“Temsilcilerden bir tanesi dedi ki: “Zafer Bey, siz aklınızı peynir, ekmekle mi yediniz?” Neden, dedim. “Orada hazır teknoloji var. Al, getir, kullan burada.” dedi. Ben tabi dondum kaldım. Ben teknolojinin bizi ait olmasını istiyorum. O dostumuz ise orada bir hazır teknoloji var. Al getir, kullan, diyor ve Türkiye bu yüzden çok şey kaybetti. O günkü bu sektör yani bilgisayar sektörü içerisinde olan dostlarımı sevgiyle yad ediyorum fakat Türkiye o zaman bunu kazanacakken, kaybetti.”
Sanayi Bakanlığı’nda işe başlayışınızdan bahseder misiniz?
Ben Gazi Üniversitesi elektrikten mezunum. Elektronik mühendisiyim. Tabi daha önce devlet hizmetim var ama askerden sonra, 1975 yılında Sanayi Bakanlığı’nda başladığımda, Elektronik Şube adı altında bir şube vardı ama o şube öyle aktif bir şube değildi. Oradaki işler de Bakanlar Kurulu’nun kararı ile yayınlanan bir montaj sanayi talimatı hükümlerine göre yürütülüyordu. Bunlardan en önemlisi de, şubenin yaptığı en önemli işlerden bir tanesi de orada televizyon, santrallar, radyolar ve bir kısım elektronik ürünlere izin vermekti. O şube de tabi, daha yeni kurulma aşamasında. Ben o şubede başlamış oldum. Sonra, o dönemde siyah beyaz televizyon, Cross bar santraller üretimi var. Radyo vs. Onların üretimiyle ilişkin Bakanlığın ithalatı, o ürünlere ihtiyacı olan ham maddeleri müsaadesini vermek. Ben tabi başlayınca, dünyada da artık renkli televizyon yayını başladı neredeyse o dönemlerde. Türkiye’de hala siyah beyaz. Dünya neredeyse artık elektronik santrallere geçmeye başladı, Türkiye’de Cross bar santrali hala devam ediyor. O dönemde de tabi sadece NETAŞ, Siemens, Türk Telekom var. Ben bunun böyle gidemeyeceğini düşünmeye başladım. Yani sadece burada bir takım radyo ve televizyon ürünlerine müsaade vermekle ya da onların yıllık ithal edecekleri ham maddelere tahsis vermekle bu işin yürümeyeceğini anladım ve bir hazırlık dönemi geçiriyorum kafamda. Sonunda 1977 yılına gelindiğinde özellikle televizyon ile ilgili bir tüp, resim tüpünün üretimi konusunda bir adım atılması istendi ama o tarihlerde Tüpko diye bir firma kuruldu. O tarihlerde birçok, isim vermeme gerek yok belki ama belli başlı işte televizyon üreticileri bu Tüpko’nun ortağı oldular. Yani televizyon resim tüpü üretmesi için.
Tüpko deneyimi nasıl şekillendi? Biraz bahsedebilir misiniz?
1977 yılına geldiğimizde televizyonun en büyük girdisi olan tüp.
Üretilmesi gündeme geldi. Bunun için de Tüpko diye bir şirket kuruldu. Tüpko’nun da ortakları o günün belli başlı televizyon üreticileri oldular ve o tarihlerde Tüpko kurulunca, Tüpko da Çorlu tarafında arazi aldı. Fabrika orada kuruldu. İlk Genel Müdür Yalçın Beye ben şunu söyledim: “ Bakın ileride Türkiye renkli televizyona geçecek ben bunun öncülüğünü yapacağım. Tüpko renkli televizyona hazır mı? Renkli tüp üretmesi gerekiyor. Aksi halde siyah beyaz yapılacak yatırım hiçbir şey ifade etmeyecek.” dedim. Yalçın’ın da çok sempatik bir tarafı vardı. “Tabi, tabi” dedi. “Olduğu gibi renkli tüp üretimine hazır.” dedi. Ama ben bir ara tüp devreye girdi ve geldim fabrikaya gördüm. “Yalçın hangi bant bunu renkli üretecek?” “Bu bant renkli üretecek.” dedi ama sonradan anladık ki Tüpko renkli tüp üretmeye müsait bir yatırım değildi. Yani o gününün acele yapılmış bir yatırımıydı. Kalıcı bir yatırım olmadığı sonradan ortaya çıktı.
Sonra, Tüpko bu yatırımı yapınca Şişecam’ın Telecam diye bir şirketi kuruldu. Telecam’a dendi ki, sen tüpün camını üret. Bu da zoraki bir yatırımdı ama bu yatırımların hiçbirisi bana inandırıcı gelmedi çünkü benim kafam hep renkli televizyon üretiminden yana. Halbuki yapılacak olan yatırımlar ise siyah beyaz tüp üretimine yönelik yatırımlar ve Bakanlıkta bir rapor hazırlandı o dönem içerisinde. Ben daha Şube Müdürü değildim. O tarihlerde bir rapor hazırlandı. O günkü Şube Müdürümüz olan kişi buna imza atmamı söyledi. İmzalayalım bu raporu, dedi. Telecam’ın mutlaka bir yatırım yapması lazım. Onlar bir yatırım yaptı ama 3 parça halinde cam gelecek. Telecam bunları birleştirecek. Tüpko’ya verecek. Tüpko’da işleyecek. Resim tüpü haline getirecek, takılır hale getirecek. Tabi o tarihlerde ben bu rapora da karşı çıktım. Bu raporu imzalamayacağımı, çünkü Türkiye’nin renkli televizyona geçmesi gerektiğini söyledim. Bakanlık içerisinde bile benim bu söylemim bazı kişilerce tepki ile karşılandı çünkü o dönem içerisinde Türkiye döviz dar boğazındaydı. Ciddi biçimde 76 ve 77 krizleri Türkiye’nin 70 cent’e muhtaç olduğu dönemlerdi. Böyle bir durumda Türkiye nasıl renkli televizyonu düşünebilir, gibi eleştirilere muhatap oldum ama buna rağmen bunun olması gerektiğine inandığım için Telecam’da böyle bir yatırıma yapılmaması, yapmaması gerektiğine inandığım için ben o rapora imza atmadım. Sonra bu rapor tamamlandı. Kulakları çınlasın, o tarihlerde Bakanlığımızda bir toplantı yapıldı, o günkü müsteşarımız ve Şişecam’ın Genel Müdürü Şahab Bey’in de katıldığı.
O toplantıda sanıyorum rahmetli oldu, Kenan Bey o günkü müsteşarımız. Şahab Bey şunu söyledi: “Sayın müsteşarım bu yatırımı biz yapacağız ama Türkiye en az 10 yıl renkli televizyon üretimine geçmemesi gerekir çünkü biz ancak geri dönüşümü 10 yılda sağlayabiliriz.” Hiç unutmuyorum, Kenan Bey rahmetli: “ Hiç merak etmeyin, biz 10 yıl renkli televizyona geçmeyeceğiz.” dediğini bugünkü gibi net hatırlıyorum.
