan biraz farklıydı. Elektriğe geçtim. 2 sene de elektrik okuduktan sonra zayıf akımı seçtim. O zamanlar daha elektronik lafı yok.

 

Mühendis mektebinde zayıf akım denmez. Muhabere şubesi yahut PTT şubesi denirdi çünkü PTT okuturdu o bölümdekileri ve PTT’nin mühendisleri de oradan kaynaklanırdı. Öğrenciler oraya geçmeyi de pek istemezlerdi. Sanki böyle üvey çocuk gibi görülürdü herhalde ama biz 5.seneye gelene kadar mühendis mektebi zaten üniversiteye dönüştü. Kollar şeklinde ayrıldı. Zayıf akım, kuvvetli akım diye. Elektrik fakültesi yani. Ben zayıf akımı seçtim. İşte zayıf akım içerisinde elektronik tüpleri, yüksek frekans tekniği, muhabere tekniği gibi şeyler var. Diğerleri de daha büyük enerji santralleri gibi ama bize de bunların hepsini okuttular. Hatta transformatör projesi bile yaptırdılar. Yüksek gerilim hattı hesaplarını bize de yaptırdılar. Herhalde çıktığımız zaman daha kolay iş buluruz diye öğretmişlerdir bunları da. Elektrik mühendisi olarak mezun oldum yani ama zayıf akım kolu diye yazar diplomamda.

 

1937’de mühendislerin biraz da kısıtlandıkları bir Telsiz Kanunu çıkmış duyduğumuz kadarıyla. Onunla ilgili olarak neler söyleyebilirsiniz?

 

Şimdi radyo amatörlüğü dünyanın her tarafında serbest. Bizim memlekette yasak. Neden? Telsiz kullanmak yasak. Verici kullanmak hele çok yasak. Ne oluyor? Radyo alıyorsunuz, kullanmak için ruhsat veriyorlar. Yani bu adam, bu radyoyu kullanabilir, diye. Yani bir çeşit müsaade var. Tabi o belki biraz da vergi toplamak için bulunmuş ama ruhsatsız bir radyo kullanmak cezayı gerektiriyor. Verici yapmak katiyen yasak çünkü casussunuz. Casusluk yaparsınız belki. Casuslar kullanır telsizleri. Askerin dışında kimse telsiz kullanamıyor. Amatörlük de yok.

 

Halbuki 2.Cihan Harbi’nde, Amerika’da hazır 100.000′lerce telsizci buldu. Neden? Çünkü hepsi amatördüler. Telsiz kullanmayı biliyor, kaidelerini biliyorlar, o işin disiplinini de biliyorlar. Yani ne şekilde konuşulur, nasıl yapılır… Ordu kolaylıkla hazır muhabereciler buldu. Bizde öyle bir şey yok. Bizde muhaberecileri ordunun var. Ama işte belli sayıda. Amatörlük sonra insanları ileriye götürür. Tekniği ileri götürür. Bakın kısa dalgalar, daha FM’den bahsetmiyorum. Kısa dalga. Kısa dalgalar ilk kullanılmak için teşebbüs edildiği zaman işe yaramaz, denip bir kenara bırakılmıştır. Neden? Fark etmişler ki uzak mesafeye düşmüyor ama amatörler bununla uğraşıyorlar. O arada görüp fark ediyorlar ki bazı zamanlarda Atlantik’in içinde bu frekanslarla haberleşmek kabil. Nasıl oluyor? Ne oluyor, diye araştırılıyor. İyonosfer. Yansıyarak çok uzaklara gidiyor. Dünyayı birkaç kere dolaşabiliyor. Böylece kısa dalga kullanıma açıldı. Faydalı da oldu ama propaganda için kullanıldı, başka bir şey için kullanıldı. O ayrı mesele. FM. Frekans modülasyonu. Bunlar da 100 Mhz civarındaki frekanslarda çalışıyordu. Amerika’da da bunun üzerinde çalışılmış. Kullanmaya başlamışlar ama sanki orta dalga gibi. Broadcast için kullanılıyor. Amerikalılar için orta dalga neyse, FM de aşağı yukarı o. Halbuki büyük bir kalite farkı var. Bunu kimse düşünmüyor. Sonradan, Avrupa’da yenilen  memleket sade askerini, hürriyetini şunu bunu kaybetmiyor. Frekans bandındaki yerlerini bile kaybediyor. Yani diyelim Almanya harbi kaybetmiş. Sana bu kadar frekans yeter, diyorlar. 3-5 tane.  Koskoca memleket. Her yerinden radyo dinleyecek halkı var. Halkına seslenecek devlet var. Ne yapacaklar? Yapılacak şey şu: Diyorlar ki, verilen bütün frekansları, bütün şehirlerde kullanalım. Birbirine karışır. Ne olur sonra? Karışmaması için senkron yapmak lazım. Yani aralarında hiç frekans farkı olmayacak. Beraber kitlenecekler, gidecekler. Bunu nasıl sağlayacağız? FM dalgalarında bir takım alıcılar, vericiler yaparız. Onu yapıyorlar ve kalite farkı da ortaya çıkar çıkmaz FM bandı Avrupa’da, Almanya’da başlıyor. Yani amatörlüğün bayağı sanayiye de, kullanıma da, elektroniğe de genel olarak faydaları olmuştur.

