Büyük Sıçrama Blog

Yavuz Erçil Söyleşisi

“ Şimdi MÜDEK ne yapıyor? Aslında yaptığı bir kalite değerlendirmesi. Yani belki biliyorsunuzdur, ISO9001 gibi, EFQM vardır belki onu da duymuşsunuzdur. Modeli de aynıdır, EFQM modelinde. Bir takım kriterleri var. Türkiye’deki mühendislik eğitim programlarının yani bölümlerin o kriterlere uyup uymadığını değerlendiriyor ve bu değerlendirme sonucu bu kriterlere bir takım sorunlar bile olsa sorunları kabul etmek şartıyla akreditasyon veriyor. Yani bunları akredite etmiş oluyor. Bu akreditasyon ne işe yarıyor. Şöyle, bizim bağlı olduğumuz Avrupa mühendislik akreditasyon kuruluşları ağı bu eğitim programlarını yürütenlere, daha doğrusu birimlere etiket veriyor. Bu bir kalite etiketi, US deniyor buna. Bu programın belli şartlarını sağladığını gösteriyor. Bu şimdi dünya üzerinde çok yaygın olan bir sistem. Türkiye’ye geçmişi bizle beraber girmiş, 10 senelik bir geçmişi var. Yani burayla beraber girmiş fakat dünya üzerinde bayağı bir yaygın olan ve birçok ülkede mecburi olan bir sistem. Yani bütün programların akredite olması gerekiyor. Bizde öyle değil. Biz zaten bunu istemiyoruz çünkü sulandırılırız diye. Bir de biz 2011 senesinden itibaren başka bir kuruluşa üye olduk, bayağı bir zaman aldı. Üye olduk derken yani bu kolay bir üyelik değil. Dünya üzerinde pek çok akreditasyon kuruluşunun kabul edilmediği durumlar var. Bizim şöyle, 2011′den itibaren tam üye olduk oraya, böylelikle akredite ettiğimiz programların mezunları dünyanın 15 ülkesinde bu üyelerde mühendis olarak çalışabiliyor. Mühendis ünvanı alabiliyor. Bunların içinde 15 büyük ülke var. Amerika, Kanada, İngiltere, İrlanda, Japonya, Güney Kore, Avusturalya vs.”

 

 

Ben, 1974, Boğaziçi Üniversitesi, Elektrik Mühendisliği mezunuyum. Daha sonra master için İngiltere’ye gittim. Aslında Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla gittim. Doktora için gitmiştim. Sonra orada iki sene kaldıktan sonra Amerika’ya gittim. Amerika’da Brown Üniversitesi’nde doktora yaptım. Sonra askerlik için tekrar Türkiye’ye döndüm, yedek subaylığı tamamladım ondan sonra arada evlendim. Eşimle beraber tekrar Amerika’ya döndük. Michigan’da, otomotiv sanayinin olduğu yerde, eşim otomotiv sanayinde çalışmaya başlamıştı, ben de oraya gittim. O zamanlar Unisys diye bir bilgisayar şirketi vardı, belki biliyorsunuzdur. Oradan ayrılan birkaç kişinin kurduğu bir Start-Up şirketi. Bu Multi-Chip modüller yapıyordu o sırada. Programlanabilir Multi-Chip modüller. Orada dört beş sene çalıştım. Ondan sonra Türkiye’ye döndüm.

 

Teletaş süreci ve ASIC tasarımları için neler söyleyeceksiniz?

 

1988 senesinde. Benim buraya girmemde enteresan oldu tabi. Ben Amerika’dan, Türkiye’ye dönmek isteyince bir kaç yere başvurdum. Netaş’tan hiç bir yanıt gelmedi. Teletaş’tan da gelin konuşalım yanıtı geldi.

Ben geldim, benim doktoram Mikro elektronik dalındaydı. Türkiye’de de bu alanda pek o şeyde yoktu. Onun üzerine, o sırada Teletaş’ta bir ASIC tasarım merkezi kurma girişimi vardı. Bu 1988 hatta ben gelmeden önce.

 

ETA Vakfı bünyesinde mi?

 

Şimdi onu da anlatacağım. Tam ETA Vakfı değil aslında.

 

Kendisine özel sonra ETA ile birleşti. ETA Vakfı da o sırada kurulma aşamasındaydı yani o oluşum vardı. İTÜ’den Duran Leblebici’nin önderliğinde. Fakat Zafer İncecik vardı bir de. Sonra Siemens’in Genel Müdürü oldu. Onun önderliğinde kuruluyordu ve bir grup kuruldu o şekilde. Beni de grubun başına getirdiler.

 

Amaçlanan neydi ASIC tasarım merkezinde? Çip üretimi mi?

 

Çip üretimi tabi. Teletaş’ta mikro devre bölümü vardı. Kalın ve ince film devreleri yapılıyordu, çok eskiden beri bu telekomünikasyon vardı. 70′lerin teknolojisinde. O bölümün yanında çip için değil de aslında bir tasarım merkezi kuralım gerekirse zaten o zaman bir çip üretme amacı yoktu zaten. Tasarım başka, üretim hala da öyle ya. Tasarım başka, üretim başka. Yani tasarım yapılıyor sonra üretim yapılıyor.

 

Neyse biz o şekilde başladık. Paralel olarak İTÜ’deki ETA Vakfı gelişiyordu. Teletaş da ETA Vakfı’nın kurucularındandır aslında. Zafer İncecik’in orada Duran Hoca ile çok iyi ilişkisi vardı. Bu arada orası başladı. Zaten 5 tane büyük şirket vardı o zaman. Aselsan, Vestel, Teletaş, Netaş, Siemens. Böyle başladı orası da. Oraya da iş veririz diye başladı. Fakat sonra bizdeki ASIC tasarım sistemi daha herkesin kullandığı sistem değildi, sistem uyuşmazlığı da vardı.  Neyse o şekilde bir başlangıç yaptık.

 

Peki, hangi segment için çip tasarımı yapılması düşünülüyordu?