Siz yatırımınızı yapın.” dendi ve Telecam yatırıma geçti ama ben o gün şunu düşündüm, dedim ki, bir söz üzerine, bir bürokratın sözü üzerine koca bir şirket ciddi bir yatırım yapacak. Peki, şartlar değiştiğinde yarın nasıl olacak? Aslında oradan haykırmak istiyorum. “Hayır, sayın müsteşarım, Şahab Bey bu rapora istinaden siz yatırım yapmayın.” demek istiyorum. Fakat orası bir aile. Sonra 79’ta ben Şube Müdürü oldum. Düğmeye bastım. İlk işim şu oldu, 20’ye yakın marka vardı, siyah beyazda. O markaları topladım, televizyoncuları. Her birinizin 3’er 5’er markası var. Bu markaları kaldırıyoruz. Bunların hepsi yabancı marka; SABA, NATİONAL, NEVTRON, GRUNDİG vs. gibi bir sürü markalar var. Bu markaları yapacaksınız.
Neden yerli yapacaksınız biliyor musunuz? Çünkü biz renkli televizyona geçeceğiz. Renkli televizyona geçince yerli markamız olacak. Siyah beyaz döneminde, şimdiden alıştırın ki markaya insanımız renkli televizyona geçtiğimizde bu markalara, evet bu marka bizim markamız, diyebilsinler. Tabi, buna sektör tarafından şiddetle karşı çıkıldı ama ben yılmadım. Çok istişare ederdim. Sektör ile iç içe çalışırdım. O günkü dernek ECİD’ti. Bugün de var ECİD. Elektronik Cihaz İmalatçıları Derneği. Tabi o günkü yönetimle ikide bir toplantı yapardık. Hatta zaman zaman böyle toplantı arasında tartışırdık. Sert çıkışlarımız olurdu birbirimize karşı. O şirketlerin, o tarihlerdeki Yönetim Kurulu Başkanları ama ondan sonra hep beraber kalkar yemeğe giderdik. Orada da hoş sohbet olurdu. Sonra yahu niye böyle yapıyoruz derdik, arkasından tartışa tartışa doğru yolu bulacağımıza inandığım için bunları hep yaptık. Dedim ki: “Bakın, siz markalarınızı getirin, yerli markalarınızı getirin, ben kabul edeceğim ama bu markalar yerli markalar olacak. Renkli televizyona geçtiğimizde ihracata da başlayacaksınız. Bu markaların yerli olması gerekiyor. Hatta şimdiden siz renkli şase tasarımına, dizaynına başlayabilirsiniz.” dedim. Bir kısmı “Yahu sen uçuk kaçık konuşuyorsun.” demeye başladı. Kimisi “Ya, nasıl konuşuyor bu?” demeye başladı. Bakın, dedim bunlar olacak. Şu teklifi yaptım, bu yabancı markalarınız var ya, Nordmende. Nordmende’nin yanına Arçelik yazın. Sonra bir süre sonra Nordmende’yi kaldırın, Arçelik kalsın. Sonra kimi razı oldu, kimi olmadı. Muvaffak Bey, artık BEKO’nun da Genel Müdürü olmuştu. Onun bende hocalığı da vardır. Talebe, hoca ilişkimiz de var. “Hocam bak, Nordmende’nin yanına Arçelik yaz. Neden itiraz ediyorsun sen buna?” dedim. BEKO yaz mesela, BEKO ne güzel bir isim. BEKO yazdınız mı belki de ileride sizin müthiş bir markanız olacak. “Yahu sen hocanın önüne geçmeye başladın. Bu olmaz böyle.” dedi. Kızıyor böyle hafif ama öyle değil. Sonunda bu marka konusunda baktım olmayacak artık dedim ki, ipleri ben kendi elime alayım. Ben çok sık gelirdim Ankara’dan İstanbul’a. Hep bunları konuşmak için. İşte yerli miktarını artırmak için hep bunlarla istişare ederdik. Bu parçayı, bu parçayı artık yerli yapacaksınız. Önce bir infial ile karşılaşırdım ben ama sonunda yan sanayiye de böyle yön verdik, ürünlerindeki hem kapasiteyi hem de kaliteyi böyle artırırdık. Sonunda ben tuttum, Bakandan bir onay aldım. Firmaların içinde markaları sıraladım. Siz bana bildireceksiniz. Bu markalar 3 marka ile sınırlandırılmıştır. Bu 3 yabancı marka olabilir. Bunun yanında isterseniz yerli marka koyabilirsiniz. İstediğiniz kadar da yerli marka seçebilirsiniz ama yabancı marka artık olmayacak dedim. Bakandan onayımı aldım. Bunlar mecbur kaldılar.
Türkiye’nin Renkli TV’ye geçiş öyküsünden bahsedebilir misiniz?
79, 80 yılına geldiğimizde bir adım atmam gerekiyordu artık. Bu renkli televizyon ile ilgili olanları hatırlıyorum tabi. Diğer sektörlerle ilgili yapılan işlemler var. Onları ayrı bir paragraf halinde anlatmamda fayda var. 80 yılına geldiğimizde ben bir adım daha attım. Aklımda kaldığı kadarıyla DPT’ye, o günkü Devlet Planlama Teşkilatı’na, Enerji Bakanlığı’na, TRT’ye, TÜBİTAK’a, ODTÜ ve İTÜ olmak üzere bir yazı yazdım. Tabi bu yapmış olduğum yazışmalardan üst birimlerimin tamamının haberi var. Ben onlara anlatıyorum tabi böyle böyle, diye. 80 yılının sanıyorum başlarıydı ya da ilkbahar falan gibiydi. Renkli televizyon çalışmalarına başlanacaktır. Bununla ilgili bir komisyon oluşturulması düşünülmektedir.
Bu komisyona kurumunuzdan 1 ismin verilmesi, bu ismin iletişim bilgilerinin de verilerek kendisininle yazı ile değil telefon ile yapılacak çağrı üzerine bu toplantılara katılması, diye. Çok ilginç bir not, hiç unutmuyorum; her yerden yazı geldi. Bunlar içerisinde en ilginç olanı şuydu; TÜBİTAK’tan gelendi.
