“Şimdi, demek isteyeceğim şu: Sanat insanı gerçekten rafine eder. Sanat, beyni açar. Estetikten, sanattan kimse korkmasın. Ne Batı sanatından, ne Doğu sanatından korksunlar. Ne de bölgesel sanattan korksunlar. Bu coğrafyanın da özünde çok güzel şeyler var. Çok hoş şeyler var. Ben bunlarla eğleniyorum. Dinleniyorum. Bizim müziğimizle eğleniyorum. Dinleniyorum. Klasik müzikle eğleniyorum. Klasik Batı Müziği ile eğleniyorum. Beethoven ile dinleniyorum. Rachmaninov, Chokovsky ile dinleniyorum. Stravinsky ile dinleniyorum. Japon, Çin müziği ile dinleniyorum. Bunu da bir elitist aracı olarak görmesin kimse. Sanata destek olsun. Sanatın olmadığı yerde yaratıcılık olmaz. Sanatın olmadığı yerde düzgün psikoloji olmaz. Şu etrafımızdaki insanlar biraz sanattan mürekkep yalamış olsalardı, hiç kimsenin gırtlağına yapışmazlardı. Hiç kimse ile kavga etmezdi. İnsanlar birbirlerini çok daha iyi anlardı. Sanat, ilişki kurmanın başka bir formudur. Heykel bir formdur. Bir anlatım dilidir. Güzel heykel, çirkin heykel bunun tartışmasını yapmak bile abes.”
İstanbul Teknik Üniversitesi, Türkiye’deki ilk elektronik mühendisliğinin ocağı diyebileceğim bir üniversite. Çocukluğumdan beri İstanbul Teknik Üniversitesi, Elektrik Mühendisliği Bölümü’ne girmek isterdim. Bunun da niçin öyle olduğunu düşündüğüm zaman, o zamanlar daha Almanya’da Grundig fabrikası Tape’ler üretmeye başlamış, ses cihazları, ondan öncesinde radyolar vs. var. Özellikle akustik, tek devre kayıt, televizyon olayı hiç yok. Bizim için çok cazip bir saha gibi gözüktü. Değişik Grundig Tape’lerim vardı çocukluğumdan beri ve ilk Audio mühendisliğime rahmetli Ruhi Su’nun sesini kaydederek başladım. Daha sonra yine İTÜ Elektrik Elektronik Fakültesi geleneği, çok güzel bir radyomuz vardı. Radyoda hem teknisyenlik, hem DJ’lik yapmaya başladık. Radyomuz klasik müzik radyosuydu. Arada İstanbul’un güzel kızlarına kaçak yayınlar yapardık. Radyo saat 7′de başlardı. Biz 6′da gelirdik Pink Floyd vs. gibi böyle Soft müzik dediğimiz LP’ler vardı onları çalardık.
Daha sonra yüksek lisans, doktora elektronikte. Dünya da kimsenin yapmadığı şeyleri yapmak gibi bir tutkuyla karşılaşmaya başladım. O zamanlar, Allah uzun ömürler, sağlıklar versin, sevgili Duran Leblebici hocamız, entegre devreler yeni çıkmıştı. Onları bize anlatmaya başlamıştı. Çok etkileniyorduk tabi. Sonra ABD’de yüksek lisans ve doktora yapmaya karar verdim çünkü elektronik nerede çok iyiyse ben oraya gitmeliydim. O zamanlar ABD’de elektronik en iyi düzeydeydi. Oraya gittik. Baktık ki bizim üniversitemizde anlatılan dersler, Duran Leblebici hocamızın ki Mustafa Santur hocamızın verdiği dersler, en üst düzeyde bir elektronik öğretisi haline gelmiş.
Gerçekten ben orada almış olduğum altyapıyla ABD’de ilk master yaptım ve yaptığım yer, New York bölgesindeydi. Bell Laboratuvarları bize çok yakın. İşte NBC televizyonları çok yakın.
O zaman New York oldukça canlı. İlk telefonu keşfeden, ilk telefon uygulamalarını başlatan Bell Laboratuvarları, Amerikan Telefon Telgraf şirketinin, Bell Laboratuvarları hemen yanı başımızda. Biraz aşağımızda, Princeton bölgesinde, dünyadaki ilk televizyon uygulamasını başlatan Radio Corporation of America, onun muhteşem araştırma laboratuvarları, Princeton Laboratuvarları. Sürekli elektronik ile yatıp kalkıyoruz. Radyoculuk ile yatıp kalkıyoruz. Televizyonculuk, haberleşme sistemleri ile yatıp kalkıyoruz. İTÜ’den aldığımız altyapıyla gayet güzel bir noktaya geldik. Daha sonra doktora, yüksek lisansımı bitirdim. Master derecemi aldım. Orada elektrik, elektronik ve matematik iç içe. Dolayısıyla ben yüksek lisans çalışmalarımı elektro-matematik yaptım. Bu arada fizik de tabi önem kazanıyor. Özellikle elektronik çiplerin, entegre devrelerin yapı taşları olan transistörler, diyotlar, yarı iletken dediğimiz silikon, germanyum gibi materyaller ile yapılıyor. O bakımdan kuantum fiziği çok önem kazanıyor. Ben elektrik ve matematiği kendime ana dal olarak seçerken, yan dal olarak da kuantum fiziğini seçmiştim. Yani işin yapısına, fiziksel yapısına doğru da girmeye başlamıştık. Oldukça zenginleştirici oldum.
Doktora için Cornwell Üniversitesi, Up State New York dediğimiz, New York Eyaleti’nin kuzeyinde, Amerika’nın en iyi 7 üniversitesinden biri olan Ivy League School derler… Orada da kimle çalışayım? Dedim burada dünya çapındaki adam kim? Bu bölümün en iyisi kim? Prof. Herbert Carlin. Bunlar 2.Dünya Savaşı’nı kazanan ekip. Radarları yapan, mikro dalga haberleşme sistemlerini yapan, Amerikan Ordusu’nun neredeyse tamamının haberleşme sistemlerini yapan ekip. Elektromanyetik dalgacılar var, mikro dalga manyetikçiler var. O zaman telsiz haberleşme sistemleri oldukça zor. Yüksek frekanslarda imalat yapmak zor. Teorisi çok zor. Tamam, ben bu konuda çalışacağım dedim ve sonunda doktora çalışmamı Herbert Carlin ile yapmaya başladım. O zaman tasarım yapmak çok zor bir işti. Tasarım aslında moda da çok zordur, elektronikte de zordur. İşin özelliğini yansıtır. Sizin kişiliğinizi yansıtır. Elektronik tasarımcılarının da çok ciddi bir altyapıya sahip olması lazım. Özellikle haberleşme devreleri, komplike, karmaşık devrelerin fasonları da çok ciddi matematik bilgisi, elektro manyetik dalga teorisi, fizik bilgisi ve elektrik devre teorisini ve elektronik devre tasarım bilgisini gerektiriyor. Yani Multi Disipliner bir çalışma. Biz kendimizi o denizin içerisinde bulmaya başladık.