 

Bu başka bir şey. Şimdi biz tabi Teletaş için yapmayı düşünüyorduk. Teletaş’ın bir takım iç dinamiklerinden dolayı kuruluşu pek sağlıklı olmadı. Şimdi baktığım zaman öyle görüyorum. Şöyle ki biz Ar-Ge’nin içinde değildik. Çünkü bu mikro devreler üretim tarafındaydı. Biz de normal olarak Zafer İncecik ile beraber üretim tarafına geçtik fakat yaptığımız iş Ar-Ge’ydi, tasarımdı ama Ar-Ge’nin dışındaydık. Bu şekilde enteresan bir durum oluştu.

 

Santraller için miydi?

 

Evet şimdi orada iki ayrı şey vardı. Bir santraller için o sırada küçük santraller için. Tabi o zamanlar büyük santraller için teknoloji dışarıdan geliyordu. Teletaş’ın kendi ürettiği, küçük köy tipi santral deniyordu o zamanlar.

 

 Bu Netaş’ın Elif’inin muadili miydi?

 

Aynen o şekilde. O sırada Elif ortaya çıkmıştı. Ona muadil bir şey yapalım dendi, kendi tasarımımız olsun dendi. Bunun için bir çip hazırlattık. Sonradan trafik kazasında vefat ettiğini öğrendiğim Mustafa soyadını hatırlayamayacağım, o çok iyi yaklaştı ona.

Bir aslında santral için anahtarlama çipi olacaktı. Onu tasarladık, beraber çalışarak tasarladık tabi. Çünkü bir bilgi birikimi olması lazım. Ar-Ge ile beraber yaptık. O çip tasarlandı sonra baktık üretim kabiliyetine, YİTAL bizim yaptığımız tasarımda üretim için pek yetersiz kalıyor. Bunun üzerine bu sırada Almanya’da AT&T’de çalışan biri, aslında ETA Vakfı’nın yöneticisi de oldu bir ara, Teletaş’a danışman olarak gelmişti. O daha evvel AT&T’de çalıştığı için orayla iletişim kurdu. Gittik, Almanya’da 1-2 ay bir arkadaşla beraber kaldık. Oraya üretmek için. Sonra oraya prototipler üretildi. Onunla bir prototip denemesine geçildi. Fakat bunlar olurken bu sırada Teletaş kaynıyor. Alcatel satın almak istiyor.  O sırada Fikret Bey’in de söylediği gibi, Özal, bizim devlet olarak sanayide ne işimiz var, bunların hepsinin özelleştirilmesi lazım, diyor.

 

 

Biz ASIC tasarım merkezini tamamen yabancı ortaktan gizli yaptık. Hiç haberleri yoktu hatta bir ara çok iyi hatırlıyorum onu geziyorlardı yabancı ortak olarak, biz saklandık. Sistemleri de sakladık. Hiç görünmediğimiz gibi yani görürler falan diye sakladık da. Sonunda biraz şey olmaya başladık. Hele 90′lardan sonra Alcatel kuvvetini daha da hissettirmeye başlamıştı. Bu sefer biz öyle duruyoruz ama iş yok, iş yaptırılmıyor. Alcatel’den gizliyorlar söylediğim gibi, farkına varmasınlar diye. Çünkü hak veriyorum orada diyecekler ki, ya siz burada ne iş yapıyorsunuz, biz orada yaparız, bizim orada bir sürü şeyimiz var hani niye buna kalktınız, diye de. Ben o zaman ayrılmaya karar verdim. Ben ayrıldım, Arçelik’e geçtim oradan tanıdıklar vasıtasıyla.

 

 

Arçelik’in durumu nasıldı o zaman genel olarak?

 

Şimdi Arçelik o sırada tam üretim şirketiydi. O zamanki Ar-Ge Müdür Yardımcısı Refik Üreyen beni oraya aldı. Ar-Ge kurulalı 2 sene olmuştu.

 

Kaç senesi Yavuz Bey, hatırlıyor musunuz?

Ar-Ge’nin kuruluşu şöyle: Benim oraya geçişim 92, Ar-Ge’nin kuruluşu 91′dir. Fakat tabi Ar-Ge makine ve kimya ağırlıklı kurulmuş. Fakat o sırada Refik Bey, bu sektörün geleceği elektronik, dedi. Kendisi makine mühendisi olduğu halde onu gördü. Tabi sektör bana tamamen yabancı. Hem Amerika’da çalıştığım şirkete, hem Teletaş’a çok yabancı bir sektör. Senden buranın organizasyonunu bekliyoruz, dedi yani elektronikte büyümek zorundayız o yüzden organizasyon gerekli. Şimdi benim geçmişim mikro elektronik ve ASIC tasarım, çip vs. O amaçla beni aldılar.

 

Elektronik devre tasarımı mıydı acaba beklenen?

 

Aslında beklenenin ne olduğu da tam net değildi, kararı sen ver, dendi ama orada Refik Bey’in aklında olan hep çip tasarımıydı. Universal bir çip yapalım, milyonlarca ürün üreteceğiz, bunların hepsini kontrol edebilecek bir çip, bu şekilde… O zaman Duran Bey de ETA Vakfı’na davet ediyordu. Bu sefer de o şekilde ETA Vakfı’na katılmaya başladık. ETA Vakfı’nda o zamanların moda deyimiyle Fuzzy kontrolü. O zamanlar Japonya’dan gelen etkiyle bütün beyaz eşyaları biraz daha reklamvari olarak, biraz ben öyle görüyorum, Fuzzy süpürgeler, Fuzzy çamaşır makineleri, Fuzzy bulaşık makinesi. Her şey Fuzzy. Ne kadar Fuzzy olduğu açık değildi tabi.

O sırada ETA Vakfı’nda şimdi ismini hatırlayamayacağım, Duran Bey’in çok iyi tanıdığı, Yeditepe Üniversitesi’ndeydi ama hala orada mı, bilmiyorum. Çok değerli bir profesördü aslında . Oraya bir iş verdik, Arçelik’ten. Bu elektrikli süpürgeleri için. Bu yapıldı, yapıldı da tabi elektrik süpürgesi için biraz lüks kaçtı. O sırada benim önderliğimde, başka arkadaşlar da almaya başladı.  İlk önce elektronikle, elektroniğin faydasını getirelim beyaz eşyaya, dendi. Dünyada öyle oluyor. Nedir bu? Enerji. Elektro mekanik aksamın yapamayacağı elektronik şeyler. Hem tüketiciye fayda sağlayacak, hem enerji tüketimine fayda sağlayacak. Onun üzerine bambaşka bir yapılanmaya girmeye başladık. Fuzzy vs. gibi.