TÜBİTAK yazısında diyordu ki: “Renkli televizyona geçişi biz de istiyoruz. Bununla ilgili kurumumuz tarafından bir çalışma yapılabilir. Şase tasarımı yapılabilir ancak bunun için 5 yıl gerekli.” diyordu. Bir anda ben hayal kırıklığı yaşadım. Tabi bugünkü TÜBİTAK öyle değil. Çok farklı yerlerde. TÜBİTAK’ın bugüne kadar çoktan renkli televizyon şase tasarımını yapıp, üreticiye sunması gerekirken hala bu noktada değil diye bir anda bir hayal kırıklığı yaşadım ama sonradan TÜBİTAK önemli adımlar attı. 5 yıl benim için, renkli televizyon için çok geçti. Geldik 81 yılına. Bu arada sektör içerisinde bir sürü şeyler oluyor. Ben Bakandan bir onay aldım.
Bu yazımdan sonra, o günkü Bakanımızdan bir onay aldım. Renkli televizyona geçiş aşamasında, üreticilerimizin hazırlıklı olması bakımından, üreticilerimize 10 adete kadar değişik boyutlarda yani inç olarak tarif ettiğimiz 14, 17, 20, 22 gibilerde 10 adete kadar televizyon müsaadesi verelim. Bunları getirsinler, incelesinler, hazırlıklar yapsınlar şimdiden diye. En azından şase tasarımlarını bu dönem içerisinde yapabilirler diye. Bakandan onay aldım ve üreticilerin haberi yok bundan. Ben bunları bildirdim. Sonra isteyenlere ben 10 adete kadar bu renkli televizyonları verdim. Onlar da bundan ziyadesiyle memnun oldular. Ama bunları pazarlamamak kaydıyla, satmamak kaydıyla. Yani pazara sürmeyecekler hiçbir şekilde. Sadece şaseyi inceleyecekler, tasarımlarını geliştirecekler. 81 yılına geldiğimizde Başbakanlıktan bu defa bize bir yazı geldi. Bizim zaten yazımı vardı Bakanlık olarak, Başbakanlık’a 81 yılında. “Bu yazıda renkli televizyon çalışmalarına başlanacaktır. Bu maksatta Enerji Bakanlığı koordinatörlüğünde bir komisyon kurulmasına ve bu komisyona bir eleman, bir üye tahsisi.”
Sanayi Bakanlığından ben gönderildim. Bu komisyon neden Enerji Bakanlığı diye dediğimizde nereden baksanız ben o yazıyı zaten 1 yıl önceden yazmıştım. Başbakan da buna hazırdı. Tabi bu arada 12 Eylül oldu, 81 yılına geldik. O tarihlerde de artık İhtilal Hükümeti var. Rahmetli Özal da Başbakanlık Müsteşarı. DPT’de haliyle onun kontrolünde. Sonra biz neden Enerji Bakanlığı dedik çünkü bir takım kesimler ya da renkli televizyona karşı olanlar diyorlar ki, Türkiye zaten enerji sıkıntısı içerisinde, bir de renkli televizyona geçilecek olursa, renkli televizyon ciddi boyutta enerji çektiği için bu sıkıntı yaratır, gibi. Halbuki öyle değil tabi ki. Sonra biz komisyonu kurduk. Bu komisyona TRT’den, Maliye Bakanlığı’ndan, o da işin mali tarafını planlamak için, Devlet Planlama’dan, Genel Kurmay’dan ve Sanayi Bakanlığı’ndan bu komisyon kuruldu. Kurulduktan sonra biz incelemelere başladık. Tabi biz raporu inceledik, TÜPKO’yu inceledik, TELECAM’ı inceledik, üreticileri inceledik. Üreticiler zaten buna hazır sonuçta.
Bu arada neden renkli televizyona geçmemiz gerekiyor? Çünkü piyasa daralmaya başladı siyah beyaz tarafından bu birincisi. İkincisi istihdam açısından daralmaya başladı. Neden daralmaya başlıyor? Çünkü sektör tarafından işçi çıkarılmaya başlandı. Talep yok artık. Türkiye siyah beyazda doyuma ulaşmış. Arkasından biz bu raporu verdik. Bu raporu verdik ama ekonomik kurula, Bakanlar Kurulu’nda geldi ama bu arada benim bazı temaslarım oldu tabi, Devlet Planlama nezdinde vs.
İşte o günkü temaslarım sırasında DPT kısmen renkli televizyona geçmek istiyor. Kısmen istemiyor ama ben zorluyorum. Gidiyorum, geliyorum.
Kendi o günkü hem Bakanıma anlatıyorum, hem Müsteşarıma anlatıyorum. Mutlaka renkli televizyona geçilmesi gerektiğini aksi halde geç kalacağımızı, bunların nedenlerini anlatıyorum. Onlar, tamam, diyorlar. Benim düşüncemin arkasındalar, bütün yönetim kadrosuyla benim arkamda. Sonuçta Ekonomik Kurul’da bir karar alındı. Biz raporu verdikten sonra Ekonomik Kurul’a geldi rapor. “1984 yılında renkli yayına geçilecek.” denildi. Bu benim için kabul edilemez bir şeydi. Kabul edilmesi zor bir olaydı. Çünkü 84 yılı Türkiye için çok geçti. Ben bir adım attım. O gün bu durumu anlatmak üzere kişisel gayretlerimi de kullanarak bir takım insanlarla görüştüm. Sektörü de bu işin içine aldım ve Ekonomik Kurul’a tekrar getirilmesi için çok ısrarcı oldum. Özellikle o günkü PTT Genel Müdürü olan Servet Paşa’nın bu konudaki desteğini hiç unutamıyorum ve tekrar Genel Kurul’a geldi ama o günkü DPT neden karşıydı? Şöyle bir laf olmuştu, mutlu azınlığa renkli televizyon yayını izlettiremeyiz, gibi bir izlenim vardı. Ben de şunu söyledim: “Mutlu azınlık zaten renkli televizyonunu bir şekilde izliyor, videosunu getiriyor kaçak, televizyonunu getiriyor, evden kasetini koyarak izliyor. Gelin biz bunu yaygınlaştıralım çünkü Türkiye buna hazır. Daha fazla geç kalırsak çok fazla döviz ödemek zorunda kalacağız.” Çünkü teçhizat artık siyah beyazdan çıktı, renkli teçhizata çıktı. Gerek TRT stüdyoları olsun gerekse diğer üretimler olsun.
Sonra konu ikinci defa Ekonomik Kurul’a geldi ve orada bir karar çıktı. 1-2 ay sonraydı. Çok fazla da sürmedi. 1981-82 yılının TRT tarafından renkli yayınlanmasının, 1982 Haziran’dan itibaren de renkli televizyon üretimine geçilmesine karar verildi. Ben tabi uçuyorum havalarda. Sonunda biz tabi o karar çıktıktan sonra hazırlıklara başladık. 1981 yılında bir parti verdik üreticilere. Alanlar aldı. Sonra biz 82 Haziran’dan itibaren yavaş yavaş renkli üretime başladık. Önce üreticilere birer parti verdik parça parça. SKD halinde. Onları birleştirdiler. Sonra da şase üretimine geçtiler. Böylece Türkiye renkli yayına geçmiş oldu. O günlerde renkli yayına geçince biraz önceki bahsetmiş olduğum, Tüpko ve Telecam’ın yatırımları boşa gitmiş oldu.