O zaman gördüm ki birlikte çalıştığım hoca dünyanın hep önde gelen tasarım yöntemlerini geliştirmiş ve o tasarımları normal, sokaktaki adamların kullanabilmesi mümkün değil. Özellikle karmaşık devreleri ancak güvenlik güçleri kullanır. ABD’de bu devrelerin kullanıcıları da ABD Ordusu. O zaman biz daha çok genç yaşlarda bursumu da Amerikan Hava Kuvvetleri’nden alarak doktora çalışmasına başlamıştım. Amerikan Hava Kuvvetleri’ne elektronik devre tasarlamaya başladık. Bizim yapmış olduğumuz çalışmalar özellikle haberleşme sistemlerinin giriş ve çıkışlarını, olmazsa olmaz türden. Antenden elektro manyetik dalgayı alamazsan, devren ne kadar iyi olursa olsun hiç bir şey ifade etmez. Biz bunları işte anten, anten çıkışında uyumlaştırma devreleri, onun arkasından gelen işaretleri kuvvetlendirme devreleri, böylece elektro manyetik dalgayı alıp Base banda kadar işleyeceksiniz.
Haberleşmede neyi yapıyorsanız, bu işaretlerle uğraşıyorsunuz. Onları üreteceksiniz. Çıkış tarafına baktığınız zaman da yine bilgiyi üreteceksiniz ama onu açık havada basmadıktan sonra, Open-Air havaya göndermedikten sonra hiçbir şeye yaramaz. Elektronik devreniz ne kadar iyi olursa olsun dışarıya güç basmanız lazım. O zaman biz de işin güç basma tarafında ve güç alma tarafındaki teknikleri geliştirdik. Şimdi bunlarla gerçekten dünya çapında, yani dünyada kimsenin yapmadığı, yapamadığı en zorlu problemleri almaya başlamıştık. Doktoramı bitirdikten sonra beni yalnız bırakmadılar. Burası Radio Corporation of America, dünyada 3-4 tane büyük haberleşme firması vardır. Bunlardan Amerikan Telefon, Telgraf zaten standart telefon, telli telefon sistemlerini yapan… Wireless Communication, yani telsiz haberleşme sistemlerinde dünyada ilk televizyonu yapan, ilk elektron mikroskobunu yapan, evimizdeki bütün televizyon Display’lerini yapan, şimdiki teknolojilerin altyapısını oluşturan, ilk lazer diyotları yapan firma Radio Corporation of America yani RCA. Bunun Türkiye’deki karşılığı Sahibinin Sesi Plakları, His Master Voice gibi eğlence kültürünün teknolojisini de geliştiren bir firma konumunda. Avrupa’da onun eş firması Counter-Part’ı Phillips. Phillips hala ayakta. RCA, daha sonra General Electric ile birleşti. Oranın araştırma merkezine geldik ve orada uydu transportörleri yaptık. Benim yanımda ilk televizyon tüpünü yapan adam. İlk renkli televizyon tüpünü yapan adam, ilk lazer tüpünü yapan adam. Bunlar şirkete limuzinlerle gidip geliyor. Muazzam bir araştırma altyapısı, muhteşem bir ortam. 24 saat insanlar gocunmadan çalışıyor. Fevkalade hoş.
Göreviniz keşfetmek. Size mühendis olarak verdikleri görev, keşfetmek. Keşfetmezseniz olmaz. İlk işe girdiğim zaman bana şunu söylediler, Doktor Yarman biz seni bu şirkete bugünün yapılan işlerini yapman için değil, yarının işlerini yapman için değil; biz dünün teknolojilerini zaten yaptık, bugün üretiyoruz. Yarının teknolojilerini yine keşfettik. Onları da önümüzdeki 5 yıl içerisinde devreye sokacağız. Biz seni ileride Japonlarla, Çinlilerle rekabet edebilmek için aldık. Sen bundan 10-15 sene sonrasının teknolojilerini keşfedeceksin.
Aslında bir Türk’ün, standart bir yapının, bizim bu kültürde, Türkiye’de alışagelmiş olduğumuz kültürün çok dışında bir şey.
Bunlar 80′li yıllar mıydı?
Evet. Japonya’nın iyice gelişmeye başladığı yıllar oluyor. Gerçekten de o zaman Japonya yüksek frekans transistör teknolojisinde epey gitmiş. Bir Amerikan firması var, American Semi-Conductor Device diye. O firma bir şeyler üretiyor ama Japon Fujitsu’nun çipleri ve transistörleri özellikle askeri haberleşmede çok daha avantajlı konuma geliyor. O zaman benim geliştirmiş olduğum teknikleri kullanarak Uydu Transponder’ları yapmaya başladık ve dünyadaki ilk yarı iletken, tüpsüz sadece transistörlerle çalışan bir uydu Transponder’ı yaptık. Bunu Amerikan Hava Kuvvetleri için geliştirdik. Daha sonra Comset, Amerikan uydu firması, daha sonra International Satellite Corporation, daha sonra American SATCOM yani bizim çalıştığımız firmanın RSA’in uyduları için yapmaya başladık. Daha sonra onlar General Electric oldu.
Şimdi bir hava içerisinde, muhteşem bir çalışma ortamında ben de biraz içimde burukluk hissediyorum. Muhteşem şeyler yapıyoruz. Artık çevre ile arkadaşlarımla yarışmayı bırakmışım uzaya açılmışım. Uzaya açılmışım. Yarışacak kimse kalmamış. Bu kadar birikimle benim ne yapmam lazım? Kendi ülkeme gidip hizmet vermem lazım. Kendi ülkem için çalışmam lazım. Kendi ülkemin silahlı kuvvetlerine hizmet etmem lazım. Türkiye’ye geri döndük.
Peki, Amerika’dayken Aselsan’da haberleştiğiniz birileri var mıydı?