 

Ne kadar sürdü bu süreç, bu fikre gelmeniz? Ar-Ge 91 gibi kurulmuştu.

 

Valla benim oraya girmem 92 yılındaydı. 92′den sonra, benden sonra 2-3 kişi daha aldı. 2-3 kişi başladık fakat asıl bizim elektronikte bir yere gelmemiz, elektronikte bir tasarım grubu kurulduktan sonra yani bu neredeyse 30 kişiye vardıktan sonra oldu.

 

Bu ETA’nın projesi 92-96 arası mıydı? ETA’ya verdiğiniz iş?

 

Evet, evet. 96′tan önceydi. 96 ya da 97′de bitti galiba.

 

Peki, kullanıldı mı yoksa iptal mi oldu?

 

Kullanılmadı, aslında. Söylediğim gibi lüks kaldı. Pahalıya geldi. Faydası yani işte orada kullanıcının tarzını anlayarak kendi güç ayarını yapacak, fırça çalıştıracak bir şeydi. Pahalı geldi. Pazarlama pek uygun bulmadı böyle bir tasarımı.

 

Orada tabi Refik Bey’in öyle bir tarzı vardır. Biz yaparız, gösteririz, pazarlama satar sonra şeklinde. Halbuki Türkiye’de, dünyada da öyle, pazarlama ile Ar-Ge’nin çok iyi koordine olması lazım. Bu arada bu koordinasyon sağlanmaya başlandı.

 

Gümrük birliğine girişin etkileri nasıl oldu?

 

96 olması lazım, Avrupa Birliği, Gümrük Birliği’ne girildi. Gümrük Birliği ile beraber rekabet açıldı. O güne kadar Arçelik Türkiye’de tekeldi. Şimdi onun olacağı biliniyordu. Bosch’un geleceği biliniyordu. Rekabetin çok hızlanacağı biliniyordu. Bunun için ne yapılması gerektiğine bakınca bunun en başında da bu elektronikleşme olmadan rekabette kesinlikle geri kalırız ve dünyaya açılamayız görüşü ağırlık basıyordu..

 

Tam o sırada ihracat neydi? Arçelik’in ihracatı var mıydı?

 

Çok azdı. Şimdi o da başka bir durum tabi. Çok çok azdı ve gerek yoktu. Çünkü Türkiye tekeldi. Türkiye Arçelik’i doyuruyordu, tekel olduğu için artıyordu bile. İhracatın görülmesinin asıl nedeni ilk ekonomik krizdir. 94′müdür? Gümrük birliğiyle rekabet, dünyaya açılma bu çok ciddi bir uyarı oldu elektronikleşme için. Orada konu bir takım regülasyonların, Avrupa Birliği regülasyonlarının gelmesiydi. O sırada o görüldü. Bu elektromanyetik uyumluluk o zamana kadar Türkiye’de sadece Telekom sektöründe veya askeri elektronikte vs. beyaz eşya içinde çok uyumlu olduğu öngörüldü. Türkiye’deki ilk elektromanyetik uyumluluk laboratuvarı Arçelik’te kuruldu.

 

Sene kaçtı?

 

Sene 1995. Çünkü 96′ta Gümrük Birliği’ne gireceğimizi biliyorduk. Orada elektromanyetik uyumunun kesinlikle olması gerektiğini biliyorduk. Onun için bunu 95′te kurduk. O sırada tabi, Aselsan da vardı ama orada mecburen vardı. Teletaş’ta da vardı ama mecburen vardı.

 

Bosch’tan bahsettiniz. Bosch Arçelik’i satın almak istemiş miydi?

 

O sıralarda bayağı bir Arçelik’i satın alma isteğinde olan şirketler vardı.

 

Yabancı şirketler mi?

 

Evet, evet. Bunların bir tanesi General Electric’ti. Amerikan şirketi. Gelirlerdi, dolaşırlardı. Bosch satın almak istedi. Yani onlarla hepsiyle konuşuldu benim bildiğim. Ben o kadar işin içinde değildim ama gezerlerdi, bakarlardı. Genellikle Ar-Ge gösterilmezdi. Zaten Bosch, Arçelik’e Profilo’dan önce geldi satın almak için fakat Koç öyle bir fiyat söyledi ki yetmedi, vazgeçtiler. Profilo’ya geldiler ondan sonra.

 

ODTÜ ile Sensör tasarımı denemesi…

 

Bu arada baktık sektörde ne yapılabilir diye. Hep bana dönüyorlar, tamam, elektronik tasarım bir yere geldi ama komponent kullanıyoruz,  PCB tasarım yapıyoruz. Hakikaten şu çip teknolojisi aldı başını gidiyor. Burada ne yapabiliriz? Orada dedik ki, sensör teknolojisi. ODTÜ’de o sırada bir öğretim üyesi vardı, hala orada tabi Tayfun Akın. O bu mikro sensörlerle ilgili bir uzmandır aslında Türkiye’deki en büyük uzmanlardan bir tanesidir. Öyle bir projesi vardı, oradaki Testaş’a. Testaş artık bipolar teknolojisi ile üretim yapan ve Diot üreten bir yerdi. Devlet onu ODTÜ’nün Elektrik Mühendisliği bölümüne hibe etti. Siz alın bunu, ne yaparsanız yapın. O da buradan r, kendi uzmanlık alanı olan mikro çip sensör üretelim dedi.Sonra işte bizle o sırada Vestel’e beraber bizi destekler misiniz, ortak bir girişim burayı bir üretim şeyi haline getirelim, diye. Tabi o zamanki Arçelik, Vestel’e yan bakıyor. Vestel, Arçelik’e yan bakıyor. Arçelik daha fazla yan bakıyor çünkü Vestel hızla geliyor. Çünkü o Profilo gibi değil.

 

 Vestel, beyaz eşyaya mı girmeye başlamıştı?

 

Evet, beyaz eşyaya girmeye başlamıştı.

 

 Kaç dediniz? 96-97 dönemi miydi?

 

Daha sonra 2000′e yakın.

 

99 diyorsunuz. O dönemlere yakın.

 

Tayfun Akın ile o şekilde gidemedik. Bizim üst yönetim dedi ki, biz bunu Vestel ile yapmayalım. Biz yaptıralım.