 

Hocam, 1950′li yıllarda, Kör Ziya fenomeninden Fikret Bey’de bahsediyordu. Ayrıyeten bu Nevtron aslında bazı firmalarda ufak ufak çıkmaya başlamış. Bize o dönemki ortamdan bahseder misiniz?

 

Evet. Şimdi 50′li yıllarda… Kör Ziyalar daha eski. 40′lardan başlıyor. Bakın, yüksek kaldırımı düşünün. Tünel’den aşağıya doğru iniyorsunuz. Hemen sağ tarafta biraz indikten sonra böyle izbe bir dükkan çıkıyor karşınıza. Giriyorsunuz. İçeride bir adam oturuyor. Meşhur Kör Ziya o. Ona diyorsunuz ki, bana şu lazım, bu lazım. Çık yukarıya, diyor. Çıkıyorsunuz, yukarısı ambar gibi bir yer. Oradan beğendiklerinizi seçiyorsunuz. Size lazım olan her neyse alıp aşağıya iniyorsunuz. Ziya oturuyor orada zaten. Ben bunları bunları alıyorum, diyorsunuz. Bu 3 lira, bu 5 lira diyor. 15 lira ver yeter, diyor. Alıyorsunuz, böylece malzemeyi tedarik etmiş oluyorsunuz.

 

Peki, bir şekilde elektronikle uğraşanlar bu dükkana mı gelirlerdi?

 

Ona veya onun rakibi gibi bir tane daha vardı. Bayağı can düşmanı gibiydiler bunlar. Galiba onunda adı Tahsin’di. Öyle hatırlıyorum. O biraz daha aşağıda sol taraftaydı. Daha yokuş tarafında. İkisi birbirleriyle rekabet etmek için yaptıkları amplifikatörlerden plak çalarlar, bağırtırlardı.  Ayrıca radyo ruhsatlarını da satarlardı çünkü radyoyu alırken hurda olarak alıyor. Artık işe yaramaz, bozulmuş olarak getirip buna satıyorlar. İşte 3 lira, 5 lira, kaç paraysa. Ruhsatıyla beraber alırdı. Ruhsatlar da böyle yığın halinde dururdu. Ruhsatsız radyolara da ruhsat satardı. Gayri kanuni işleri de vardı demek ki. Böyle sonuna kadar geçindi gitti adamcağız yani sonra ne oldu bilmiyorum. Hep bir alışverişimiz olmuştur.

 

50′li yıllarda Nevtron girişimini nasıl buluyordunuz? O çevrelerde nasıl değerlendiriliyordu?

 

Neviz Bey de meraklı bir adam. Yani emin değilim, bir elektronik eğitimi gördüğünü zannetmiyorum ama elektrik bilgisi vardı elbette. Bu işlere de meraklıydı. Biz o zaman elektron tüpleri diyorduk ilmi olarak ama halk lamba diyordu. Radyo lambası. Onlarla oynamayı da seviyordu herhalde. Amplifikatör yaptı. Bakın 50′li senelerde, 60′ta daha çok oldu seçim amplifikatörleri diye amplifikatörler de yapılmıştır. Çünkü seçim konuşmalarını halka duyurmak için bayağı amplifikatörler yapıldı. Satıldı da ama 60′lı senelerde daha çok. 50′lilerde radyo yapılmaya başlandı ve sonradan Phillips ilk defa Türkiye’de bir radyo fabrikası kurdu. Malzeme gelmeye başlamıştı Almanya’dan hatta Amerika’dan. Harbin sonunda öyle bir furya oldu ki radyo lambaları falan çok ucuza geldi.