Böylelikle aslında televizyonun en katma değer üreten katmanını Türkiye bir nevi üretememiş mi oldu?
Aynen öyle oldu. Belki o dönem içerisinde Tüpko renkli televizyon için renkli tüp üretmiş olsaydı, Telecam belki renkli tüpe yönelik bir yatırım yapmış olsaydı, belki bugünkü yassı ekran teknolojisini, o tarihlerde zaten konuşuluyordu. Tüpko yapacağı Ar-Ge yatırımlarıyla yassı ekranda üretici olacaktı. Panel üreticilerinden bir tanesi olacaktı belki de. Türkiye o dönem bu fırsatı kaçırdı diye düşünüyorum.
Aynı şey Testaş’ta da mı yapıldı? CMOS yerine bipolar teknolojisi?
TESTAŞ’ın kurulumu farklıydı. Yani TESTAŞ direnç, kondansatör üzerine hem elektronik kondansatör hem de polyastör kondansatör ve direnç üretmek üzere kurulmuştu. Fabrikası Denizli’deydi. Biri Erzurum’a yatırım yapılmıştı o tarihlerde ve TESTAŞ’ın sonradan işte Ankara’daki tesislerinde CMOS mı, bipolar mı teknolojisine çok fazla girmek istemiyorum ama TESTAŞ’ın farklı yatırımlara girmesi gerekirdi.
12 TV üreticisi nasıl ortaya çıktı? Montaj Sanayi Talimatnamesi’nin sonucu muydu? Başka gelişmeler sonucu mu türedi? Yabancılar nasıl güvendi?
Siyah beyaz televizyon döneminde burada yapılan bir şey yoktu. Sanıyorum sadece kullandıkları markanın karşılığında ilgili firmalara bir şeyler ödüyorlardı. Yani marka kullanım hakkı gibi o tarihlerde ama bu bir kısmı zaten çok fazla üretmiyordu. Belli başlı 3-5 tane firma bu üretimde liderliği sürüklüyordu. Ötekiler de piyasadan pay almak için varlardı ama herkesin pazarı vardı. Tabi ki 12-13 firmanın kapasiteleri farklı farklıydı. Biz bunlardaki siyah beyazdaki yerli katkıyı arttırmak için sürekli olarak yan sanayi üretiyorduk, türetiyorduk daha doğrusu. İşte neler ithal ediliyor? En büyük payı hangi ithalat payını hangi parçaları alıyor? Bunlar yerli üretilmez mi çabası içerisinde. Tüp, orada kimse yok. Öteki belli başlı parçalar içerisinde yüksek gerilim trafosu bu. Öteki Tuner. Sonra işte bir Tuner üreticisi kurdurduk ama kurduruldu daha doğrusu.
Aslında 70’lerde işçilerin baş kaldırıları var. Tabi civcivli hadiseler. Onun yanında bir de, BİREMEK diye bir oluşum. Denizli’de 6.000 ortaklı, enteresan bir girişim öyküsü var. Bu konu hakkında ne düşünürsünüz?
Biremek, çok mağdur edilmiş kuruluşlardan bir tanesi. Biremek, bir işçi kuruluşuydu. Yurt dışındaki işçilerimizin, tasarrufları ile kurulmuş yani iştirakleri ile kurulmuş bir şirketti. Hakikaten öyle bir kuruluş sanıyorum daha Türkiye’de yoktu yani ilk defa o dönem içerisinde Türkiye’deki bir, iki önder insanın işte tasarrufları bir araya getirerek kurdukları bir yatırımdı. Örnek bir yatırım olabilirdi eğer destek verilebilmiş olsaydı. Biremek sanıyorum 1974’te falan kurulan bir şirketti. Ben, 1975’te geldiğimde, İzmir’e işte denetime falan gidiyoruz. Bu arada 75 mi, 76 mı tam onu çıkartamıyorum. Biremek’e gittim ama özel olarak o dönem içerisinde görevlendirildim. Biremek orduya telsiz üretmek üzere kurulmuş bir şirketti çünkü daha o tarihlerde TESTAŞ da yok, ASELSAN da yok. Ben o fabrikayı gezdim. Sonra bir takım insanlar o tesise yan gözle bakmaya başladılar. Benden Biremek için rapor hazırlamam istendi. Şirket tökezliyor. Yani telsiz üretemiyor. Bu arada bir kararname çıktı. Ordunun ihtiyacı olan telsiz üretimi TESTAŞ tarafından yapılacaktır, diye Bakanlar Kurulu kararı çıktı. Bu çıkınca Biremek çok büyük bir yara aldı. Bu tabi hoş bir şey değildi. Ben döndüm. Raporumu verdim. Raporumda dedim ki: “Bu tesisin kurtarılması gerekiyor. Bu tesis yurt dışındaki işçilerimizin tasarruflarıyla kurulmuş bir tesis. Eğer bu tesis kurtarılmayacak olursa, bir daha yurt dışındaki insanların tasarruflarını Türkiye’ye akıtmak zor olacaktır. İnandırıcılığımızı yitirmiş olacağız ama bu yönetim bazında dahi olsa hükümetlerimizin bu tesisi kurtarma eğilimi üzerinde dururum.” Hatta bazı önerilerim oldu. Ayağa kalkıncaya kadar da bu tesisin en azından bir televizyon üretmesiyle beraber kendi içerisinde, kendi yağıyla kavrulabileceğini söyledim. Bir şeyleri anlata anlata, aşa aşa sonunda Biremek’e bir 31 ekran televizyon üretsin diye… Sanıyorum o da kendi geliştirdikleri şaseydi. O şasede kendilerinin tasarımıydı ve Biremek adı altında ilk defa bir 31 ekran üretmeye başladılar. Bunun ömrü uzun sürmedi. Sonunda şirket dağıldı.
Biz tabi 83 yılına geldik. Bu arada tabi renkli televizyondaki ileriye yönelik, hem de ülkemizdeki yan sanayinin ürettiği komponentlerin kullanılması için tuş takımının mesela basmalı tuş takımı olmasını istedik.
O tarihlerde dokunmatik yeni yeni çıkıyordu. Sonra da, bir yıl sonra, işte teknoloji durmuyor. Dokunmatik ekrana çektik ve tabi uzaktan kumanda meselesi gündeme geldi.