Onun üzerine Tayfun Akın’a bir mikro cip sensör tasarımı sipariş ettik. Çeşitli ürünlerde kullanılabilecek bir basınç sensörü tasarım yaptırttık. Hem tasarımı yaptılar, hem iki kişi master tezi yaptı oradan. Sonra onu üretme aşamasına girdik fakat üretme aşamasında enteresan bir şekilde kılıflamada sorun çıktı. O zamanki üretim tesisi şu anda ODTÜ’nün büyük bir laboratuvarı oldu. Hala üretim yapıyor galiba. Oraya biraz yatırım yaptırttık onlara. Hala devam edilmeye çalışılıyor o işte. Sensör çok önemli fakat orada da maliyetler hep beklenin üstünde kalıyor.

 

Arçelik Ar-Ge başlangıçta ne yapıyordu?

 

Arçelik Ar-Ge’de bir kere yazılım tarafı bayağı bir güçlendi tabi. Embedded Software tarafı çok güçlendi. Orada tamamen mikro işlemcilere yönelinildi zaten öyle de olması gerekiyordu. Universal çip bu dediler. Aynı çipi hem çamaşır makinesi için kullanıyoruz, hem bulaşık makinesi için. Miktarlar da artıyor.

 

Yani her biri proje için dışarıdan alım mı yapıldı?

 

Evet. Şöyle diyeyim Arçelik elektronik kontrol ürünlere ben gelmeden de girmişti. Fakat yurt dışında yaptırılıyordu.

 

Yazılımları da mı yurt dışında yaptırılıyordu?

 

Evet, evet her şeyi yurt dışındaydı.  Yazılımı yurt dışındaki şirket yapıyordu, istekler Arçelik tarafından veriliyordu. Şöyle şöyle istiyoruz, diye. Onlar hem yazılım yapıyordu, hem Hardware yapıyordu. Sonra hazır kartı gelip burada Arçelik’e satıyorlardı. Bu şekilde başlamış aslında ben gelmeden. Refik Bey ben oraya gelince, “Bunlara dünyanın parasını veriyoruz. Bunların zaten hepsi yakında buraya Gümrük Birliği ile beraber gelecek. Biz ondan sonra hiçbir şey yapamayacağız. Onun için biz bu işe başlayalım.” demeye başladı. Ondan sonra yavaş yavaş biz yapmaya başladık. Hatta başta madem öyle, biz yazılım tarafımızı geliştirelim, kartları orada yaptıralım. Hala buradaki Board tasarımcı veya Board üreticisine de güven yoktu. O kart üretimleri de yoktu. Ne kart üretimi vardı ne montaj sanayi vardı, yan sanayi. Bir ara Arçelik, acaba biz kart üretimine mi girsek, diye düşündü. O da şöyle başladı: Aselsan’dan gelen birisini danışman olarak aldı. Onunla birlikte çalışma yaptılar. Kart üretimini burada yapabilir miyiz, diye. Sonra biz de katıldık ona. Fizibilite çıkarttı. Aslında fizibilite çıktı da biraz zorlamayla çıktı, diye düşünüyoruz. Yani birçok öngörü vardı onda doğru, yanlış. Fakat o sırada dedik ki, Arçelik kendi bir yan sanayi kuracaktı yani Arçelik üretmeyecekti de Koç sadece Arçelik için üreten bir şirket kuracaktı. Sonra bunun pek de doğru olmadığını düşündük. Bu tip şeyler Outsource edilir.

 

Adetlere erişilmesi önemli midir?

 

Rekabet önemli. Daha pahalıya mal edip o maliyette, dünya maliyetlerinin üzerinde Arçelik’e satma durumu vardı. Bu hep Koç Grubu’nun içerisinde görülmüş şeyler olduğu için bundan en sonunda vazgeçildi. Biz tamam bilgi birikimi bizde olsun, tasarımı bizde olsun, yazılım Arçelik’in olsun ama biz bunu dışarıda üretelim.

 

Kartları mı diyorsunuz?

 

Kartları. Bu arada tabi komponent alımlarını miktardan ötürü Arçelik yapar. Bu da enteresan, hala öyledir. Yani Outsource ettiği halde onlara Componenet’leri Arçelik verir. Çünkü anlaşmayı Arçelik yapar, komponenetleri çalıştığı şirkete göndertir. Maliyetleri çok önemli söylediğim gibi. Arçelik’te maliyetler çok önemli, Cent’in bile önemi oluyor. Milyonlarca olduğu için. Rekabette öyle yapıyor tabi.

 

Tabi burada teknoloji de devamlı değişiyor. Başta Micro Controller tabi orada beyin Micro Controller. Başlarda bu işi, ilk başladığımız zaman Controller’lar, Flash vs. Controller’lar yoktu. İlk önce OTP denen One Time Programable çiplerle başlandı. Ondan evvel PROM’lar vardı ama teknoloji geliştikçe tabi yazılımın ne kadar önemli olduğu da anlaşıldı çünkü Flexibility sağlıyor. Çok kolay tekrar Debug edebiliyorsunuz, değiştirebiliyorsunuz vs. Onlarla yazılımın çok önemli olduğunu, yazılımın Hardware kadar önemli olduğu ortaya çıktı. Arçelik orada büyüdü ama buna karşılık Hardware’in da çok önemli olduğu ortaya çıkıyor çünkü sahada sorun çıktığı zaman, hala öyle ya, her şey elektronikten biliniyor. Elektronik çıktı, böyle oldu, deniliyor. Kimse onun getirdiği faydaları görmüyor. Şirket de hala öyle diyor.

 

Mekanikçilerle, elektronikçiler arasında bir rekabet var yani öyle mi?

 

Kesinlikle. Türkiye’de nedense mekanikçilerle, elektronikçiler arasında hep bir çekişme olur. Bu Teletaş’ta da vardı biraz ama Teletaş’ta ben işin içinde değilim. Ama vardı. Arçelik’te bu had safhadaydı. Hala had safhada. Yani bir şekilde makine mühendisleri, elektronik mühendislerini mühendis olarak görmüyorlar.

 

Yani kim artı değer üretiyor şeklinde mi?