Hiçbir kimse yoktu. O zaman daha Aselsan yoktu. Aselsan’ın ilk kâğıt üzerinde kuruluşu 1976. Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı… Daha ortada bir şey yok. Aselsan, Hacim Kamoy’un Genel Müdür olmasıyla beraber kendini bulmaya başladı ve Türkiye’deki tek örnekti. Ortadoğu Teknik Üniversitesi ile işbirliği yapıldı. Hacim Kamoy çok sevdiğim bir büyüğümdü. Türkiye’ye döner dönmez bana kucak açtı, el verdi. Çok desteğini gördüm. Çok yardımını gördüm. Ondan da yönetici olarak çok şey öğrendim. Diğer taraftan da Havelsan yazılım teknolojilerine girmeye başlama kararını verdikten sonra Havelsan oldu. Gelişmesi de çok hoş bir tesadüftür ki kardeşim Faruk Yarman ile birlikte zirveye çıktı. Yani yazılım teknolojisinin Türk devi oldu. Microsoft’u oldu. Eğer öyle bir analoji yapmak gerekirse Türk Microsoft’u oldu. Biz yine 80′li yılların ortalarına dönelim. 82-83-84. Orada, mikrodalga teknoloji geliştirme merkezinde bu çalışmalarımızı yaparken Türkiye’ye geliyorum.
Ben masterımı yaparken Milli Eğitim Bakanlığı’nın burslu öğrencisi olarak Amerika’ya gitmiştim. Mecburi hizmetim vardı. YÖK sistemi yeni girmiş. Hepsi şimdi rahmetli oldu. YÖK Başkan vekili Altan Günak rahmetli benim özgeçmişime baktı, yahu dedi, Sıddık Yarman kardeşim seni burada profesör yapmamız lazım ama seni biz Yardımcı Doçent olarak üniversiteye koyacağız. İstanbul, İzmir, Ankara nereyi istersen ben seni vereyim. O zamanlar rahmetli babam Eskişehir’deydi. Eskişehir Anadolu Üniversitesi yine çok sevdiğim saydığım Yılmaz Büyükerşen tarafından, Kurucu Rektörü de oydu, kuruluyordu. Biz Amerika’dan oraya geldik. Abim Tolga Yarman da Anadolu Üniversitesi’nde göreve başlamıştı. Teknik Üniversite’de profesörlüğe yükseltilmiş, Anadolu’ya gitmeden Prof. olması mümkün değil o da Anadolu Üniversitesi’ne gelmiş. Arkasından ben geldim. Ben geldikten kısa bir süre sonra California Institue of Technology’e misafir profesör olarak gitti. Yalnız kaldım. Daha sonra küçük kardeşim Faruk Yarman Massachusetts Institue of Technology’de doktorasını aldı. Sen de buraya gel, dedim. İkimiz beraber çalışmaya başladık.
Gelir gelmez biz, Anadolu Üniversitesi, Eskişehir’de çok ilginç bir seçim olmuş. Türkiye’nin en büyük hava üssü var. 1.İkmal Bakım Merkezi var. Orada yeni Generalliğe terfi eden bir Fazıl Aydın Paşamız vardı. Fabrika müdürüydü. Muhteşem açık bir adam. Masterını Amerika’da yapmış bir makine mühendisi. Elektronik açığı vardı. Dediler ki, ne yapmak istiyorsunuz? Biz onlara 3 kardeş gittik. Bize Dalton Brothers derlerdi. İçlerinde en tecrübeli elektronik mühendisi benim. Abim nükleer mühendis. Faruk elektronik mühendisi ama doktorasını nükleer mühendislikte yapmış. Sen elektro manyetik dersi ver. Ben fabrikayı bir gezeyim bakayım. Ona göre size ne yapacağımızı söyleyeyim, dedim.
Ben orada F4 uçaklarının eski bir güç kaynağını gördüm. Missile Launcher Power Supply. Şimdi baktım bu 1960′ların teknolojisi. Paşam biz bu teknolojilerin ne olduğunu biliyoruz ama bu çok eski teknoloji. Muhtemelen bunlar bozuktur. Biz bunları baştan yapalım dedim.
Aradan zaman geçti bunlar emekli olduktan sonra dediler ki, hoca sen oraya geldiğin zaman Westinghouse firmasının uzmanları da gelmişti. Bunlar çok eski. Biz artık bunları değiştirmiyoruz. Size yenisini satalım, demişler ve milyonlarca lira para istemişler. Biz Anadolu Üniversitesindeki öğrencilerimizle beraber çarşıdan, pazardan aldığımız elektronik Component’ler ile oradaki Missile Launcher Power Supply’ları imal ettik. Büyük paralar kazandırdık. O zaman dediler ki, bu çocuklarda iş var. Biz bunların elinden tutalım. Bunlar geçsin. F4 uçakları o zaman misil atamıyor. Radarları da kör. Biraz daha dolaştık dedik ki, bu radarlar kör. Önce biz bunları bir test edelim. Ondan sonra Reverse Engineering ile yeni mühendislikle bunların kartlarını tamir edelim. Bunu yapmak için de otomatik test cihazları yapmak gerekiyordu. Oradan başlayacağız. Amerika’dan yine Westinghouse firmasından APQ 120 radarlarını tamir etmek üzere bir test Bench istemişler. Otomatic Test Equipment açılımı öyle. Size 100 milyon dolara bunu satalım, demişler. O zaman bizi Westinghouse firmasının karşısına oturttular. Bunları ne kadara satıyorsunuz? 100 milyon dolar. Bize bunları vermeye kalktılar, almadık, dedim. Gerek yok. Acayip bir pazarlık. Sonunda Otomatic Test Equipment’ları her kart için teker teker üretmeye başladık.
Bu sırada Aselsan ile tanıştık. Hacim Kamoy bizim Amerika’dan geldiğimizi öğrendi. Kabiliyetlerimizi öğrendi. Bana o zaman gerçekten olabilen en büyük projelerden bir tanesini verdi. Aselsan için geliştirdiğimiz tasarım tekniklerini Aselsan’a kazandırmaya başladık. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde dersler vermeye başladık. Orada da muhteşem bir grup vardı. Canan Toker Hocamız tamamen emekli oldu. Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne ders vermeye gidiyor. Canan Hoca mikrodalga dersini bana verdi. Onlarla çok güzel çalışmalar yaptık. Ben bu arada TÜBİTAK – Marmara Araştırmalar Enstitüsü’ne gidiyorum. Hocam rahmetli Yılmaz Tokat vardı. TÜBİTAK’ta çok güzel çalışmalar yapmaya başladık. Çok güzel ürünler yapmaya başladık.