Bu arada tabi 83 yılına geldik. 83 yılında Üst Kurul’un bir takım yetkileri kendisine almasıyla beraber başka kurumlarında çalışma alanlarına girilmiş oldu. Sonra Üst Kurul bizi bir toplantıya çağırdı. Yani biz bir toplantı yapalım, gelin bunu konuşalım, diye. Tabi ama biz o tarihlerde PTT ile PTT daha bölünmedi, Telekom ve PTT olarak, PTT bir bütün. Hem Telekom’u ile hem postasıyla. Bu işi biliyorlar. Bunun olmayacağını biliyorlar. İşte hem uydu meselesini konuşalım; uydu anten, hem de bu uzaktan kumanda meselesini konuşalım derken biz bu toplantıya gittik. Tabi toplantıya katılan kurumlarımızdan bir tanesi hem uyduya karşı, hem de uzaktan kumandaya karşı. Uzaktan kumandanın telsiz yasasına karşı olduğunu söylüyor hem de yabancı yayınları alacağından sosyal hayatı etkilemesinden korkuyor. Yani bir takım genel ahlaka uygun olmayan yayınlar var, o yüzden uydu anten olmaz, diyor. Şimdi bunu anlatıyoruz. “Uzaktan kumandanın telsiz yayını ile ilgisi yok. Telsizle de ilgisi yok.” Sordum o günkü arkadaşıma, o kurumdan gelen arkadaşıma siz teknik misiniz dedim? “Tekniğim.” dedi. Teknik olduğunuza göre bunu bilebilmeniz lazım. Yani uzaktan kumandanın telsiz ile ilgisi olmadığını bilebilmeniz lazım. Sonuçta hani biraz daha basite indirgeyip, ışık teknolojisi budur.” Bu, bu kadar basitken niye böyle söylüyorsunuz?” dedim. Hayır, bu telsizdir, dedi. “Bilemezsiniz, bu bir telsizde olabilir.” dedi. Biz buna anlam veremedik. “Uydu antene neden karşısınız?” diye sordum. Uyduda da böyle böyle, dedi. “Peki, Türkiye’nin üzerini bir ağ ile mi örteceksiniz? Nasıl yapacaksınız bu işi” dedim. “Yasaklayacağız.” dedi. Ben de onun üzerine şunu söyledim: “ Ben yarın yurt dışına gidiyorum. Bu avucum kadar bir tane anten getireceğim. Bunu evimin istediğim yerine koyarım ve istediğim yayınları da alırım. Peki, bu durumda beni nasıl kontrol altına alacaksın? Bırak, bu çanak, uydu meselelerini. Türkiye bu şeylerden çok çekti. Daha fazla çekmesin.” Sonuçta tabi biz çok ısrar ettik. O yasanın ilgili maddesi konusunda. “Bunu böyle yapmayın.” dedik. Çünkü sektör de ciddi bir biçimde bundan rahatsız olmaya başladı. Tabi, bu arada PTT’den gelen dostlarımız da bu konuyu çok iyi bilen dostlarımız da orada, bu toplantıda olmaz böyle şeyler derler. Yani bu yasaklarla falan bir yere varılamaz. Bırakın, sektörün önünü açalım. İstediği gibi yapsın bu işi, derler.
Sonuçta biz o maddeyi hatta o tarihlerde kulakları çınlasın, bir şehrimizin de Belediye Başkanlığını yapıyor, çok değerli bir insan o da. Ona da izah ettik. Kurulun başkanıydı. Baktık olmayacak sonra zaten biz o yasayla ilgili tasarıyı, kanun teklifi tasarısını hazırladık. Bakanlık olarak verdik, Başbakanlık’a. Ondan sonra Başbakanlık bunu hemen Meclis’e götürdü. O kanun ertesi gün kesinleşmişti ama ben söylemedim tabi onu. Ertesi gün Başkan Yardımcısı: “Zaferciğim, o toplantıda söylemedin, söylemek istemediğin şey bu muydu?” diye beni aradı. “Evet hocam, buydu ama ne yapalım. Bitti artık.” dedim. O kanunun ilgili maddesi iptal edilmişti. Böylece bitti o iş. Renkli televizyon böyle anılarla dolu bir dönemden geldi, geçti ve gitti. Sektör sadece renkli televizyondan ibaret değil.
TESİD’in kuruluşu ile ilgili neler söyleyeceksiniz?
Bu sektörde çok güzel şeyler yaşandı. Çok güzel anılar var. Tatlısıyla acısıyla ama bunların içerisinde enteresan olan şeyler de var. İlginç olan şeyler de var ama işin en güzel taraflarından bir tanesi, ben 79’ta Şube Müdürü olduğumda bir ECİT vardı dernek olarak.
O derneğin dışında yan sanayide, ana sanayiyi de içine alan bir derneğin kurulmasını çok istedim ve bunu hep anlattım. Tabi 12 Eylül İhtilali ile beraber bütün dernekler kapatıldı. Bununla beraber ECİT de kapatıldı. ECİT de kapatılınca ve o dönem içerisinde ben biraz daha işin üzerine gitmeye başladım. Bakanlıktaki görevimde yukarılara doğru çıkmaya başladı. Üst görevler almaya başladık ve ben dedim ki: “Bu yan sanayiyi de içine alan bir dernek kuralım.” Bu kabul gördü. Sonra biz ilk defa Türkiye’de 1987 yılında bir sanayi şurası yaptık. Bu sanayi şurasında bile bile sektörle ilgili derneğin kurulmasını not düştük. İlkindeydi; sonrası 95 yılında yapıldı. Bir de bu yıl üçüncüsü yapıldı, 2013 senesinde sanayi şurası daha yeni yapıldı. Hem birincide, hem ikincisinde danışma kurulundaydım ve 80 yılında alınan karar gereğince 89’da ESİD kuruldu. Elektronik Sanayicileri Derneği kuruldu. Fakat ESİD benim pek hoşuma gitmiyor. Yani niye böyle olsun, diyorum. Ben, Fikret abi kulakları çınlasın, Fikret Yücel onu her zaman anlıyorum. Yüce bir insan, çok güzel bir insan. Fikret abi, buna bir “T” koyalım, TESİD olsun, dedi. Yani Türk Elektronik Sanayicileri Derneği diye. Çünkü o tarihlerde derneğin Türk adını alabilmesi Bakanlar Kurulu kararından geçiyor. Sonra Fikret Abi zaman zaman ziyaret etti. En son Şükrü Bey bizim Bakan… Şükrü Beyi bir ziyarete geldi ve Şükrü Beye bunu anlattı. Ben de anlattım zaten. Onlar hazır. Ben, Genel Müdür, Müsteşar anlattık. Bakanın kafasına iyice soktuk. O da hazır. Hatta Fikret abi bunu anlatır. Ben Bakana gelmeden önce Akın, Erkal, Zafer bunu anlatmışlar zaten o hazırmış diye Fikret abi anılarında bundan bahseder ve bunu biz gönderdik. Bu arada tabi o tarihlerde görevimiz gereği Emniyet Genel Müdürlüğü’yle, İç İşleri Bakanlığı ile yakın ilişki içerisinde çalışıyoruz. Ben oraya gidiyorum, geliyorum. Bizzat gittim o tarihlerde. Bu kararnamenin önemini anlattım Emniyet Genel Müdürlüğü’ne. En sonunda ESİD’in adı TESİD oldu. Türk Elektronik Sanayicileri Derneği, 89 yılında kurulmuş oldu. Böylelikle TESİD adını almış oldu.