 

Evet, o şekilde. Bir de elektronikçiler de makine mühendislerine, bizim yaptıklarımıza mecbursunuz, der. Bu doğru değil tabi. Türkiye’de takım çalışması aslında…

 

Bu dış kaplamalar içinde metalürji mühendisleri mi çalışıyordu? Onların Arçelik içinde ayrı bir Ar-Ge mi vardı?

 

Yok, hayır. Şimdi Ar-Ge’nin yapılanması içinde birçok bölüm var. Ar-Ge sadece elektronik mühendislerinin, makine mühendislerinin şekli değil. Aslında çok büyük bir kısmı malzeme üretimi. Orada metalürji mühendisleri olur, kimya mühendisleri olur. Hatta şimdi onun için de gıda mühendisleri almaya başladılar. Bu gıda teknolojisi ile ilgili. Yani çok değişik bölümler var.

 

2001 krizi nasıl etkilemişti?

 

Asıl o kriz Arçelik’i çok etkiledi. Şimdi şöyle, hiç ihracatımız yok, minimal ihracatınız var. Tüm satışınızı yurt içinde yapıyorsunuz, %95 yurt içinde yapıyorsunuz. Maliyetler artıyor tabi, çünkü girdiler dışarıdan geliyor, birçok komponent dışarıdan geliyor. Girdiler artıyor, girdi maliyeti artıyor. Alıcı yok, Türkiye’de ve ihracat yapamıyorsunuz. O şekilde galiba tarihinde ilk defa Arçelik zarar etti bu krizden sonra. 94 krizinde zarar ettiğini hatırlamıyorum, sıfırla kapamış olabilir ama 2001 krizinde zarar etti.

Bunun üzerinde uzun bir şey oldu. Çok işten çıkarmalar oldu fakat o sırada Ar-Ge 80 kişi civarındaydı, tek bir kişi çıkarılmadı Ar-Ge’den. Arçelik’te işten çıkartılmayan tek birim Ar-Ge’ydi ki çıkartılır diye düşünüyordu. Bu tabi Koç’un kararıdır, Koç karar veriyor. Çıkartmayın, dedi ama önlemlerinizi alın, ne yapılması gerekiyorsa, biz nasıl ayakta kalırız, önlem alınsın.

 

İhracat paradigması ne zaman başladı? Nasıl?

 

Söylediğim gibi ihracat aslında bu 2001 krizinden sonra başladı, öyle olması gerekiyor, diye. Bu işin başında 1-2 şirket satın alındı. Yurt dışında.

 

Beyaz eşya üreten şirketler mi bunlar?

Evet, beyaz eşya üreten şirketler de.

 

Stratejik bir hamle mi?

 

Stratejik hamle fakat bunun nedeni oradaki teknolojiyi getirmek değil de marka. Şimdi tabi Arçelik markası yurt dışında satılmıyor. Yurt dışı için Beko markası var.  Beko olarak yapıyordu ama tanınması çok kısıtlıydı. Onun için yerel markalar için bazı şirketler satın alındı. Bunlardan bir tanesi mesela Bloomberg’tir, Almanya’da. Almanya ve İsveç tarafında tanınan.

 

Grundig de sanırsam…

 

Grundig daha sonra, 2008’di galiba satın alındı. Onda da asıl amaç Beko Elektronik’in Grundig’i satın alıp, televizyon yapıyordu çünkü aslında beyaz eşya markası da yapmaya başladılar ama. Grundig marka olarak satın alındı. Sonra madem bir markayı aldık küçük ev eşyaları, beyaz eşya yapılıyor da onu bilmiyorum, öyle bir şey vardı ama küçük ev eşyaları ile başladılar. O Grundig. Sonra işte Rusya’da ve Romanya’da iki şirket satın aldı, üretim şirketi satın aldı. Onlar hala aktif.

 

Beko’nun İngiltere’de çok bilinir olduğunu biliyoruz.

 

Beko İngiltere’de çok tanınmış bir marka oldu. Bayağı bir tanınmış marka oldu. O yüzden İngiltere’de hiç ona girmediler. Beko devam ediyor, tanınmış bir marka olduğu için. En büyük marka bildiğim kadarıyla, hala öyle mi bilmiyorum ama buzdolabı alanında. Çok fazla marka var ama pazar payının %15’i, %20’si Beko’nundur, İngiltere’de.

 

Şuanda nasıldır?

 

Ben oradayken öyleydi, hala da öyledir diye zannediyorum. Çünkü iyi bir pazarlama stratejisi de var Beko UK’de. Bazı şirketlerin isimlerini Beko’ya çevirdiler. Marka o kadar tanınmamışsa, şirket ismini Beko’ya çevirdiler.

 

Peki, Arçelik Bosch gibi olmayı hedefliyor mu yani yurt dışında da kendi ismini duyurmayı?

 

Tabi, Beko markasıyla ama. Beko’yu onun için ön plana çıkarmaya çalışıyor birçok yerde. Orada aldığı markası çok önde değilse Beko markasını öne çıkarmaya çalışıyor. Arçelik’in hedefi, Beko’yu dünyanın en tanınmış 10 markası içine sokma hedefiydi.

Bu hedef ne zaman konuldu?

 

Zannediyorum krizden sonra.

 

Çelik’in hikayesi vardır mesela. O nasıl ortaya çıktı, o dönem, 2000′li yılların başında anladığım kadarıyla yeniden yapılanma sırasında ortaya çıktı, öyle mi?

 