TÜBİTAK’ta milli teknoloji ne olacak? İlk defa kuramportör sistemleri, PCM kartları, dijital elektronik kartları… Şimdi Turgut Özal, Başbakan. Elektronik mühendisi, Teknik Üniversiteli. Fevkalade vizyoner bir insan. Dünya vizyonuna sahip. Türkiye’de dijital haberleşme altyapısının önemini kavramış ve biz bu teknolojiyi Türkiye’ye getireceğiz, dedi. O sermaye açısından bizden daha da farklı bakıyor. Yabancı sermaye buraya gelecek. Yabancı firmalar buraya gelecek. Türk teknolojisi, Türk mühendisleriyle buluşacaklar. Sonuçta o teknolojiyi getirdiler. Çok hızlı bir şekilde Türkiye’deki dijital altyapı Amerika’da New York’un altyapısından daha iyi oldu. New Jersey’in altyapısından daha iyi oldu. Orada analog sistemler var. O kadar kolay değil. Siz 100 senedir analog sistemler kuruyorsunuz. Birdenbire bütün sistemi değiştiremezsiniz. Hâlbuki Türkiye’de millet telefondan düdük sesi almak için saatlerce telefon başında bekliyor. Analog sistem zaten zayıf bir altyapı. Dolayısıyla o dönemde gerçekten bir çağ atladı. Paralel de Aselsan, Hacim Kamoy, o da eski bir PTT’ci. PTT Arla’dan Fikret Yücel Beyin dönem, devre arkadaşı. Birbirlerine fevkalade rakipler. Hacim abi de Aselsan’ın başına geliyor. İlk defa bir üniversite ile iç içe çalışmanın kavramını getiriyor ve ülkeye kuruyor.
Aselsan’da lisansla ilk defa telsiz üretmeye başlıyor. Biz o zamanlar milli üretim peşinde koşuyoruz. Türkiye’de olmazsa olmaz, yabancıların bize satmayacakları teknolojiyi yapmamız gerekir, diye düşünüyor. Nitekim özellikle silahlı kuvvetlerde öyle cihazlar var ki o zamanlar Türk Ordusu, gerçek bir NATO ordusu.
Amerikan Silahlı Kuvvetleri’yle çok iç içe. Dolayısıyla bütün teçhizatını da Amerika’dan alıyor. Kırmızı Cheddar Cheese’de Amerika’dan geliyor. Çatal, bıçaklar da Amerika’dan geliyor. Neredeyse masa örtüsüne kadar Amerika’dan geliyor. Postallar burada yapılıyor.
Savronik kuruluş öyküsünden bahsedebilir misiniz?
Biz askeri sektörle, Genelkurmay Başkanlığı’yla, J5 Komutanlığı, J6 Komutanlığı, Haberleşme Daire Başkanlığı’yla tanışınca, Turgut Özal yine o zaman Başbakan, Sezai Türkeş’e diyor ki: “Abi sen çok ciddi bir mühendissin. Siz askeri sektöre gireceksiniz. Bir firma kuracaksınız.” Sezai abi diyor ki: “Ben inşaat bilirim. Elektronik bilmem.” Abi diyor: “Siz mühendislik birikimlerinizle bunları yaparsınız.” O sıralarda rahmetli Adnan Kahveci, benim eski bir arkadaşım. Zeki Yavuztürk o zamanki Savunma Bakanı. Adnan diyor ki: “Amerika’dan gelen bir Sıddık Yarman var. Siz gidin onu bulun. O, Anadolu Üniversitesi’nde. O, size bir araştırma ekibi oluşturur.” Askerlik arkadaşım aynı zamanda Adnan. Boğaziçi Üniversitesi’nden de çok iyi tanıyorum. Sonuçta bakıyorum bir gün STFA’dan Tankut Akalım isminde bir genel müdür, benim Anadolu Üniversitesi’ndeki odamda bulunuyor. Ben Anadolu Üniversitesi’ne bir, iki gün gidiyorum. Onun dışında Aselsan ve TÜBİTAK’ta çalışmalarımı sürdürüyorum. Biz, STFA’ya gidiyoruz. Rahmetli Eser Tümen’le konuşuyoruz. Eser Tümen, ne istiyorsunuz, diyor. Bize bir fizibilite yapın. Biz milli teknoloji üretmek istiyoruz, milli elektronik yapacağız, diyoruz. Arkadaşlarımızı bir araya getireceğiz. O zamanın parasıyla 2 milyon dolar gibi bir yatırım çıkartıyorum. Bana diyorlar ki, ertesi gün gel kasadan paranı al. Altına da bir tane araba veririz. Git firmanı istediğin gibi kur. Biz ekibi kuruyoruz.
Faruk kardeşim, abim Tolga Yarman, ben… TÜBİTAK’tan da arkadaşlarım var. Kemal Kumcu, Fuat İnci. Kemal’i donanım direktörü yapıyorum. Fuat’ı yazılım direktörü yapıyorum ve biz milli bir elektronik firması oluşturacağız. İlk yapacağımız iş de Türkiye’de özel sektörde kripto cihazları üretmek. Türkiye’de olmazsa olmaz türünden bir üretim. Gerçekten bizim ekibimiz, yazılımın başında Fuat, Kemal Kumcu donanımın başında.Muhteşem bir kripto cihazı üretiliyor. Bunun birçok hikâyesi var. Çok inişleri, çıkışları var. Belalı bir iş. Aslında yapmak da sıkıntılı, yapıp teslim edip sonra kullanmak da sıkıntılı.
Buluyorlar gençleri. Sistemi bize teslim ediyorlar ve biz de STFA Savronik isimli, şirketi kuruyoruz. Savronik ne demek? Savunma elektroniği. Türkiye’de milli elektronik teçhizatı geliştirecek, Silahlı Kuvvetler için çalışacak. Sonunda milli, olmazsa olmaz türünden, Hava Kuvvetleri’ne gereken teçhizatı, ilk defa uçaklar üzerine takılan bir Kobra aleti yaptık. Bomba atar, roket atar sistemleri, F4 uçaklarının modernizasyon sistemi içerisinde F4 uçaklarının bütün radarlarını görür hale getirdik. Fire Control radarlar bunlar. Ateşleme radarları. Onlar çalışmaya başladı. Ondan sonra yine F4-F5-F104 uçaklarına, F104’lere uçan tabut derler. Onlar tedavülden kalktı. Onlara ilk Aviyonik sistemleri yaptık. Aselsan değil biz yaptık. Bunlar Türkiye’de olmazsa olmaz türünden… Böylece bir teknoloji başladı. Anadolu Üniversitesi’ndeki öğrencilerimiz ile biz bu şirketi kurduk. Hepsi bizim öğrencimiz. Şirket hala ayakta. 30 sene oldu ve sonunda dedi ki Genel Kurmay Başkanlığı, siz kripto cihazları yapacaksınız. E TÜBİTAK yapıyor. Hayır, siz yapacaksınız. Biz özel sektörün yapmasını istiyoruz.