 

Bunun gibi birçok malzeme gelmeye başladı. Herhalde Neviz Bey de ondan cesaretlenerek radyo yapmaya başladı ve Nevtron Radyo’larını çıkardı. Sonradan Phillips daha ağır bastı. Onun radyoları daha çok tutulmuş olabilir ama o zaman Neviz Bey de İzmir’e bir verici yaptı. İzmir Radyosu diye. Bu bayağı ciddi bir şey. Benimkini saymazsak yerli olarak yapılmış ilk verici oluyor. Ben mektepte bir tane yaptım hatta arkadaşları da epey alaya almıştım. 5.sınıftaydık galiba. İşte oynayıp duruyoruz tüplerle daha o zaman transistörler yok. Bir gün aklıma esti. Mikrofon falan yok ama hoparlör mikrofon hoparlörü değil. Kulaklıkları mikrofon gibi kullanmak kabil.  Ondan sonra kendimle konuşuyorum, diyorum ki: “Türkiye’de pek çok şey oluyor. İstanbul’da bugün mesela şunlar, bunlar oldu.” Arkadaşlara da söyledim. Yurtta radyo var. Hemen gitmişler onu açmışlar. Bir radyo çıkmış. Türkiye’den bahsediyormuş. Kimisi diyormuş ki: “Düşman radyosu.” Kimisi diyor başka bir şey. Bunlar başında dinliyorlar. Ben işi iyice alaya vurdum. İşte Teknik Üniversitede bugün şöyle olmuştur. Böyle olmuştur. Çocukların adlarına kadar verince foyamız meydana çıktı. Faruk Ilgaz hala hatırlar. Anlatırlardı o zaman hepimizi kandırmıştın, diye.

 

Ben mühendisi daima sanayinin bir parçası olarak gördüm. Yok efendim işletme mühendisiymiş bunları düşünmeden. Mühendis ne yapar? Ya kurulmuş bir tesise gidecek orada mühendislik yapacak. Yahut da kurulacak tesisin diyelim ki Ar-Ge’sini geliştirecek, bir şeyler yapacak. O halde mühendisin sanayi ile talebeliğinden itibaren alakası olması gerekir diye düşünürüm. Ben her yaz tatilinde çalıştım.

 

Bunların hepsi elektronik ile ilgili olmadı hatta elektrikle ilgili bile ancak elektrik santralinde çalıştığımda oldu ama bence mühendis yetişecek gençlerin yaz tatillerinde buna benzer işlerde çalışmalarında fayda var.

 

Şimdi mecburu stajları var ama ne kadar faydalı oluyor? Ne kadar ciddiye alınıyor bilmiyorum. Kendiliğinden öğrenmeyi isterse bir insan, yerinde öğrenmesinde çok büyük bir fayda var. Şimdi sanayi böyle başladı, diyelim gelen sanayi kolları; tekstil, bizim için önemli bir sanayi kolu. Tekstilin elektronik ile ilgisi olmadı mı? Tabi oldu. Başlangıçta yoktu elbette, sonradan oldu. Benim de sanayiyle hep bir çeşit ilişkim oldu. Geldiler, bana sorular. Gittim, yerinde gördüm. Problemler oldu, çözmeye çalıştım. Bunun gibi şeyler. Üniversitenin görevi mühendis yetiştirmekse, daha doğrusu binlerce adam çıkıyor. Bunların hepsi ilim adamı olacak değil. Teknik insanlar bunlar. Bunları yetiştirecekse sanayi ile ilişkisinin olması lazım. Üniversite sanayinin arkasından değil yanında gitmeli. Önünde gitmesi pek mümkün olmayabilir.

 

Ratel ile olan hikayenizden bahsedebilir misiniz?

 

Onu anlatayım. Ratel ile ilişkim doğrudan doğruya ilk seferde olmadı. Daha önce Sanyo diye bir Japon radyosunu Türkiye’de yapmak üzere teşebbüse geçmiş birileri vardı. Bunların problemleri oluyor. Konuşuyorlar, benim arkadaşım da beni tavsiye ediyor. Arkadaşım makineci. O da Teknik Üniversite’de profesördü ve çok iyi arkadaşımdır, hala öyleyiz. Onun üzerine ben bunların yerine gittim. Bomonti’de bir yer kurmuşlar. Diyorlar ki, işte yaptık. Japon modeli önümüzde. Bana da gösterdiler Japon modelini. Onun benzerini yapıyorlar. Her şeyi aynı şekilde yaptık, diyorlar ama bizim radyonun sesi bunun gibi çıkmıyor. Nasıl çıkıyor, dinleyelim, bakalım. Hakikaten berbat bir ses çıkıyor. Gayet ince, cırlak ve kötü bir ses yani. Bunların yaptığı radyonun sesini ben de beğenmedim ve sordum, nasıl yaptınız, diye Tıpatıp aynı şeyleri yaptık. Peki, iki tane transformatör var radyonun içerisinde. Bir sürücü, bir de hoparlöre çıkış transformatörü. Onlar için de en iyi sacları getirttik ve onlarla yaptık. Görelim. Görür görmez belli oluyor. Japon modelinde nikel saclarından yapılmış. Bizimkinde silisyum sacları var. Normal elektrik cihazlarında kullanılan cihazlardan. Dedim ki, bunlar farklı. Ben bu iki çeşit transformatörü de alacağım ve ölçeceğim. Netice nikel sac yerine iyisinden diye sanayi sacı getirtmişler. Benim ısrarım üzerine, sonra getirildi o saclar, yapıldı ve düzeldi.