Yeni yapılanma sırasında Arçelik’in Genel Müdürü, o zamana kadar Arçelik’in Genel Müdürleri hep mühendis ve teknoloji ağırlıklı olurdu. Yani mühendis ağırlıklı olurdu. Rahmi Bey’in önerisi ile ilk defa kökeni mühendis olmayan, pazarlama kökenli ve Arçelik’le çok fazla ilgili olmayan bir kişiyi getirdiler, Nedim Esgin. Şimdi o bir kere organizasyonda bir değişiklik yapalım, dedi. Yalın organizasyona geçelim, dedi. Arçelik çok büyümüş ama çok fazla kademe var, dedi. İçe yönelik bir sürü yeni organizasyonlara girdiler. Dışa yönelik olarak da biz imajımızı artırmak için neler yapabiliriz, diye bir danışmanlık şirketinden destek aldılar. O sıralarda bu biz dünya şirketi olmak istiyoruz, Beko markasını yapacağız ama Arçelik’in de ismi olması lazım. Yani kim üretiyor bunu dediğin zaman, ha Arçelik, öyle bir şirket var. Arçelik kimdir, demesinler diye. İlk aşamada Arçelik’in amblemi değişti. Arçelik yazısı da değişti, logosu da değişti. Öyle bir imaj değişikliğine gidildi. Bu ne kadar etki etti, ne kadar etki etmedi bilmiyorum ama işte o şundan kaynaklandı. Mercedes’i herkes logosuna bakarak anlar. Herkes logosuna bakınca, bu Mercedes, der. Mercedes bile yazmaz çoğu arabalarda. Biz de böyle bir şey yapabilir miyiz, diye düşünüldü. Bu yapıldı. Beko tabi o zaman hep şey kimse o zaman Arçelik’in o zaman marka olarak bir kere ç harfi ile şey değil. Buraya nereden geldim, Çelik’ten geldim. Biz bir tanıtım kampanyası yapalım. Yani çok iyi bir tanıtım kampanyası olsun deyince bunu bir reklam şirketi ortaya atmış daha doğrusu. Fakat o zaman da söyledim, şimdi de söylüyorum. Arçelik, bunun bu kadar tutacağını görmedi, biz de görmedik. Bir şekilde muazzam tuttu. Akrabalardan biliyorum. Yani aslında bir çizgi karakter o ama herkes, ya Allah aşkına, bize şu Çelik’ten getirsene, dedi. Onun üzerine Arçelik bunu Çin’de bir şirkete ürettirmeye başladı çünkü yok öyle bir şey. Herkes istiyor. Sonra benim evde de var, duruyor hala bir yerlerde. O da enteresan bir pazarlama işidir. Bunu görmek, bunun böyle olacağını bilmek. Şimdi görüyorum, işte bunun eşini de çıkarmışlar, evleniyor. Bazı şeyler öyle bilmiyorum tabi ne kadar tuttu ama.

 

Şafak Sezer’in ilk çıktığı reklamdır hatta.

 

Ama o müthiş bir pazarlama örneğiydi. Bunu yaptırtıp koymaya başladılar, anneler çocuklarına gel şu Çelik’i görelim demeye başladılar, mağazalara koymaya başladılar.

 

Ürünlerin dış yapısı da değişti sanki değil mi Yavuz Bey?

 

Tabi orada devamlı surette şu var: Eskiden şöyle bir durum vardı ben ilk girdiği zaman ya işte fuarlara gidilir, rakipler ne yapmış, onlar takip edilir. Bunlar ne yapmış, biz de öyle yapmaya çalışalım. Öyle olmaz. Bu şekilde rekabet edilmez.

Onlar bize gelsin, biz ne yapıyoruz, diye baksınlar.

 

Trendsetter olma paradigması geldi, öyle mi?

 

Tabi. Onun üzerine tabi şu yapılmaya başlandı. Şu anda gördüğünüz ürün tasarımları yani dış görünümleri, endüstriyel tasarımları belki 5 sene evvel düşünülmüştür. Bir yol haritası çizildi. Şöyle ürünler yapalım diye. Bu hemen yapılacak bir şey değil tabi. Şöyle mi yapalım, böyle mi yapalım. Sektörden dolayı endüstriyel tasarım grubu bayağı büyüdü. Ben girdiğim zaman bir kişi vardı endüstriyel tasarım grubunda. Şimdi koskoca bir bölüm var, 60-70 kişi var sanıyorum. Sadece dış tasarımı yapıyorlar.

 

O aslında tabi sattırması açısından, tüketici gözüyle önemli değil mi?

 

Bu sektörde önemli tabi. Bu da aslında tekrar yurt dışına açılımla ortaya çıkan bir şey. Daha evvel Türkiye’de Arçelik marka görüyor, iyidir. Yahut da servisi iyidir deyip hiç olmazsa bozulsa bile servisi iyidir deyip. Yani Bosch alıp da ne yapacağım servisi ne olacak şeyiyle daha önceleri yani daha yurt dışına açılmadan önce böyle bir şey vardı.

 

Ürün çeşitliliği arttı mı peki?

 

Ürün çeşitliliği arttı. Elektronik ile beraber ürün çeşitlendirmek de daha kolay oldu. Üretim bakımından öyle çünkü aynı kartı alıyorsunuz yazılım yükleyerek başka bir model oluşuyor, dış görünümü değiştiriyorsunuz ama aynı kart, Controller olarak aynı kartı kullanıyorsunuz. Sadece yazılımı değiştiriyorsunuz bambaşka bir model oluyor.

 

Türkiye’nin patent rekortmeni Arçelik mi?

 

Burada fikri haklar konusunu, patent konusunu da açmak lazım. En fazla patenti olan şirkettir Arçelik. Tüm şirketler içinde. Hatta tüm kamu şirketleri, niye özel şirketleri diyorum ki. Çok geçmişi vardır. Bu da sektörden gelen bir konu aslında. Bosch’la arasında bayağı bir patent sorunu olmuştur. Belki biliyorsunuzdur, Arçelik’in aslında ilk üretime başlaması Bosch lisansıyladır.

 

Arçelik’in kuruluşu yanılmıyorsam 50′li yılların ortası gibi. 60′lı yılların başında ilk çamaşır makinesi üretimi yaptığını görmüştüm.

 

İşte çamaşır makinesi, buzdolabıyla birlikte tabi…

 

Buzdolabı 59 senesi zannediyorum…

 

Daha sonra, ben de tabi o zamanlar Arçelik’i çok yakından tanımıyordum. Buzdolabı çok satmaya başlayınca hadi çamaşır makinesi yapımına da girelim, denmiş. Fakat nasıl yapacağız bu çalışma makinasını deyince bakmışlar orada Bosch var. Bosch’a gitmişler, lisans almışlar. Bosch’un lisansı ile başlanmış iş. Fakat sonra, zannediyorum 80′lerin başında Bosch biraz daha eski, alt teknoloji lisansı vermeye başlamış. Ben burayı satıyorum, böyle kota, puan var ama ithalat kotası var o sırada Türkiye’de. Ama ben satıyorum, rakip olmasın Arçelik markası, düşüncesi. Bunun üzerine demişler ki, yok işte biz kendimiz yapacağız.