Bizim başımıza çok sıkıntılar da, belalar da geldi. Sonunda milli kriptoyu ürettik. Muhteşem kriptolar ürettik. Hala kullanımda olanlar var.
Sizin öne sürdüğünüz bir BOMM modeli var, bu konuda bize bilgi verebilirseniz
TSK envanterinde olan elektronik sistemleri, radar sistemlerini, aviyonik sistemleri bakımını, onarımını yapmaya çalışarak tanıyalım. Blok diyagramlarını anlayalım. Bu sistemleri tanımak çok önemli. Blok sistemleri, Bunları öğreneceğiz. Bunlar bozulunca Kıbrıs çıkartması gibi sıkıştığınız zaman, ambargo uygulandığı zaman tamiratını yapamazsanız uçağınız kalkmaz. Hâlbuki biz onun bakımını, onarımını kendimiz yaparsak yeteri kadar stok olursa, bunlar stratejik kararlar, o zaman tamiratını yapabiliriz. Şimdi tamiratını yaptınız, parçalarınız da bitti. Ne yapacaksınız? O zaman aynı sistemi, pazarda eş değeri olan Component’leri bulacaksınız, onlarla değiştirip çalıştırmaya devam edeceksiniz. O eş değer Component’leri bulmak demek modifiye etmek demek. Modifikasyon yapacaksınız. Bakım, onarım, modifikasyon. Arkasından yazılım kabiliyetinizle beraber aynı kavram, 1945’lerdeki radar kavramıyla bugünün kavramı farklı değil. Elektroniği tamamen farklı. Devreleri tamamen farklı. Yazılım platformu tamamen farklı. Aynı kavramlar, fonksiyonlar benzer, birebir değil. Evolution’lar var ama sonunda bakım, onarım, modifikasyon, modernizasyon gelecek. Yenileyeceksiniz. O zaman eski teknolojileri atıp yeni teknolojileri getireceksiniz. Modifikasyonu öğrendik. Daha da ileri giderseniz o zaman her şeyini değiştirip, iyi bir yazılımla da modernizasyonunu. F4 uçaklarının modifikasyonu böyle başlamıştır. F 16 modernizasyonu şimdi başladı. Tank modernizasyonları böyle başladı.
Bakım, onarım, modifikasyon, modernizasyon; BOMM modeli dedik. BOMM modelini benimsedik firma olarak. Savronic firması BOMM modeli ile kurulan, bizim getirdiğimiz modelle kurulan bir firma haline geldi. Biz bunu 1986’da kurduk. Yazdık, çizdik. Hem hocayız, hem mühendisiz, hem üniversite de kendi yetiştirdiğimiz adamları alıyoruz şirkete getiriyoruz ve çocuklar gece gündüz üretimlerini, tasarımlarını yapıyorlar. BOMM’un yapılarını ortaya koyuyorlar. Bu bir Nish Market’tır. Özel bir pazardır. Oraya hitap eden bir şey. Seri üretim değil ama olmazsa olmaz işlerden bir tanesi. Bu şekilde TSK’nın envanterine birçok cihaz kazandırdık. Bütün Türkiye’de ki atış kontrol sistemlerini biz yaptık bu mantıkla… Test cihazları ürettik. Dolayısıyla sistem entegrasyon kavramını fevkalade özümsedik.
Radyo amatörlüğünün yasaklanması ve elektroniğin geç gelmesi ile ilgili neler söyleyeceksiniz?
Şimdi bakın Türkiye’de elektronik sektörü çok geç geldi. Çünkü Türkiye’de komünizm korkusu, solculuk korkusu Türkiye’deki radyo amatörlerini yasaklıyor. Biz işaret isteme denen bir kolu vardır. Benim hobi alanlarımdan bir tanesidir. Çok da güzel üretimler yapıyorum, keşifler yapıyorum, kitaplar yazıyorum, makaleler yazıyorum. Çok iyi bir ekibim var. Haritacılık, resim çekmek, görüntü işaretlemek, görüntü işlemek yasaktı. Siz resim çekemezdiniz. Türkiye’de bir görüntü almak… Harita Genel Komutanlığı işaret işleme kongrelerine profesörlerin, araştırmacıların gitmesini yasaklanmış. Düşünebiliyor musunuz? Yine bir şehir efsanesi, bir kongreye Harita Genel Komutanlığı’ndan subaylar gidiyor. Senin ne işin var burada? Biz sana izin vermedik, diyorlar. Hâlbuki adam Amerika’dan gidiyor. Şimdi düşünün Türkiye teknoloji olarak yasaklı bir ülke.
Yasağın olduğu bir yerde bilim ve teknoloji gelişebilir mi? Bilim ve teknoloji politikası gelişebilir mi? Gelişemez. Haberleşme sistemlerinin gelişmesi için her şeyden önce radyo amatörleri olması lazım. Biz İstanbul Teknik Üniversitesi’nde ilk radyoyu kuruyoruz. A’sından Z’sine her şeyini biz yapmışız, 1980 itibariyle bu radyoyu kapatıyorlar. Hala o radyo yok. İnternet üzerinden yayın yapıyoruz. Wireless yapamıyoruz. Yasak. Meşhur bir tiyatro vardı, Yasaklar Tiyatrosu. Zeki Alasya, Metin Akpınar’ın Yasak Yasak. Dolayısıyla Türkiye’de elektroniğin geri kalması haberleşme elektroniğinin geri kalması, görüntü işleme, Signal Processing’in çok boyutlu işaret istemenin geri kalması, uydu teknolojilerinin geri kalması yasaklar nedeniyledir.
Peki bu yasaklar aslında Türkiye’nin tasarım zekâsını mı geriletmiştir?
Tabi. Mühendis yetişmiyor. Ben haberleşme mühendisi olmak için Amerika’ya gidiyorum. Dünya çapında iş yapmak için, kendi ülkemde yapamıyorum ve Amerika’ya gidiyorum. Nitekim biz 86’da Savronic’i kurduk. Yasaklar yumuşamaya başladığı zaman, o zamanlar bir uçak satın alıp görüntü işleyelim istiyorduk. O da yasaktı. Bizim bir harita şirketimiz vardı. Selahattin Bey vardı başında. Bir iş yapacağız. Uydudan görüntü toplayacağız. Yasak. Olmuyor yani daha yeni yeni, derken 1990’lardan sonra bu tür işlerin önü açılmaya başladı. Aselsan tamam, telsiz üretiyor ama lisansla kontrol da üretiyor. Aselsan da milli teknoloji üretmeye, tasarım yapmaya bizle beraber başladı. ODTÜ’den, az önce o saydığım ekiple beraber başladı. Onlar bizden önce gelmişler Türkiye’ye ve Aselsan’la çalışmaya başlamışlar. Elektronik Harp Sistemleri üretilmeye başlandı. Gece görüşler lisanslı üretilmeye başlandı. Şimdi mutlulukla öğreniyorum ki gece görüş dürbünleri üretiliyor sensörler, nano teknolojik sensörleri üretilmeye başlanıyor. Bunlar çok önemli gelişmeler. 10 yıl içerisinde Türkiye’nin de önünde fevkalade ufuklar açıldı.