 

Bunun üzerine onun ortak olduğu yani Sanyo’yu yapan kimselerin ortak olduğu bir firma daha varmış; Ratel. Dediler ki onların da problemleri var. Onlara da yardım eder misiniz? Tanıştırın bakalım, dedim. Bir faydam olursa ne ala. Bu sefer Aksaray’da, Yenikapı’da başka bir tesise gidildi, yani Ratel. Ali Şekili teknik olarak başında. Başka ortakları var. Bunlar şuradan buradan kazandıkları paraları buralara yatırmışlar. Ali Bey de ön ayak olmuş herhalde. Bu fabrika kurulmuş. Bunlar da bir Norveç radyosunun benzerini yapmaya çalışıyorlar. Onların da problemleri var. Ali Bey ile çok iyi anlaştık. Sonradan zaten pek irtibatım da olmadı. Sanyo’dan da ayrıldı. Ne oldu bilmiyorum. Bir takım ticari itilaflar.

 

Ben Ratel’e epey zaman yardımcı olmaya çalıştım. Danışmanlık ettim. İyi teknisyenleri vardı. Hepsi alaydan yetişmeydi ve böylece çok iyi radyolar çıkarıldı. Bunlar çok iyi radyolar ama dünya standardında çok iyi sayılmayabilir. Şundan dolayı: Türkiye’de bir radyo alınıyorsa o zamanlar insanlar şunu soruyorlar: Bu radyo Mamak Meteorolojiyi alıyor mu? Mamak ve polis radyosunu alıyor mu? O zaman sadece devlet radyosu var. Devlet radyosu da resmi yayın yapıyor. Bu resmi yayın içerisinde çoğu klasik müzik, batı müziği gibi şeyler var. Halkın büyük bir kısmı Türk müziği ve halk müziği istiyor. Polis radyosu ve meteoroloji radyosu plaklarında bunları çalıyor. Halk da bunları dinlemek istiyor. Onları dinleyemeyenler, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’dakiler Arap radyosu, İran radyosunu dinliyorlar. Bu radyonun mutlaka Mamak Meteoroloji alması lazım. Zayıf, küçük istasyonlar. Kısa dalgada çalışıyor. 40 metre civarında. Bunu alması için, diğer parazitlerden ayırt edebilmesi için ne olması lazım? Gayet selektif olması lazım. Gayet selektif demek, tiz sesleri pek çıkarmayacak demek. Kalınlar çok çıkacak demek. Kalınları da keseceksiniz ki biraz daha dinlenilebilir hale gelsin. İşte böylece dünyanın en selektif basları kesilmiş ve halkın beğendiği radyolar orada yapıldı. Öyle oldu ki çıkardıkları radyolara Delta diye marka koyardı. Delta’ysa iyidir ve test var. Çamaşır makineleri yeni çıkmış o zamanlar. Radyoyu çamaşır makinesinin içine koyuyor adam. Çamaşır makinesinde bile alırsa, tamam, radyo iyidir, diye düşünülüyor. Çamaşır makinesinde çalışan radyo iyi radyodur. Çamaşır makinesine koyuyor derken suyla falan değil. Kuru olarak koyuyor tabii.

 

Bunlar 60′lı yıllar mıydı?

 

60′lı yıllar.

 

Delta, Nevtron rakip miydi? Yoksa başka firmalar da var mıydı?

 

Daha başkaları da çıktı. Merdiven altında yapılan birçok şey çıktı ama piyasa o kadar gelişti ki pek rekabete yer yok. Yani yetiştiremiyordu. Sonradan Delta, 68-80 arasındaki olaylarda artık dayanamadı ve tesisini bir zaman kapattı. 80′den sonra tekrar açtılar. Elektropar olarak açıldı ve bu sefer televizyon da yapmaya teşebbüs ettiler. Dediğim gibi piyasa çok açtı. Dışarıdan, Yugoslavya’dan geliyor muhacirler, televizyon getiriyorlar. Televizyon ithali bu şekildeydi. Elektropar’da günde 800-900 küçük cep radyosu yapılıyordu. Tamamen bizim tasarımımız yani.