Yazar kasaya geçiş dönemi hakkında neler söyleyeceksiniz?
O günden bu yana da TESİD devam edip geliyor ve çok güzel şeylerden bir tanesi. Bir yazar kasaya geçiş olayı. Yine ben durmuyorum Bakanlık’ta. Yaramaz çocuk ya… Sürekli olarak sektörüme bir şeyler yaptırmam lazım. O tarihlerde tabi küçük küçük hesap makineleri var. Bir de fasitler var. Kollu, mekanik makinalar. Dedik ki artık bunlar gündemden kalksın. Bir de şeritli hesap makinaları falan geliyor. Bir de Maliye Bakanlığı’nın yazar kasaya geçme düşüncesi var. Bakanlığa, yazar kasaların Türkiye’de üretilmesi konusunda bir yazı yazdık: “Eğer yazar kasaya geçecekseniz, Türkiye olarak yazar kasanın rahatlıkla üretilebileceğini, altyapının buna hazır olduğunu, ithal edilmesi halinde de Türkiye’de bu kadar döviz çıkacağını ve böylelikle şu kadar istihdam sağlayacağını…” diye Sanayi Bakanlığı’ndan, Maliye Bakanlığı’na bir yazı yazdık. Benim bulunduğum şubeden çıktı. Fakat Maliye Bakanlığı’ndan bir yazı geldi. Aynen şunu söylüyordu: “ Evet, yazar kasaya geçeceğiz. Bununla ilgili yazar kasanın esaslarını belirleyeceğiz ve yerli üretilmesinde de yarar var.” diye bize cevap geldi.
Sonra Maliye Bakanlığı’nın bu cevabını duyan bazı ithalatçılar harekete geçtiler. Yazar kasa ithal etmek için harekete geçtiler. O tarihlerde bu tür ürünler Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ayrı Ticaret Bakanlığı ayrıydı. Ticaret Bakanlığı’na durdurun bunu, dedim. Çünkü piyasayı yazar kasa kapsayacak. Bu yazar kasa diyecekler. Millet yazar kasa almaya başlayacak. Ondan sonra da işin içinden çıkamayacağız ama daha ihtilal hükümeti bu, 83 yılı falan değil. Bunun üzerine bir yazar kasa toplantısı yapıldı.
Bizi çağırdılar tabi. Ben de gittim o toplantıya. Çok enteresan tabi. Bu çok çarpıcı bir şey ama bu arada ben üreticileri uyarırdım. Yazar kasaya geçilecek. Yazar kasayla ilgili hesap makinesi falan yapan üreticileri uyardım. Bu nedenle hazırlık çalışmalarınızı yapın diye. Onların haberi var. 5-6 tane firma o dönem içerisinde. Çünkü üzerinde şerit olan her makineyi yazar kasa zannediyorlar o dönem içerisinde. Halbuki bu o değil. Bunun üzerine bu durduruldu. Kıyamet koptu tabi. İşin o ayağında. Bir gün bir toplantıda, toplantı başkanı ithalatçılar çok bastırıyor, bizim bir miktar da olsa bu adamları susturmak adına yazar kasa vermemiz lazım, diyor. Ben de şiddetle itiraz ediyorum. “Hayır, yaptıramazsınız.” Neden? “Çünkü sizin getirteceğiniz yazar kasa bu değil. Bakın Maliye Bakanlığı temsilcisi burada. Söylesin nasıl bir yazar kasa istediğini. Onu burada zapt altına alalım. Eğer böyle olacaksa… O yazar kasayı ithal ettirelim ama o yazar kasayı da belirli bir yerde test edeceğiz. Kontrol edeceğiz. Maliye Bakanlığı’nın istediği kriterlere uygun mu, değil mi diye. Aksi halde yazar kasa ithal edemeyiz.” Şimdi o da diyor ki: “Bir miktar verelim.” Olmaz. Mümkün değil. Sonra Maliye Bakanlığı dedi ki: “ Efendim, biz önümüzdeki yıl yazar kasaya geçeceğiz. O nedenle bizim bir miktar ithal etmemizde fayda var.” Ben de Maliye Bakanlığı’nın o tarihte yazısını çıkardım. “Bakın, siz böyle diyorsunuz ama altınızdaki imza sizin imzanız. Yerli üretilmesinde fayda var diyorsunuz.” Çünkü ben yerliciyim. Yerli olmasını istiyorum. Burada üretilsin istiyorum. Onun üzerine derler ki: “Tamam. Bir miktar verelim.”
Aslında Muvaffak Bey de bahsetmişti yazar kasa olayından. Onlar da içine girmek istemiş sanıyorum BEKO üretmiş öyle mi? Başka üreticilerde var mıydı?
Yazar kasa ile ilgili güzel bir anekdot. Yazar kasa ile ilgili bir takım şeyler yazıldı. Her şey tamam fakat o tarihlerde KDV oranları ne olsun, olmasın meselesi konuşuluyor. Tabi oradaki insanların bir kısmı rahmetli oldu. Allah rahmet eylesin. Mekanları cennet olsun o insanların. Yaşayanlara da, büyüklerime hürmetlerimi sunuyorum. Yine bir gün Maliye Bakanlığı’ndayız ama daha geçmedik. İşte bu KDV oranları tartışılıyor. Ben de şunun fiyatı şu olsun, bunun KDV’si yüzde bilmem kaç olsun filan diye.Yine bir gün bu tartışmalar arasında bir adım ileriye gidilemiyor çünkü her KDV ilavesi yani ürünlere ait her KDV ayrışımcılığı makineye bir yük getiriyor. Ben de diyorum ki, o günkü Maliye Bakanlığı Müsteşarımız Ertuğrul Kumcuoğlu’ydu. Onu da saygıyla anıyorum. Ben dedim ki: “Sayın Müsteşar, bu KDV ürünlerini artırmanın bir faydası yok. İki veya üç tane, bilemediniz dört tane ürün belirleyelim. Bir gıda diyelim, bir giyim diyelim, bir de eğitim ve sağlık diyelim. Bunlar aynı olsun. Üç veya dördü geçmeyelim çünkü kasaya yapılacak her bilgi yükü ona ek bir maliyet yapıyor. Buna gerek var mı?”