Türkiye’de sistem entegratörlüğü konusunda neler söylersiniz?
Biz üniversiteden ayrılıp üniversite ile işbirliği yapmaya soyunan ilk şirketiz. Bizi Kara Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı kurmadı. Biz Sezai Türkeş, Fevzi Akkaya sermayesi ile kurulduk. Sezai abinin vefatından sonra da Management Buyout ile şirket satın alındı.
Şimdi dolayısıyla Türkiye’deki bu yapı son toplamda, bir özel firman olacak, biz diyoruz ki, olmazsa bize verin. Yerli teknoloji falan. Sonunda biz de gördük ki yurt dışı işbirlikleri yapmak zorundayız. Büyük gruplarla çalışmak zorundayız. Katma değerimizi artırmamız lazım. Yine mühendislik kabiliyetlerimizi katacağız. Sistem entegratörlüğü kabiliyetlerimizi katacağız. Bunların hepsi gerçek oldu. Türkiye’deki eski firmalar da bizim bulunduğumuz duruma geldiler. Bu kavramların ilk savunuculuğunu biz yaptık. Dayağını o yüzden biz yedik. Battık, çıktık ama şükürler olsun geldiğimiz nokta çok güzel bir nokta. Artık büyük firmalarla da işbirliği yapmaya başladık.
Şimdi Türkiye’nin kabuk değiştirmesiyle beraber gördük ki sistem entegratörlüğü önem kazanıyor. Tasarımcılık önem kazanıyor. Esas olan katma değer üretmek. Sadece amelelikle bir yere varamazsınız. Türkiye’deki bütün firmalar bunu görmeye başladı özellikle ileri teknolojide. Büyük teknolojik firmalarla işbirliği yapacaksınız. Nitekim biz özellikle demiryolu sistem entegrasyonu konusunda yabancı firmalarla işbirliği yapmaya başladık. Kendi ürünlerimiz var. Türk trenlerine bunu satıyoruz.
Yurt dışına da bunları satmaya başladık. Kendi ürünlerimizle birçok yere gidiyoruz. O ürünlerimizi mevcut sistemlere bütünleşmiş ediyoruz. Entegrasyon kabiliyetimiz de gelişti. Mesela Thales firmasıyla iş birliği yapıyoruz. General Electric, dünyanın en büyük lokomotif üreticisi, ona Savronic’te üretmiş olduğumuz Automatic Train Stop System’leri, ATSS Equipment’larını takıyoruz. Şimdi bu çok güzel bir şey. General Electric dünya devi. Türkiye’de iyi iş yapıyor. Dünyanın dört bir yanında iş birliği yapıyor. Dolayısıyla bizim dünya pazarlarında, dünya devleriyle beraber katma değerimizi artırarak iş yapmaya ihtiyacımız var.
Üniversite hocalarının şirket kurması gerekiyordu. Artık üniversite hocaları teknoloji transfer merkezlerinde şirketler kuruyorlar. Hayallerimiz gerçek oldu. Biz bunu 30 sene önce savunuyorduk. Bunu savunduğumuz için birçok arkadaşımız bize darıldı. Birçok insandan eleştiri aldık. Birçok gazete, köşe yazarları bizi yazdı. İnanılmaz şeyler oldu. Şimdi bakıyorum, İstanbul Üniversitesi bir teknokent kurdu. Biz de Savronik firması olarak onun kurucularındanız. Savronik’i de orada ben temsil ediyorum. Hocalar orada şirketler kurmaya başladı. Ben daha Allah’tan ne isterim. 1980’li yıllardan günümüze kadar, son 10 seneye kadar savaştığımız fikirlerin neticeleri alınıyor. Bunlar da son 10 yıl içerisinde gelişmeye başladı. Çok pozitif gelişmeler. Demek ki bizim BOMM modelimiz çok akılcı bir model. Demek ki bizim sistem entegratörlüğü modelimiz çok akıllı bir model. Sonunda Türkiye’deki dev firmalar da buraya geldi. Şimdi dolayısıyla Savronik’in var olması işte bu köklü felsefeyle söz konusu oldu. Savronic’in 30 senedir de inişli çıkışlı gelişmelerle ayakta kalmasının da en temel felsefesi, sebebi bizim 30 sene önce geliştirdiğimiz bu felsefenin çok gerçekçi olmasıydı.
Savronik şimdi 100 küsur milyon dolarlık bir şirket. Çok ortaklı bir şirketler grubu. Bir yapının, işletmenin çok daha fazla büyüyebilmesi için çalışanlarıyla kazancını paylaşması lazım. Şirket çalışanlarının şirketle özdeş olması lazım. Bundan sonraki aşamalarında da bunları gerçekleştireceğiz. Çünkü büyüklük, herkesin şirketin bir parçası olmasıyla başlar. Zaten çalışanlarımız, bizim öğrencilerimiz çok değerli mühendisler ve şirketle özdeşleşmişler.
Siz aynı zamanda İstanbul Konservatuarı Müdürlüğünü de yapıyorsunuz. Oradaki ilginiz nereden uyandı? Hikâyeniz nedir? Bir de onun sonuna bir soru ekleyeceğim aslında biraz da o nedenle açmak istedim.
Şimdi kısaca şöyle söyleyeyim. Ben konservatuar müdürü olmadan önce bir üniversite de manşet. İşte elektronik mühendisi rezalet, diyor. Elektronik mühendisi, konservatuar müdürü oluyor. Daha olmamışım ama… Benim haberim yok. Onlar onu öğrenmişler. Sağlık olsun dedik. Ondan sonra konservatuar müdürlüğümüz çıktı. İkinci manşet, şimdi o artık müdür oldu. Daha sonra Sabah gazetesi ile bir röportaj yapmak istediler, konservatuar müdürü olduktan sonra. Siz daha çok sanatçı mısınız? Mühendis misiniz? Araştırmacı mısınız? Ben hiç tereddüt etmeden tabi ki araştırmacıyım dedim. Çünkü kendimi araştırma ile özdeşleştiriyorum. Hayatımın her döneminde, kendimi bildim bileli araştırma yapıyorum. Şükürler olsun çok da iyi neticeler alıyorum. Yaptığım her şeyi de satıyorum. Çok güzel bir şey.