 

Radyolarda çok gelişme oldu. FM, Stereo ve Tape ile kombine çok güzel modeller çıkarıldı. Hepsi de beğenildi, tutuldu. Bir küçük cep radyosu çıkardık, günde 1.600 tane sattık. Düşünün, bu büyük bir şey demektir. Değil mi? O küçük radyo umduğumuzdan fazla tutuldu. Dedem, maçı seyretmeye stadyuma gidiyor. Maçı seyrediyor ama pek ne olup bittiğinin farkında değil. Radyodan da dinliyor. Hem dinliyor hem de seyrediyor. Bayağı bir piyasa tuttu o radyo ama Stereo Tape radyomuz kadar satmadı. Onun da sebebi farklı. Dışarıdan, Uzakdoğu’dan faturasız, yığınla mal gelmeye başladı. Bunlar yüksek kaldırımda satılıyor. O zaman zannedersem bizim o güzel, 4 bantlı, stereo kayıt yapan ve okuyan radyomuz 50.000-55.000 civarında satılıyordu. 60-70.000 liraya Uzakdoğu’dan gelenleri ne de olsa ithal maldır, daha iyidir düşüncesiyle ve faturasız da geldiği için böyle satılabildi. Yani sanayi dediğiniz şey sadece yapmaktan ibaret değil. Bir de satma tarafı var tabi. Yine de piyasada tutuluyordu.

 

Ratel’in çok eski bir radyosu vardı. Böyle tahta kutulu portatif radyo. O radyo sonuna kadar istenmiştir. Aşağı yukarı 20 sene yapılmıştır.

Ufak tefek değişiklikler oldu, gelişmeler yapıldı ama artık firma yapmak istemiyor. Tahta bir kutu. Üstüne şeritler kaplanıyor. Bize göre çirkindi ama halk, köylü bilhassa çok tutuyordu. Ağırdı tabi. Verdiği paranın karşılığını almışız diyor herhalde. Nasıl kullanıyorsun, diyorduk. Öküzün boynuna asıp kullanıyorlarmış.

 

O arada sanayi ile ilgili diye düşünüyorsanız, vericiler de yapıldı. Bir kere Teknik Üniversite bu işte öncülük etmiştir. İlk devlet alıcısının dışında yayın yapan radyo bizimki oldu, Teknik Üniversite’nin. Ben talebeyken başladı. Ben de talebeyken çalışmaya başladım sonuna kadar. Spikerliğini de yaptım birkaç sene. Onu FM’e geliştirdik. FM’i Stereo’ya çevirdik. İlk televizyon yayını yine Teknik Üniversite’den yapıldı. Tabi onun bütün cihazlarını biz yapmadık. Phillips, jest olarak, kullanmadığı bir takım şeyleri Hollanda’dan bize hediye etti ama sonradan ihtiyacımız olan cihazların hepsini kendimiz yaptık. Vericiyi kendimiz yaptık. Zaten radyo vericisi tamamen Teknik Üniversite’nin yapısı oldu. Dediğim gibi hem asistanlar, hem talebeler hepsi bunda çalıştılar.

 

 

Hocam, İTÜ TV’den bu belgeselden önce benim haberim yoktu açıkçası. Gerçekten, benim kuşağımdaki gençlerin hiç haberi yok. Her şeyi TRT ile 1970′lerin başında başladı, diye biliyoruz.

 

Yok, yok. Televizyon 50′lilerde başladı.

 

Mustafa Santur hocanın bazı çalışmaları varmış. Onlardan bahsedebilir miyiz bu ortamda?

 

Bu işte büyük öncü Mustafa Santur Bey oldu. Hep yenilikleri getirmeye çalışmıştır. İlerletmeye çalışmıştır. İlk olarak bu radyo işinden başladı. Kısa dalgada, 42 metrede çalışan bir verici ilk defa yapıldı ve yayına çıkınca da büyük bir dinleyici kitlesi buldu. Nasıl buldu? Bir plak çalmanız lazım. Bir şey çalınacak. Mozart’ın Türk Marşı. Bu elimize geçti, o çalındı. O programın açılış müziği oluverdi. Senelerce Mozart’ın Türk Marşı ile başladı. Televizyon da onunla başladı. Ciddi müzik yayını yapıldı. Klasik müzik, Batı müziği. Millet, Beethoven’ı, Mozart’ı dinlemeye hasret kalmış. Bunları yayınca, bilhassa İstanbul’da geniş bir dinleyici çevresi oluştu. Herkes akşam 8′den 10′a kadar Teknik Üniversite’nin radyosunu dinler oldu. Nereden buluyorduk plakları?  Adnan Ataman, o zaman doçentti sonra profesör oldu. O evinden şahsi plaklarını getiriyor. Ben akşam 8′den 10′a kadar onları çalıyorum. Anonsunu yapıyorum. Bu anonslar Basın-Yayın Genel Müdürlüğü’nün çok gücüne gitti, “Olmaz, bu yayın hakkı devlet radyosuna verilmiştir. Anons yapamazsınız.” denildi. Epey sıkıntılar oldu.. Herhangi bir şey değildir, diye Santur hoca çok uğraştı. Bir takım kaçamak yollar bulundu. Anonslarımızı da yapabildik yani ama TRT olduktan sonra da bu sefer TRT olarak muhalif oldular bizim faaliyetimize. En sonunda da televizyon yayınına İstanbul’da geçtikleri sırada stüdyoları falan yoktu. Teknik Üniversite’nin stüdyosu vardı. Güya onu kiraladılar. Kapısına da TRT stüdyosu yazdılar. Böylece bizim televizyon yayınlarımızı iyice durdurmuş oldular.