Sonra Altan Bey, rahmetli oldu, Altan Tufan. Onu da yad ediyorum burada. Dedi ki: “Ama Zafer, pastırma ile yoğurdunki de aynı mı olsun?” Böyle bir benzetme yaptı. Ben de dedim ki: “Altan Bey, pastırma ile sucuğu dar gelirli yemesin mi istiyorsunuz? Bırakın o da %1 olsun ama birisi 1 kg yiyebilecekse diğeri 100 gram yesin ama yesin.” Bu tür şeylerin yüzünden Maliye Bakanlığı’ndaki toplantı bir ara tıkandı. Orada işte üreticiler var ki bunların başında Muvaffak Bey var o tarihlerde. Orası bir şey söylüyor. Burası bir şey söylüyor. Ben yerimden kalktım. Geldim. Üç tane madde yazım. Ertuğrul Bey ile Altan Bey’e verdim. Ertuğrul Bey dedi ki: “Siz bunları söyleyin.
Bakın onlar bunu kabul edecek. Onlar edecek.” dedim. Ben sektörümü biliyorum, dedim. Ben onları biliyorum ve geldim yerime oturdum. Ertuğrul Bey: “Size bir teklifim var. Bunu böyle, bunu böyle kabul ediyor musunuz?” dedi. “Ediyoruz.” dediler. Onun üzerine toplantı bitti.
Muvaffak Hoca beni çağırdı. “Ulan, sen benim öğrencimsin. Ne dedin de bu adamların kulağına. Bu önerileri kabul ettiler.” dedi. İşte o çok güzel bir şey. O adamlara bunları bunları söyledim. Onlar da böyle bir adım attı, siz de iki adım attınız. Böylelikle çözüldü. Böyle bir anekdotum var yazar kasa ile ilgili.
Bilgisayar konusunda neler söyleyeceksiniz?
Bu elektronik sektörünün içerisinde işin en önemli ayaklarından bir tanesi bilgisayardır. Biz renkli televizyona geçiş kararını aldık. Ben ilk yurt dışı seyahatine gittim 1982’de ama 1980’de bilgisayar Türkiye’nin gündemine oturdu. Öncesi yok muydu? Vardı tabi ama önceki bilgisayar tabi ki devasa ürünler. Hatta o zamanlar bilgisayar IBM diye biliniyor. IBM ne oluyor? O tarihlerde böyle biliniyor çünkü Türkiye’de bilinen oydu. O yüzden ama 80’li yıllara geldiğimizde bilgisayar ile ilgili bir adım atılması gerektiğini düşündüm. O tarihlerde bir takım toplantılar yapıyoruz. Bilgisayar ile ilgili toplantılarda bilgisayarın mutlaka ama mutlaka Türkiye’de üretilmesi gerektiğini hatta sadece üretimden ziyade değil yani bilgisayarın gelecekte Türkiye’nin kaderini değiştireceğini, o yüzden Ar-Ge’si ile Know-How’ı ile her şeyiyle burada üretilmesi gerektiğini söyledim. Bu şekliyle bir takım yerlerde, bir takım toplantılarda sürekli ben bu konuyu işliyorum. Hatta bu arada sektördeki bazı mühendislerle bazı üreticilerden tanıdığım bazı dostlarla bunları da konuşuyorum. Bu arada tabi o gündeki bilgisayar üreticileri, ithalatçıları da var. Onlarla zaman zaman ters düştüğümüz yerler, noktalar oldu. Bu arada tabi yavaş yavaş Türkiye’ye bilgisayarlar gelmeye başladı ama ben hala ümitliyim oradaki bir takım dostlarımızla. Bu arada biz yani insanlara cesaret vermek amacıyla hani onları yatırıma yönlendirmek adına, biz size bilgisayar montaj müsaadesi verelim. Gelin bu işe başlayın, diyoruz. Ben de diyorum. Hakikaten Bakanlığımdaki benim yöneticilerime ben bunları anlattığım zaman bu konuda onların desteklerini unutamam. Ne kadar çok bir ahenk içinde çalıştık. Zaten ekip çalışması denen şeyde buradan geçiyor. Bu tarihlerde bazı ithalatçılar, ismini burada veremeyeceğim, onlar da kimisi karşı çıkıyor, kimisi zamanı değil diyor, kimisi Türkiye buna hazır değil, kimisi üretemez diyor.
Ben yurt dışına gittim geldim. Bu arada bir takım yerlerde toplantılar oluyor. Yine bu toplantılardan birinde kurumlarımızdan biriyle çok ciddi bir tartışmamız oldu. Ben gittim, geldim dedim ki, yurt dışına ilk defa çıktım, geldim ve dönünce işin önemini daha da iyi kavradım. Gelin, bu bilgisayar üretimi ve yatırımı konusunda öteki her şeyi bir tarafa bırakalım. Öteki sanayileri ama bilgisayar için çılgınca teşvikler verelim. Çılgınca. Ne istiyorsa. Yer mi istiyor? Yer verelim. Toprak mı istiyor? Toprak verelim. Su mu istiyor? Suyunu ayağına götürelim. Vergi muafiyeti mi istiyor? Verelim. Hatta ve hatta kurumlarımızın, devlet kurumlarımızın ihtiyaçları nelerse onları belli bir yazılım standartlarında toplayalım. O firmaya alım garantisi verelim. Arkadaş, 5 yıl senden alacağım. Bunu yaptın mı? 5 yıl alacağım senden. Atıyorum. Yedinci yıl, sekizinci yıl seni rekabete açıyorum. Onuncu yıl sonunda da tamamen seni rekabete açacağım ama senden bir tek şey istiyoruz. Bir, Ar-Ge’n olacak.
Know-How buraya ait olacak. Üretim buraya ait olacak. Hatta kar transferi de verelim sana 5 yıl süreyle. Çılgınca bir teşvik verelim.
Temsilcilerden bir tanesi dedi ki: “Zafer Bey, siz aklınızı peynir, ekmekle mi yediniz?” Neden dedim. “Orada hazır teknoloji var. Al, getir, kullan burada.” dedi. Ben tabi dondum kaldım. Ben teknolojinin bizi ait olmasını istiyorum. O dostumuz ise orada bir hazır teknoloji var. Al getir, kullan, diyor ve Türkiye bu yüzden çok şey kaybetti. O günkü bu sektör yani bilgisayar sektörü içerisinde olan dostlarımı sevgiyle yad ediyorum fakat Türkiye o zaman bunu kazanacakken, kaybetti.