Tabi orada bilgi birikimi olmadan bayağı bir sorun yaşanmış. Şimdi burada söylemekte zarar yok herkesin bildiği şeyler. Yürüyen makinalar, belki duymuşsunuzdur, yürüyen çamaşır makinaları işte bir sürü hikayeleri vardır onun. O sırada anlaşılmış ki bu işin bir teknolojik temeli var, o teknolojik temeli olmadan bu iş olmaz. Arçelik’te bir ürün geliştirme faaliyetine başlanmış.

 

Biraz önce söylediğim o yürüyen makinalar. Bu işi taklit ediyorsun da, bazı şeyleri göremiyorsun orada. Yani onlar, bakarak anlayacağın şeyler değil. Bir sürü birikimin getirdiği. Ondan dolayı asıl Ar-Ge’nin kurulması aslında Refik Bey ile başlıyor. Araştırma bölümü olarak kuruluyor, bu işin biz temeline inelim, deniliyor. Makina niye yürüyor, önce onu anlayalım, ondan sonra bunu ürüne yansıtalım mantığıyla.

 

Arçelik hep böyle her sene patent başvurusu yapıyor mu?

 

Her sene. Büyük bir fikri haklar grubu var. Tabi bu Arçelik’in Bosch ile yaptığı şeylerden kaynaklanıyor. Arçelik biraz evvel söylediğimiz nedenlerden dolayı Bosch bir zamanlar baya bir veriyor hala da. Bu benim patentimi ihlal ediyor diye Arçelik’e dava açmış. Sonra bakmışlar hakikaten bazı şeylerde gerçek. Onun üzerine aslında bu şeyi açmışlar. Sonra ya biz madem bu işi yapıyoruz, ilk önce yaptığımız işi kontrol edelim. Biz yapmıyor olabiliriz ama başka birisinin bu konuda patenti vardır, haberimiz olmaz diye. Şimdi Arçelik’te tüm projeler başlamadan evvel bir patent araştırması yapılıyor. Bu konuda ne gibi patentler var, onların ne gibi patentleri var diye. Patentleri eğer tasarım yapılacaksa ilk önce fikri haklar bölümünden onay alınıyor. Ya biz böyle bir şey yapıyoruz, bu patent ihlal ediliyor mu diye. Çünkü o da apayrı bir uzmanlık konusu. Yani o ihlal ediyor mu, etmiyor mu anlamak. Patenti anlamak çok zordur. Felaket zordur yani. Ondan sonra da eğer şey etmiyorsa o proje için hedef verilir. Madem böyle, bu yaptığınız çalışmanın patentini alalım.

 

Ne zaman kuruldu bu fikri haklar bölümü?

 

Başlangıcı bayağı eskidir ama çok büyük değildi o sırada. Ben geldiğim zaman yoktu. Benden sonra başladı ama çok da sonra başlamadı. Tekrar gümrük birliği rekabetin gelmesine dönelim.

 

1996-97 yılları mı?

 

O civarlarda olması lazım çünkü hep bu rekabet geliyor. Aman rekabet geliyor nasıl baş edeceğiz bununla. O zaman kurulmaya başladı. Bir iki kişiyle kuruldu şimdi o da bayağı büyük bir şey oldu. Beko Elektronik geldiği zaman bayağı yüksek lisans ücreti veriyor televizyon için. Sırf bir bölüm anladığım kadarıyla Beko Elektronik’in işlerine bakıyor. Orada lisans işleri var. Orada onlar patent almaya çalışıyorlar fakat tabi orada ya tamam bu çok güzel de biz ne zaman lisans vereceğiz?. Şimdiye kadar pek olmadı galiba. Bayağı bir patent sayısı arttığı halde lisans verilen hiç olmadı.

 

Bu herhalde bir süreç değil mi?

 

Ama patent ihlalinden ötürü açılan davalar oldu. Yani bizim patentimizi ihlal ettiniz, ediyorsunuz diye. O oldu kesinlikle. Biraz evvel söylediğiniz gibi bu bir süreç.

Lisans vermek çok kolay bir iş değil. Çok önemli bir patent olması lazım. Oradan bir ücret ödeyecek tabi, o ücreti çıkartması lazım. Yani üründen çıkartması lazım, satarak çıkartması lazım. O kolay bir iş değil.

 

Fikri haklar başka ülkelerdeki üretimleri de herhalde incelemek zorunda.

 

Zaten yurt dışında. Yurt içinde öyle fazla bir sorun olmuyor. Asıl yurt dışında sorun var. Şimdi Vestel’in de patent sayısı bayağı arttı. Onların da bayağı var. Onların da bir fikri haklar grubu var. Onların da arttı.

 

Peki Ar-Ge’nin yan sanayi ilişki var mı? Yan sanayiye bilgi aktarılıyor mu?

 

Genellikle yan sanayiyi sorun çıktığı zaman ya da onların bir sorunu olduğu zaman Ar-Ge halletmeye çalışıyor ama direkt olarak bir bilgi verilmiyor onlara. Başka bir şirket olduğu için. Yani biz şöyle bir çalışma yaptık, siz şuna bir bakın, faydalanın, denmiyor. Onların bir sorunları varsa iletiyorlar, böyle böyle bir sorun var çünkü sonunda Arçelik sorumlu olacak, sahaya çıktığı zaman. Onun için o sorunlar halledilmeye çalışılıyordu. Elektronikte fazla bir şey yoktu. Onlar kendi yan sanayini kullanıyordu. Elektronik için, kendi yapımında. Pek Arçelik’le iş yapmıyorlardı.

 

Bu yan sanayi dediğiniz mutfak robotu, fırınlar, küçük şeyler mi?

 

Evet küçük fırınların elektronik kontrolü.

 

Peki ne zaman başladı bu strateji? Bunlar da 2000′li yılların politikası mıdır?

 

Küçük ev eşyalarının. Bunlar hiç Arçelik olmadı. Hiç Arçelik öyle bir şey üretmedi. Dediğim gibi sadece bir ara elektrik süpürgesi üretildi tabi.

 

Peki bunların üst modellerini de mi kendileri geliştiriyorlar?

 

Evet.

 

Arçelik o zaman sadece buzdolabı, çamaşır makinası, bulaşık makinası mı üretiyor?