 

Biraz vericilerden de bahsetmek lazım. İl radyoları projeleri var basın-yayının. Yani elektronik malzemeyi kullanarak yapılan işler. Bakın, Türkiye’nin 2 radyosu vardı. Ankara Radyosu, İstanbul Radyosu. Eskiden de böyleydi ama 1,5-2 Kw’lık radyolar. Ankara’ya 100 Kw’lık koskoca bir uzun dalga radyosu yapıldı. Verilen frekans 1648 metreye tekabül ediyordu. 182 metreye tekabül ediyor. Paris Radyosu ile çok yakın düşüyor. İkisinin enterferansında bir ıslık sesi, düdük sesi çıkıyor. Ankara’dakiler dinliyorlar, bir şey yok. İstanbul’dakiler de dinliyorlar ama biraz düdüklü. Daha uzaktakiler daima düdüklü dinliyorlar. Her yerden doğru düzgün alınmıyor. İstanbul’un da bir radyosu olması lazım. İyi yapılsın. Orta Anadolu’da da yapılsın. 150kw, muazzam bir güç. Bütün taahhüdü, ihaleyi RCA’ya yaptırıyorlar. Onlar diyorlar ki, neden 150kw’lık yapıyoruz? Biz size bu paraya 50Kw’lık 3 tane verelim, başka başka yerlere koyun, bütün Türkiye’ye yayılsın. Hayır. Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en büyüğü olacak, denildi. 150Kw ortadalga istasyon yapıldı. Ne oldu? Düzce’den öteye gündüzleri gitmedi. Gece gidiyor ama başkaları da beraber geliyor. Yine zor dinleniyor.

 

Bu sefer dediler ki, il radyoları yaptıralım. Bölgelerin içerisinde bazı illere koyalım. Hiç olmazsa o bölgelerden yayınların hepsi alınsın. Böyle birkaç Kw’lık orta dalga radyo istasyonları yapılmak üzere, o zamanki Basın-Yayın Genel Müdürlüğü ihaleye çıkıyor. TEM Kolektif diye bir şirkette bunu alıyor. Bana geldi. Ben asistan olduğum zamanlar ortaklarından bir tanesi öğrencimiz olmuştu. Bizimle beraber çalış, bu işi beraber yapalım. Ben o zaman Adana’daydım. Seyhan’da. Oradan kalktım, geldim İstanbul’a. Onlarla çalışmaya başladım. Projeyi geliştirdik. Epey ilerledi. Artık bitme safhasına gelmişti ama işte malzeme tedarikinde bir şey oluyor, patronla sürtüşmeler oluyor… En nihayet artık ben dayanamadım. Ayrıldım oradan ama proje yürüdü ve yapıldı. Hala çalışıyor mu, çalışmıyor mu bilmiyorum. Bu radyolar orta dalgadaydı ama iyi bir projeydi bence. Türkiye’deki işçinin, mühendisin bunu yapabileceği ortaya çıktı. Malzemesi tabi dışarıdan alınmış ama bütün projesi, tasarısı, gerçekleştirmesi Türkiye’de yapılmış verici istasyonlarıdır. Fena bir şey değil. Elbette ki iyiydi.

 

60′lı, 70′li yıllarda, Türkiye’deki televizyon üretimini nasıl görüyorsunuz?

 

Bir kopya şeklinde başlamıştır. Zaten yeniden keşfetmeye de ihtiyaç yok. Bir takım devreler geliştirilmiş. Bu devreler patentli değil. Bunları kullanırsınız. Herkes kullanır. Birleştirirsiniz. Adam gibi birleştirirsiniz. Ayarlarını yaparsınız. Doğru yaparsınız. Cihaz çıkar ortaya. Nitekim bu şekilde de yapıldı. Phillips de yaptı. Başka firmalar da geldiler, yaptılar. Dışarıdan olmayan, içeriden, Elektropar gibi, Nevtron gibi. Benim aklıma gelmiyor ama birçok kuruluş bunları yaptı. İyi de yaptılar. Bunda bir şey yok. Montaj sanayi deyip küçümsemek doğru değil bunu. Zaten bu sanayi montaj sanayidir. Otomobil sanayi bile montaj sanayidir. Parçaları birleştirirsiniz, yürüyerek araba çıkar.