Aradan bir zaman geçti. Bu zaman içerisinde yazılıma destek verelim dedik. Yani üretimi kaçırdık. Yazılıma destek verelim dedik. Bu arada yazılım firmaları doğmaya başladı. Benim Bakanlığımdaki görevim üst sıralara geldi. Bu defa yazılım sektörü bir yerlerden sıkışmaya başladı. O yıllar tabi 90’lı yıllardı. Bu defa onların yazılımını teşvik adına Sanayi Bakanlığı’nın sanayicileri bir yerde bilmek ve onların ne yaptığını takip edebilmek adına bir sanayi sicil belgesi vardır. Yazılımcılar da bu sanayi sicil belgesinde sahip olan bir takım şeylerden muaf olur ya da indirimli kullanır, enerji gibi, su gibi… Fakat yazılım sanayi bunun içerisinde değil. Diyorlar ki, siz hizmet sektöründesiniz, o yüzden bu olmaz. Bu durumda ben bir adım daha attım. Bir açık kapı buldum çünkü benim işim bu. Ben sanayi sicil yasamızı inceledim. O tarihlerde kurumun başındaki Bakanların yetkileri vardı. Yani onay yetkileri vardı. Ben tuttum Sanayi Bakanlığı’na uygun bir onay sundum. Kendi Genel Müdürlüğüm için. Yazılım sanayine de sanayi sicil belgesi verilmesi için Bakanlığımdan onay aldım. Böylelikle yazılım sanayinin gelişebilmesi açısından çorbada tuzumuz olsun, hiç olmazsa yazılım sanayini destekleyelim adına Sanayi Bakanlığı onayıyla yazılımcılara sanayi sicil belgesi vermeye başladık ama yakında, 2013 yılında bir haber ile sarsıldım. Bir toplantıda Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nda bir toplantımızda ilgili birimin amiri yazılım sanayinin hatta adımı zikrederek Zafer Bey her ne kadar bunu onayla almışsa da o günden bugüne kadar gelmiş ama yazılım sanayinin sanayi sicil belgesinden çıkartacağız diye. Ben de şunu söyledim: “Bu onayla, bu kadar yıl getirilmişse bu noktaya kadar yazılım sanayini sakın ola ihmal edecek bir şeyin altına imza atmamaya ya da bir yol bulmaya çalışmalarını tavsiye ettim kendi kendime.
70’lerdeki Erbakan’ın bir nevi… Ben aslında bir takım makalelerde Milliyet’te Ersan Öymen’in makalelerini okudum. Hani bir yandan atılım isteği var. Bir yandan da döviz yetersizliği… Nasıl bir ortamdı? Nasıl gelişti? Siz nasıl görüyordunuz? Şimdi nasıl görüyorsunuz?
Rahmetli Erbakan Hocayı rahmetle anıyorum. Allah gani gani rahmet eylesin. Kendisi iyi bir bilim adamıydı. Ben Erbakan’ı son zamanlarda değil 1969’dan beri tanırım. Onun siyasete atıldığı dönemden tanırım. Yani yakınında da olanlardan biriyim. Muhterem Erbakan’ın bir şeyi vardı. Onun da Türkiye’de üretmek gibi çok iyi düşünceleri vardı. Zaten hükümet ortağı olduğu dönemde de, CHP ile ortaklığı döneminde de ilk atılımları o dönem içerisinde yaptı ve hakikaten Türkiye sevdalısı bir insandı. Ağır sanayi yatırımları dediği yatırımlar, TESTAŞ işe o dönemde kurulmuştu. Onun çok büyük bir hayali vardı. Uçak sanayi gibi Otomotiv sanayi gibi her alanda Türkiye atılım yapsın isteyen bir ruha sahipti.
O dönem içerisinde hakikaten zannediyorum TAKSAN, TESTAŞ’ın Erzurum’daki yatırımları gibi ve buna benzer başka adını sayamayacağım birçok yatırım o dönem içerisinde yapıldı ama o da doğru muydu? Yanlış mıydı? Belki bazı yanlışları olabilir. Yani Erzurum’da elektronik sanayi olur muydu? Bence olmazdı. O yatırım belki Erzurum’da değil de, Kocaeli’de, Gebze’de olsaydı daha da dehşet bir şey olabilirdi belki.
TÜBİTAK buradaydı ama onun dışında bazı yatırımlar var ki o yatırımların devamı olan yerler şimdi otomotiv sektörü oluştu orada. Mesela traktör bloklarının dökülmesi meselesi o dönemde yapıldı. Takım tezgahları sanayinin temeli o dönemde atıldı. Teknoloji seçimi o mu olmalıydı?
Belki o değil de başka bir şey olmalıydı ama olmalı mıydı? Evet, bence de olmalıydı. Neden olmalıydı? Çünkü bugün de aynı şey konuşuluyor. Bugün de onun deyimiyle, fabrika yapan fabrikalar, makina yapan fabrikalar, makina yapan makinaların üretilmesi söylemleri vardı ya… İşte bugün de aynı şeyleri söylüyoruz. Geldik, aynı noktadayız ama Erbakan Hocanın o düşüncelerinin ben yanlış olduğuna inanmıyorum. Niye? Çünkü Türkiye’de üretilsin diyordu. Türkiye’de olsun diyordu. Türkiye’de bunların olması lazım diyordu. Başkalarına muhtaç olmayalım, diyordu. Bunlar da yanlış şeyler değil.
Tabi ki biz çoğunlukla onu medyadan siyasi görüşü ile tanıdık ama böyle de bir yönü varmış. Benim dikkatimi çeken Zafer Bey siz Türkiye’nin alternatif, öteki tarihini yaşamışsınız yani. Bir yardan siyaset dönerken bir yandan teknoloji de aslında siyasetin zaman zaman karıştığı, onunla mücadele etmek zorunda kaldığınız şeyler.
Yaşadım. Tabi ama öğrencilik yıllarımızda var çünkü bir de ben mühendislikten ziyade sanat okulu kökenliyim. Ben Adana Erkek Sanat Enstitüsü’nden mezunum. Elektrik bölümünden mezunum. O yüzden işe daha o tarihlerde başladık. Sanayi nedir ne değildir o tarihlerde başladık. Bir de ben çalışarak okuduğum için, çalışarak geldiğim için o noktalara…
Kaç senesiydi sizin lise yıllarınız?
65’li yıllar.
O tarihlerden itibaren mesela Adana’da okurken daha o tarihlerde biz tam gün okurduk ama yarın gün atölyemiz vardı. Yarım gün de okul vardı. Öyle okuduk biz sanat okulunda. Ben Adana’dayken bir yağ fabrikası vardı ismini vermeyeyim, o fabrikanın tesisatını çekmeye giderdim. Sonra geldik üniversite yıllarında yine çalışarak devam ettik. Yani bir taraftan çalışarak. Bir taraftan okuyarak devam ettik.
Zafer Bey çok teşekkür ediyoruz. Eklemek istediğiniz herhangi bir şey mevcut mudur?
Hayır, ben de teşekkür ediyorum
Söyleşi Tarihi : Büyük Sıçrama 2014-15