 

Şimdi kurutucu oldu. Büyük ev eşyalarını üretiyor sadece. İşte buzdolabı, soğutucu.

 

Şimdi bir In Love serisi çıkartmışlar mesela o seridekiler bir yan sanayi midir?

 

Şimdi şöyle: Endüstriyel tasarımdan bahsettim. Aslında endüstriyel tasarımın en önemli şeylerinden bir tanesi tüm Arçelik ürünlerinin aynı görünümde olması. Şimdi üretim hala yan sanayidir. Dış görünüm yani elektronik tasarımı Arçelik tasarım olabilir. Yani dış görünüm Arçelik.

 

Peki son olarak MÜDEK bünyesinde neler yapılıyor biraz bahseder misiniz?

 

Bahsedeyim, onun da tabi konuyla biraz ilişkisi var. Şimdi buraya nasıl geldim onu anlatayım. Daha evvel bahsettiğim Refik Bey ile buranın, o Arçelik’ten ayrıldıktan sonra TTGV’deydi, İstanbul temsilcisiydi. O sırada işte 2002 yılında bir gün bu derneği kurmuş, daha doğrusu bir dernek kurmamış da Türkiye’deki mühendislik eğitimini nasıl daha iyi hale getirebilir, diye bir değerlendirme ve devamlı mühendislik fakülteleri açılıyor, devamlı yani arka arkaya. Bunların getirdiği mühendis kalitesi nedir? ABET diye bir kuruluş var Amerika’da. Çok eski bir kuruluş aslında benzer işleri yapıyorlar, onlar buraya gelmişler, bazı kuruluşları akredite etmişler, değerlendirmişler, bazı eğitim programlarını. Buna benzer bir kurul kuralım diye burayı kurmuş. Ondan sonra da 2007 yılında da dernekleşmiş, dernek haline gelmiş, yasal bir dernek haline gelmiş. 2005 yılında Refik Bey bana ulaştı ben Arçelik’teydim o zaman dedi böyle bir kurulumuz var bize değerlendirici olur musun, elektronik mühendisliğinde diye. Olurum, dedim. Gönüllü bu yani hiçbir ücret vermeden. O zaman girdim işte değerlendiricilik yaptım. Ondan sonra hiç aklımda yoktu aslında yine Refik Bey önerdi. Buraya gel, bizim derneğin genel sekreterliğini yap, diye. Peki, dedim.

 

Şimdi MÜDEK ne yapıyor? Aslında yaptığı bir kalite değerlendirmesi. Yani belki biliyorsunuzdur, ISO9001 gibi, EFQM vardır belki onu da duymuşsunuzdur. Modeli de aynıdır, EFQM modelinde. Bir takım kriterleri var. Türkiye’deki mühendislik eğitim programlarının yani bölümlerin o kriterlere uyup uymadığını değerlendiriyor ve bu değerlendirme sonucu bu kriterlere bir takım sorunlar bile olsa sorunları kabul etmek şartıyla akreditasyon veriyor. Yani bunları akredite etmiş oluyor. Bu akreditasyon ne işe yarıyor. Şöyle, bizim bağlı olduğumuz Avrupa mühendislik akreditasyon kuruluşları ağı bu eğitim programlarını yürütenlere, daha doğrusu birimlere etiket veriyor. Bu bir kalite etiketi, US deniyor buna. Bu programın belli şartlarını sağladığını gösteriyor. Bu şimdi dünya üzerinde çok yaygın olan bir sistem. Türkiye’ye geçmişi bizle beraber girmiş, 10 senelik bir geçmişi var.Yani burayla beraber girmiş fakat dünya üzerinde bayağı bir yaygın olan ve birçok ülkede mecburi olan bir sistem. Yani bütün programların akredite olması gerekiyor. Bizde öyle değil. Biz zaten bunu istemiyoruz çünkü sulandırılırız diye. Bir de biz 2011 senesinden itibaren başka bir kuruluşa üye olduk, bayağı bir zaman aldı. Üye olduk derken yani bu kolay bir üyelik değil. Dünya üzerinde pek çok akreditasyon kuruluşunun kabul edilmediği durumlar var. Bizim şöyle, 2011′den itibaren tam üye olduk oraya, böylelikle akredite ettiğimiz programların mezunları dünyanın 15 ülkesinde bu üyelerde mühendis olarak çalışabiliyor. Mühendis ünvanı alabiliyor. Bunların içinde 15 büyük ülke var. Amerika, Kanada, İngiltere, İrlanda, Japonya, Güney Kore, Avusturalya vs.

 

Burada bizim asıl amacımız mezunlar için değil de bu bir kalite sistemi, bu sürdürülebilir bir kalite yani aynı şekilde ISO9001 şirketler genellikle şey ister ama asıl yapmak istediğimiz şey senin bir kalite sistemin var mı? Yoksa biz şu dersi koy, bu dersi koy, demiyoruz kesinlikle. Sadece biz kendini öz değerlendirmeni yapabiliyor musun, kendini daha geliştirmek için gerekli olan adımları atabiliyor musun onlara bakıyoruz. Yoksa kriterlerin çoğu aynı zaten. Maden mühendisi ile elektronik mühendisliğinin kriterleri birbirine çok benziyor. Sadece elektrik mühendisliğinde şu dersleri de almanız gerekiyor, diyoruz. Çok temel dersler. Maden mühendisliğine de maden mühendisliği ile ilgili şu derslerin alınmasını istiyoruz, diyoruz sadece. Tamamen gönüllü bazda çalışan bir sistem. Şu anda 150 tane değerlendiricimiz var. Tamamen gönüllü, bunların bir kısmı akademisyen. Bir kısmı sanayiden gelme. Sanayiden gelmeleri daha artırmak istiyoruz. Sanayi çünkü asıl amacımız sanayiden gelenlerin isteklerini bildirmek çünkü mühendislerin yetişmesini istiyoruz.

 

Teşekkür ederiz Yavuz bey.

 

Ben teşekkür ederim, sağ olun.

 

Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15

Relatived Posts
Ahmet Tarık Uzunkaya Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Melih Ödemiş Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Fatih İşbecer Söyleşisi ( 22 Dec,2015 )
Sinan Orallı Söyleşisi ( 13 Apr,2017 )
Bülent Çelebi Söyleşisi ( 18 Jul,2017 )
Written by