Sonra bir düşündüm. Ya bir dakika dedim, ben 1974 senesinde Teknik Üniversite’den mezun oldum. Yani 21 yaşında mühendis oldum. Hâlbuki piyanonun başına oturduğum zaman yaşım 3,5’tu. Yani ben mühendis olduğum gün yaklaşık 17 senedir piyano çalıyordum. Dolayısıyla benim sanatla tanışıklığım mühendisliğimden ve araştırıcılığımdan çok daha önce geliyor. Sonra geriye dönüp baktım ki ben sanatla uğraşmasaydım, müzikle uğraşmasaydım, estetikle uğraşmasaydım araştırıcı düzeyde, dünya çapında bir araştırıcı olacak şekilde bir bilim adamı olabilmem söz konusu olamazdı. Ben Nobel sahibi bir bilim adamı değilim ama elektrik, elektronik mühendisliği camiasında dünyada bir yerim var diye düşünüyorum. Bu da benim iddiam değil, aldığım ödüller, aldığım patentler, yazmış olduğum makaleler, sonuçta Man of the Year in Science Technology Cambridge’den verilen ödül, TÜBİTAK ödülleri, Amerika patentleri, Türk patentleri vs. bunlar diyor ki, ya senin bu dünyada yerin var. Birçok vesileyle de ulusal ve uluslararası organizasyonlar bu yerimi bana hissettiriyorlar. Tokyo Teknik Üniversitesi’nde profesör olacak kadar. ABD’de önde gelen üniversitelerde profesör olacak kadar. Şimdi bütün bu başarılarımın altında aileden gelen sanat kültürü yatıyor. Çok önemli bir şey. Ailede sadece piyano çalan, estetikle uğraşan ben değilim. Biz kardeşler arasında bir aile orkestramız vardı. Hatta ben orkestranın piyanisti değildim. Mızıkacısıydım. Bateristiydim. Daha sonra piyanomu da epey geliştirdim. Amerika’da bir elektronik mühendisi olarak herhangi bir kongrede piyanoya oturduğunuz zaman kalburüstü bir piyanistten çok daha havalı oluyorsunuz. Bu enteresan bir şey. Ben bunu da hissettim, yaşadım. Hatta geçenlerde hiç istemediğim halde, hiç yapmadığım bir şey, yurt dışında özellikle Japonya’da Tokyo Üniversitesi’nde hocayken, Türkiye’ye dönmeye karar verdim. Profesör Yarman, bize bir konser verir misin? Tamam, peki vereyim, dedim. Çalıştım. 3 ay piyano çalıştım ve ondan sonra konser verdim. Resital verdim. Klasik müzik çalmadım. Kendi müziğimizi çaldım. Türk müziği çaldım. İstanbul müziği yaptım. Enteresan bir şey. Benim Beethoven’ı çalmam, Chopin’i çalmam o kadar önemli bir şey değil ama kendi müziğimi yapmam, benim müziğimi yapmam çok daha önemli. Çünkü içimden geleni çalacağım. İstanbul’da bir Information Technology kongresi vardı. Kuyucu Murat Paşa Medresesi’nde, hocam kokteylde bize bir piyano çalar mısınız, dediler. Peki, dedim. Çaldık. Keyifliydi.
Şimdi, demek isteyeceğim şu: Sanat insanı gerçekten rafine eder. Sanat, beyni açar. Estetikten, sanattan kimse korkmasın. Ne Batı sanatından, ne Doğu sanatından korksunlar. Ne de bölgesel sanattan korksunlar. Bu coğrafyanın da özünde çok güzel şeyler var. Çok hoş şeyler var. Ben bunlarla eğleniyorum. Dinleniyorum. Bizim müziğimizle eğleniyorum. Dinleniyorum. Klasik müzikle eğleniyorum. Klasik Batı Müziği ile eğleniyorum. Beethoven ile dinleniyorum. Rachmaninov, Chokovsky ile dinleniyorum. Stravinsky ile dinleniyorum. Japon, Çin müziği ile dinleniyorum. Bunu da bir elitist aracı olarak görmesin kimse. Sanata destek olsun. Sanatın olmadığı yerde yaratıcılık olmaz. Sanatın olmadığı yerde düzgün psikoloji olmaz. Şu etrafımızdaki insanlar biraz sanattan mürekkep yalamış olsalardı, hiç kimsenin gırtlağına yapışmazlardı. Hiç kimse ile kavga etmezdi. İnsanlar birbirlerini çok daha iyi anlardı. Sanat, ilişki kurmanın başka bir formudur. Heykel bir formdur. Bir anlatım dilidir. Güzel heykel, çirkin heykel bunun tartışmasını yapmak bile abes.
Bırakmamak lazım. Ben konservatuara hala yer bulamıyorum. Dolayısıyla konservatuarla benim tanışmam 5-6 yaşımda başlamıştır. Bütün ailemizin fertleri konservatuarın kapısından geçmiştir. Dolayısıyla ben konservatuara müdür olduğum zaman A’sından Z’sine oradaki herkesi tanıyordum. Konservatuarda müdürlük yapmam benim seçimim değildi.
Bana böyle bir şey teklif edilince, sevgili rektörümüz, bu işi üstlenirsen çok iyi olur, dedi. Çünkü orada ben yöneticilik yapıyorum. Sanatçılık yapmıyorum. Yanlış anlaşılmasın. Ben hiç kimsenin işine karışmıyorum. Yönetici olarak da değer kattığımı düşünüyorum.
Genç mühendislere, elektronikçilere şunu da söyleyeyim ki zaten çoğu sanattan mürekkep yalamıştır. Mutlaka bir enstrüman, gitar, mızıka, davul, dümbelek çalar. Şarkı söyler veya resimle uğraşır. Yapmak lazım. Çünkü beyindeki özgürlüğü başka türlü yakalamak mümkün değil.
Hocam, ben de aynı okulun kompozisyon mezunuyum.
Ne güzel. Çok sevindim.
Mete Sakpınar’ın öğrencisiyim.
Mete, elektronik müzik yapıyor. Ona da iyi laboratuvarlar kurduk.