 

Peki, kimler tutunabildi? Nasıldı?

 

Uzakdoğu rekabeti her yerde var. Bir tek bizim problemimiz değil. Avrupalının da, Amerikalının da problemi. Bir yerde işçilik çok ucuzsa siz oraya yatırım yaparsınız. Bir şeyleri kendi memleketinizden çok daha ucuza mal edersiniz ve satarsınız. Şimdi Uzakdoğu bunu yapıyor. Evvela kimle başladı bu? Hong Kong, Singapur. Sonra Tayvan çıktı. Daha sonra Kore çıktı. Daha öncesine bakarsanız Japonya var tabi. Japonya bu işi ciddi tutmuş. Kopya ettiği cihazlardan daha ileriye götürmüştür muhakkak. Şimdi sıra kimde? Kore’den sonra Çin’e geldi. Çin malları bütün piyasayı, Avrupa’yı da, Amerika’yı da, Türkiye’yi de doldurdu. Bunların iyisi de var, kötüsü de var. Başlangıçta Japonya’nınki de öyleydi.

Onun da iyisi vardı, kötüsü vardı. Ciddisi vardı ama kendileri tutunmasını bildiler. Şimdi onlar da herhalde Çin rekabeti ile uğraşıyorlardır. Bu olacak. Rekabet daima olacak. Bizim de aklımızı başımıza toplayıp maliyeti düşürmenin çarelerini bulmamız lazım. Bu tabi sadece işçi masraflarını azaltarak olmaz. Daha rasyonel çalışmak gerekecek.

 

Bu benim konum değil ama bu iş sadece radyoda kalmadı yahut televizyonda kalmadı. Dediğim gibi, seçim amplifikatörleri bir piyasa geliştirdi. 60′lı senelerden itibaren seçimlere çok daha büyük alaka duyulmaya başladı. Mitingler, toplantılar…  adam sesini duyuracak. Her yeri hoparlörler, amplifikatörler ile besleyeceksiniz. Bu da bir çeşit sanayi oldu ve hepsi yerli yapıldı. Dışarıdan gelmedi. Dışarıda seçim amplifikatörü diye amplifikatör satmazlar herhalde. Seçim amplifikatörünün bir özelliğinin olması lazım. Otomobilden de çalışacak yani. Böyle hazırda bir priz bulamazsınız. Bunun gibi şeyler. Sonra ne oldu? Elektronik cihazlar başka aletlerin içerisine girdikçe elektronik sanayi gelişmeye başladı. Şimdi Ahmet ne yapıyor? Elektronik sanayi değil mi? Burası ne yapıyor? Elektronik sanayi ama görünüyor mu bu? Hayır. Otobüslere yapıyor. Bunlar onların içerisine giriyor. Olmazsa bunu başkasından alacaklar. Dışarıdan alacaklar. Demek ki memlekette böyle bir sanayi kurulmuş. Şöyle bir dolaşıp bakarsanız göreceksiniz, bir şeyler yapılıyor. Orta Amerika’ya kadar da satılabiliyor. İnternetten adresimizi girmişler. Talip oldular. Alıyorlar. Orada yok mu? Demek ki yok. Demek ki Meksika’da transistör yapılıyor ama elektronik sanayi yok. Herhalde böyle ki bizden alıyor. Yoksa yakınından, Meksika’dan alır değil mi? Üstelik aynı dili konuşuyorlar.

 

1964′te Montaj Sanayi Talimatı olmuş. Böyle bir durum Fikret Bey tarafından da dönüm noktası olarak nitelendiriliyordu. Siz nasıl bakıyorsunuz?

 

Şimdi Fikret’in de bu kolda, bu konuda çok büyük emeği var. Fikret benden 4 sene sonra mezun oldu ve asistan olarak da girdi. Beraber Avrupa’ya da gittik. İlk Avrupa seyahatimiz onunla beraber olmuştur. 1952 senesinde. Avrupa’dan döndükten sonra PTT kendi içerisinde teknik personele bir takım imtiyazlar tanıdı, teknik personele ve mühendislere daha fazla para verir hale geldi. O zaman Fikret, Teknik Üniversite’den ayrıldı. Asistanlıktan ayrıldı. PTT’ye geçti. Orada Ar-Ge mühendisi oldu ve Ar-ge laboratuvarını kurdu.

 

İl radyoları projelerinin sonuna geldiğimizde ben o şirketten ayrılmıştım. Fikret Bey, Celal Bey vardı. Birlikte bir kuruluş kurmuşlar. Diyelim montaj sanayi. Japonya’dan malzemesini getirerek ufak portatif radyo yapıyorlar. Ben de bunlara katıldım. Şimdi montaj sanayiyi küçümsüyorlar. O kadar basit bir şey değil. Bütün malzemeyi getirtiyorsunuz, tamam. Her şeyini getirtmişsiniz. Takıyorsunuz, lehimleniyor. Çalışmıyor. Ayarlanması lazım. O ayar, o kadar ince bir şey ki bunu bilmeden yapmak kabil değil ve elimizde doğru dürüst alet edevat yok. Ona rağmen bilgilerimizle bu radyoları yaptık, bunlar da satıldı. Yani montaj sanayi diye küçümsememek lazım. Yaptıktan sonra da böyle kutuya koyup da satılmıyor bunlar. Mutlaka incelikleri var bu işin.

 

Üniversite ile işbirliği yapılmaya da çalışıldı. Hoparlörler getirtiliyor. Hoparlörlerin kalitesini bilmek lazım. Ölçmek lazım; özelliklerini yerine getiriyor mu, getirmiyor mu?

 Teknik Üniversite’ye müracaat ettiler. Birkaç tane hoparlör verilecek, bunları ölçecekler. Rapor verecekler. İyi, güzel. Öyle bir para istedik ki Teknik Üniversite olarak, Ali Şekili katalogları karıştırdı. O paraya, o hoparlörleri getirecek tesisi getirtti. Şimdi burada bir şey var. Hem üniversite sanayi ile işbirliğini yapsın, diyorsunuz. Hem de sanayiye öyle bir fatura çıkartıyorsunuz ki adam bunu kabul edemez. 10 liraya getireceğiniz hoparlörü ölçmek için 1 lira isterseniz bu olmaz değil mi? Belki onlar da haklılar. Neden? Verilen paranın yarısını zaten devlet alıyor. Yarısını işçiye dağıtacaksınız, aletlerin amortisman… Elinizde zaten bir şey kalmıyor ki.

 

Ben hocaların sadece mektepten yetişmiş kişiler olmasına da taraftar değilim. Dışarıda çok iyi, çok tecrübeli mühendisler var. Üniversite bunların tecrübesinden yararlanmalı. Konferans mı olur, ders mi olur, verdirsinler bunları. Değil mi? O adam üniversitenin profesörü de olsun. Niye olmuyor? Almanya’da profesör doktor… Falanca firmanın Ar-Ge’sinin başında ama üniversitede de profesör. Oluyor. Bu niye olmasın?

 

Bence mühendis dediğiniz adamın sadece mesleğini bilen adam olmaması da lazım. Mutlaka hobileri olmalı. Başka konularda da bilgi sahibi olmalı, kültür sahibi olmalı. Sadece bunu biliyor, bunun dışında başka bir şey bilmiyor. Bu makbul olmalı bence. Bunun için de çocukluktan itibaren çocukluklarımıza, gençlerimize hobi aşılamamız lazım. Bu Öğrenci Yerleştirme Sistemi’yle nasıl alıştırılır bilemeyeceğim. Nasıl diyeyim? Çocuklar okula başladıktan sonra sadece yarış atı gibi imtihanlara hazırlanır hale geldiler.

 

Hocam, benim babam diyordu ki, bizim eğitimimiz çok iyiydi. Test yoktu. Uzun kağıtlara sorular çözüyorduk.

 

Evet, öyleydi. Hiçbir zaman test yapmadım. İmtihan yapmadığım zaman da oldu. Bildiğiniz iki konuyu soru olarak yazın dedim. İmtihan olsun. O iki konuyu öğrenmek için zaman sarf edecek ve mutlaka bir şeyler öğrenecek. O iki konu tek başına olmaz.

Test sistemi uygun bir şey değil bence. İnsanız. Karşı karşıya konuşarak anlaşırız. Bildiğimizi de konuşarak öğretiriz. Eline bir kağıt verseniz, şuraya bir mektup yaz, deseniz yazamayacak çocuklar. Böyle şey olur mu? Bilmiyorum, bana ters geliyor. Babanız da, düşünün yani iki nesil var aramızda. Not tutarak, yazı yazarak, yorum yaparak yetişen mühendisler bu memlekete faydalı oldular.

 

Teşekkür ederiz Tahsin Bey. Eklemek istediğiniz bir şey var mıdır?

 

Ben teşekkür ederim, sağ olun.

 

Söyleşi  Tarihi: 5 ‎Şubat ‎2014

 

Relatived Posts
Sıddık Yarman Söyleşisi ( 9 May,2017 )
Prof. Dr. Ahmet Oral Söyleşisi ( 29 Sep,2015 )
Şahin Tulga Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Ahmet Tarık Uzunkaya Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Aydın Köksal Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Written by

Leave Your Comment