Şunu görüyorum: Mesela mühendislik fakültelerinde okuyanlarla, konservatuarlarda, güzel sanatlarda okuyanların birbiriyle interaksiyonu ne kadar olmalı? Olmalı mı? Birbirlerinin derslerini bir görmeliler mi? Aslında ben kompozisyon öğrencisi olarak da parçadan bütüne, bütünden parçaya tam tersi yollarda giden şeylerdeki analitik zekâm gelişiyor. Bir mühendislik dersini anlayabileceğimi ve oradaki farklı parametreleri kendi işime uygulayabileceğimi görüyorum. Aslında farklı parametreler öğreniyorsunuz. Mühendislik başka türlü bakıyor. Sanatçı başka türlü bakıyor. Ama çok böyle analitik zekâ işliyor diye…
Bu çok doğru bir şey. Benim bir yeğenim var. Sen onu da tanırsın. Ozan Yerman. Ozan, çok ciddi bir Composer. Bizim konservatuar mezunu. Aslında lisansı maalesef Türkiye’de yapmadı. Bizim İstanbul Üniversitesi Konservatuarı’nda başladı. Sonra Moskova Devlet Konservatuarı’na gitti. Oradan Brüksel Kraliyet Konservatuarı, çok kısa bir Mimar Sinan Üniversitesi lise macerası da var. Lisansını Royal Conservatoire Bruxelles’da tamamladı. Orada da iyi armoni masterı aldı. Bir master da burada İstanbul Üniversitesi’nde yaptı. Sonra Klasik Türk Sanat Müziği’ni, Anadolu Müziği’ni incelemek istedi. Modern müziği incelemek istedi. Teknik Üniversite’de master yaptı. Çok güzel eserleri var.
Yepyeni bir ses sistemi oluşturdu. Şimdi Ozan’ın en büyük avantajlarından bir tanesi şu: Ailenin, onun önündeki kuşağın hepsi mühendis, teknisyen olduğu için onun da mühendisliğe çok yatkın bir beyni var. Ses mühendisliğini çok iyi çalıştı. Başka bu işe ilgi duyan arkadaşlarla işbirliği yaptı. Yurt içinde ve dışında birçok işbirliği yaptılar. Yepyeni muhteşem bir klavye çıkardılar. Patentini aldılar. O klavye şimdi dünyada satışa çıkarıldı. Dünya müziğini değiştirebilecek bir şey. Bütün sesleri içeriyor. Parmağını klavye üzerinde kaydırdığın zaman 1/4 sesleri Türk müziğinde, Bizans müziğinde, Doğu müziğinde, modern müzikte kullanılan çok sesli müziği yapma şansın var. Dolayısıyla konservatuarda bir seminer verdi. Ben de gittim. Arkadaşlara sordum, siz bundan ne anladınız diye? Uzay müziği yapılacak, dedi. Yeni bir kâinat müziği ortaya çıkıyor, müzik evrenselleşmiş, dedi çocuklar. Çok hoş bir klavye. 5.000 dolara satıyorlar. Şimdi tabi, sanatçıların, teknisyenlerle, diğer sosyal ve fen bilimcileri ile sosyal ve fen bilimcilerin ve genel anlamda bilimcilerin de sanatçılarla iş birliği fevkalade yapıcı. Bence belediye konservatuarının, İstanbul Üniversitesi’ne katılması, İstanbul Üniversitesi’ne yepyeni bir boyut kazandırmıştır. Taçlanmıştır üniversite. Sanat birimi olmayan bir üniversite olmaz.
Çok güzel hukukçular, çok güzel mühendisler, çok güzel doktorlar yetiştirirsiniz ama sanatçılar olmaz.
Son toplamda herkes için lazım. Hangi dinden, dilden, ırktan olursan ol, sanatsız bir beyin olmaz. Beyin ve sanat iç içedir. Benim söyleyeceğim bu. O bakımdan ben kendimi şanslı hissediyorum. Çünkü sanatsever bir aileden geliyorum. Türkiye’de özellikle Batı sanatları ile uğraşan bilim adamlarının çoğu da Balkan göçmenidir. Selanik tarafından, Makedonya’dan gelmiştir. Konservatuarda da öyle dikkat ederseniz konuşmamın başında ilk Ruhi Su’nun kaydıyla başladım ben. Anadolu müziği ile başladım. Ruhi Su ciddi bir araştırıcıydı. Onun gibi üst düzeyde bir insanı, sanatkârı tanımak da bana çok şey kazandırdı. Bütün kardeşler biz Ruhi Su’dan ders almıştık. Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Türk müziğine de başka bir boyut kazandırdı. Düşünce tarzını, hayatını etkiliyor insanın. Sanat öyle bir şey.
Vizyonsuz hiçbir şey olmaz. Vizyonu olmayan insanın misyonu olmaz. Vizyonun ve misyonun oluşması için de mutlaka sanat lazım. En tepe de sanat. Bilim adamlığı sonra geliyor. Onun için sen de çok şanslısın. Benden daha da şanslısın. Kompozitör olmak demek zaten yaratıcı olmak demek. Biz kendi kendimizi, gönlümüzü eğlendirmek için kompozisyon yapıyoruz. Yapmaya çalışıyoruz. Sen kompozisyon eğitimi almışsın. Maalesef bizde kompozisyon bölümü çok zayıf. Mete Sakpınar, çok değerli bir arkadaşımız, ben onu çok iyi tanıyorum. Çok da destek oldum Mete’ye. Elektronik olarak da destek olduk. Öğrencilerim onun altyapısını geliştirdiler. Çokta iyi bir elektronik teçhizat altyapısı geliştirdik Mete’ye. Böyle bir şey işte.
Eklemek istediğiniz başka bir şey?
Son olarak şunu söyleyeyim. Artık kendi benliğimizden vazgeçmeden kafatasçı bir ulusçuluk kavramı teknolojide kalmamıştır. Eski paradigmalardan sıyrılmamız gerekiyor. Sermayenin, iş gücünün, bilim ve teknolojinin serbest dolaştığı bu dünya düzeninde bizim de Türkiye vatandaşları olarak dış dünyayla bütünleşmemiz gerekiyor. Ürününü kullandığımız her firmada hakkımız olduğunu düşünüyorum. Intel’de hakkımız var. Sony’de hakkımız var. Cannon’da hakkımız var. Bütün firmaların ürünlerini, hangisini kullanıyorsak orada hakkımız var. Bizim vatandaşlarımızın tamamının, kullandığımız ürünleri üreten fabrikaların, altyapıların, araştırma merkezilerinde çalışmaya hakları var. Hepimizin bu firmalarla iç içe çalışması lazım. Katma değerimizi artırmamız lazım ve bilim ve teknolojiye sanayisiz de artık bakamayacağız. Üretime de sürdürülebilir bir yapıda bakmamız lazım. Var olmak için kendi ülkemizin vatandaşı olduğumuz kadar dünya vatandaşı da olmaya ihtiyacımız var. Başka türlü de sürdürücülük olmaz.
Çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ediyorum.
Söyleşi Tarihi : 25 Haziran 2014